Yeşilçam, karikatür, edebiyat…

Karikatür sanatı ve tarihi ile ilgili yazdığı kitaplar ve araştırmaları ile tanınan Turgut Çeviker ile karikatür dünyasına nasıl merak saldığını ve geçmişten günümüze karikatür sanatını konuştuk. Çevi

18 Ağustos 2016 - 15:19

Erhan DEMİRTAŞ
Meslek hayatına sinema ile başlayan daha sonra ise karikatür dünyasının bilinmeyenlerini gün yüzüne çıkarmak için yıllardır çalışmalarına devam eden Turgut Çeviker ile karikatür üzerine söyleştik. Uzun yıllardır Kadıköy’de yaşayan Çeviker, aynı zamanda bu ülkenin önemli koleksiyoncularından. “Karikatürü –ve kuşkusuz resimli romanları– tanıdıktan sonra, görsel dünyam gelişti” diyen Çeviker, sanatın sınır tanımayacağını ifade ediyor.

 Sinema ile başladığınız meslek hayatınıza karikatür yazarı ve tarihçisi olarak devam ettiniz. Nasıl karar verdiniz buna?
1972’de Yeşilçam’da yönetmen yardımcısı olarak Vedat Türkali’nin yanında çalışmaya başladım. Taşrada kurduğum hayallerim sinema ve hikâye yazma üzerineydi öncelikle. Ancak ilkokul yıllarından başlayarak imge üzerine özel bir tutkum vardı. Tren bileti, gazoz kapağı, numaralanmış dizi serileri olan şekerleme kâğıtları ve pullar ilgimi çekiyor, onları biriktiriyordum. Ortaokul yıllarında karikatür ve çizgi romanlarla karşılaşmaya başladım gazetelerde. Yine ilkokul yıllarımda (1957’den başlayarak) evimizin kileri, büyük ağabeyimin yağlıboya resimler yaptığı bir atölyeydi. Haftalık Hayat dergisinin orta sayfasında verilen resim röprodüksiyonlarından bazılarını tuval üzerine yapardı ağabeyim. Çocuk yaşta tuval hazırlanması, beziryağı ve yağlı boya kokularını tanıdım. Görsel belleğimde bunun önemli bir yeri oldu.
Karikatürü –ve kuşkusuz resimli romanları– tanıdıktan sonra, görsel dünyam gelişti. Bununla birlikte yanıtlanması gerekli sorular belirmeye başladı. “Resim” ile “karikatür”ü birbirinden ayıran ne? Çocuk yaşta bu soru beni epeyce sürüklemişti. Çarşamba’da (Samsun) 1968-1972 yılları arasında dostluk yapma olanağı bulduğum ilkokul öğretmeni ve karikatürcü Erol Özdemir’den, birçok sorumun yanıtını almaya başlamıştım.
İstanbul’da sinema alanında çalışırken, Aynalıçeşme’de oturduğum sırada Tepebaşı’nda Karikatür Müzesi açıldı. Evime çok yakın olduğu için sık sık oraya gidiyor ve sergileri izliyordum. Bir süre sonra orada karikatürcülerle tanışma olanağı doğdu, giderek onlarla arkadaş ve dost olma süreçleri yaşamaya başladım. İşte bu rastlantı benim basında karikatür (ya da genel olarak mizah) kültürü üzerine yazmak ve söyleşiler yayımlama olanağı verdi.
Görüldüğü gibi her şey iç içe ve kendiliğinden gelişmiş bir ilgi alanı tasarımı bu. Benim sinema alanına girdiğim yıllar Yeşilçam’ın can çekiştiği döneme rastladığı için, ondan uzaklaşmak için özel bir çaba göstermem gerekmedi. Pratik olarak onun dışında kalsam da, zihnim, düşlerim film hikâyeleriyle dolup taşıyordu ve özellikle film izlemekten kopmuyordum. 1975’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdim. Edebiyat dergilerini izliyordum. Kendimi hikâye için hazırlıyordum. 1977’de Yalçın Çetin öldüğünde Cumhuriyet gazetesinde onun için hazırlanan köşede benim de kısa bir yazım yayımlanmıştı (Yazmamı Tan Oral istemişti). Bu, beni çok sevindirmiş ve cesaretlendirmişti. Her ay en az bir, bazen dört yazı ve söyleşiyi birkaç gazetede yayımlama olanağı oluşmuştu. Giderek bazı aylık dergilere de yazmaya başladım; devamı uzun bir hikâye...

Karikatür ile gazetecilik arasında bir bağ kuruyor musunuz?
Karikatür gazeteciliğin bir parçasıdır kuşkusuz. Onun için gazetede doğmuş dersek pek abartmış olmayız. Tarih içinde karikatür türlere ayrılıyor; bunlar arasında basın için değil, sanat galerileri ve albümler için de yaratılan bir türü de vardır. Eskiden dediğiniz Akbaba ile tanımlanabilecek bir mizah dergisi biçiminden söz açmak istiyorsunuz sanırım. Bugün yüzlerce sayısını günlerce tarayarak zaman geçirebiliyorum ve toplum için bana inanılmaz bir bilgi ve görgü sağlıyor. Gırgır ile birlikte bu dergi anlayışı öldü. Gırgır Takımadaları, son 15 yıldır bunalımda. Örneğin Leman, bunalımdan çıkmak için Hayvan’ı yayımlamıştı. Bu dergide yazı çok, çizgi azdı. Yakın bir zamanda Penguen aynı şeyi yaptı. Metin Üstündağ’ın dergiden ayrılışıyla dergide yazılar artı. Çizgiler azaldı. Bu konuyu Metin Üstündağ ile konuşurken bunun, adeta bir Akbaba’laşma durumu olduğunu söylediğimde beni onaylamıştı. Gırgır Takımadaları’ndan sonra nasıl bir mizah dergisi tasarımı gelir kestirmek güç; ancak Penguen’de olduğu gibi eski biçimlere dönüş ve giderek gelecekçi yönsemelerde söz konusu olabilir. Şu artık kesinleşmiş bir durum: Gırgır Takımadaları –edebiyattan uzak– kendinden menkul bir mizah dünyası yarattı; 1972 öncesi yaratılan mizah edebiyatı ne ise öyle kalacak ve oraya eklemlenebilecek bir kuşak çıkmayacak. Umarım o ilgi alanında gezinerek yeni yollar açmayı göze alacak hayalciler çıkar...


Bir ülkenin gelişmişliği ve modernliği karikatür ile kurulan ilişkiyi nasıl etkiliyor?
Genel olarak sanat, özel bir dil ile yaratılır. Her sanat dalı ise, kendi varoluşuyla uyumlu bir dil oluşturur. Alımlayıcıların bu özel dilleri çözebilmeleri için öncelikle genel bir kültür donanımına sahip olmaları gerekir. Giderek ilgi alanı olarak seçilen sanat dalına özgü kültürel bir birikim oluşturmak gerekir. Gelişmiş ve modernlikle ilişki kurmuş; onunla birlikte yaşayan bir ülke ve onun insanları genel olarak sanat kültürüne yakın dururlar. Dolayısıyla hayatı sanat üzerinden yorumlama kapılarını zihin dünyalarına armağan ederler.
Gündelik hayatta modernlerin durumu hiç de böyle değil oysa; sanki eski bir çağda yaşar gibiler– ellerinde modern iletişim araçlarıyla ilkel bir hayat yaşıyorlar. Edebiyatı ve bilim dünyasını izlemeyen insanlar yaşayan ölülerden farksızdır. Edebiyat, günlük konuşmalarımızı zenginleştiren ve yenileyen sözcük dağarcığımızın yaratıcı kaynaklarından biridir. Onsuz nasıl yaşanır?! Burada modernliğin suçu yok. Toplumu yönetenlerin eğitim ve öğretim programlarını yapanların kusurları var.

Sizin aynı zamanda geniş bir koleksiyonunuz var; çok sayıda kitap, dergi, vs. Ortaya çıkan bu birikim nasıl oluştu?
Kültür, sanat ve edebiyat alanlarında çalışanların kişisel tarihlerine bakıldığında gelecekte ulaşmak istediği yerler konusunda gizli bir hazırlık içinde olduğu ayrımsanabilir. Yukarıda bir sorunuza verdiğim yanıtta imge ile ilişkimden kısaca söz açmıştım. Birkaç şey daha ekleyebilirim: Orta eğitim yıllarımdan bugüne bana yazılan bütün mektupları sakladım. 2003-2004 yıllarında 4 sayı çıkabilen mektup edebiyatı ve posta kültürü dergisi Posta Kutusu’nu yayımladım ve bu dergi şaşkınlık yaratmıştı. Mektupları saklarken, böyle bir dergi çıkarmayı kurmamıştım kuşkusuz. Eve gelen gazetelerden karikatür ve resimli romanları kesip saklıyordum; günün birinde karikatür eleştirisi ve tarihine ilgi duyacağımı ve giderek orada ömrümün önemli bir bölümünü geçireceğimi bilemezdim.
Bütün ilgi alanlarıma ilişkin dergi ve kitaplar ve de görsel malzeme, değerli kâğıtlar biriktirdim. 50 yıl sonunda büyük bir arşiv oluştu. İçinde çok sayıda sanat yapıtının, görsel malzemenin ve değerli evrâkın olduğu bir kütüpane-arşiv çıktı ortaya. Akbaba dergisi kapandığında bütün arşivi ben aldım. Cafer Zorlu’nun yardımı olmasaydı bu arşiv çöpe gidecekti. Arşivciler şanslarını bir bakıma kendileri yaratırlar. Bir arşivci yaratıcılığından söz açmak gerekir. Yıllarca satın alarak saklamak büyük çilelerle olabilen bir şey; yaş kemale erdiğinde artık o birikimin kamusal bir ortamda kullanıma açılmasını arzu ediyor insan. Bu toplamak ve saklamaktan daha güç bir şey.

Karikatürde en çok eleştirilen şeyler mizahın sınırının olup olmadığı yönünde. siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce karikatürde mizahın bir sınırı var mı ya da olmalı mı?
– Sanatta “sınır” yoktur; “sınır” konulursa, çizgiler giderek adı üstünde bir “sınır” oluşturur. Genel olarak sanatta, özel olarak karikatürde mizahın sınırını estetik olan belirler. Sorunuz şöyle olsa daha anlamlı olacaktı: “Karikatürde, “eleştiri” ve “küfür” sınırı nasıl anlaşılır veya belirlenir?”
Hollanda’da bir gazete Hz. Muhammed için bir dizi çirkin karikatür yayımlamıştı. İnternet üzerinden bunları görmüştüm. Onlara karikatür demek olanaksızdı. Karikatürcü bir din veya bir peygamber üzerine karikatür çizebilir kuşkusuz; ancak bu bir eleştiri olmalı, küfür değil.  O zamanlar mizah kültürü dergisi Güldiken’i yayımlıyordum. Bu konuyu bir özel sayıda –uluslararası karikatürcüler ve editörlerin tanıklığıyla– ele almıştık (Güldiken (“Karikatür Krizi” - Özel Sayı: 9), Kış-Yaz 2006, Sayı: 35-36). Bu konuda son söz olarak şunu söyleyebilirim: Her sanat alanı kişisel dili aracılığıyla gerçek işlevini sınırsızca yerine getirmekle yükümlüdür. Tabular, bilim ve sanat aracılığıyla kırılabiliyor. Bu zihniyeti benimsemeyenler için “yaşamak” bile “haram” zaten. Bu nedenle sanat ve yaratıcılar insanı ve toplumsal sorumluluklarını cesaretle yerine getirmek zorundadır.

Siz aynı zamanda Kadıköylüsünüz. Son olarak Kadıköy ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Kadıköy’deki beş vazgeçilmeziniz nedir?
1993’ten beri Kadıköy’de (Yeldeğirmeni) oturuyorum. Bu semtte oturmaktan memnunum. İstanbul’da Şişli, Kurtuluş, Harbiye, Firüzağa, Cihangir, Aynalıçeşme, Merdivenköy’den sonra Kadıköy’e indim ve bu kente vedayı buradan yapacağım sanırım. Kadıköy’de en çok sevdiğim beş şeyi sıralamak gerekirse:
Vapur-deniz,  Moda Koyu, Bahariye, Sahaflar, Nâzım Hikmet Kültür Evi.



 

ARŞİV