Şimdiye dek oyunculuk kariyeri ile tanıdığımız Ayça Erturan yepyeni bir yüzü ile karşımıza çıkıyor. Kendisi için çok da yeni olmayan yazma deneyimini, nihayet kitaplaştırmaya karar veren Erturan’ın ilk kitabı “O Kadar da Değil” yayınlandı. DEX’ten çıkan kitap için tanıtım bülteninde, “Güldürürken daha da güldüren kitap fırından yeni çıkmış ekmek sıcaklığında bir mahalle hikayesi ve daha fazlası…” deniliyor. Biz de Erturan’la kitabını konuştuk.
Benim için bu kavramlar iç içe. Okumak, yazmak, oynamak. Babam oyuncak yerine kitap sokardı eve. Çocukluğumdan beri okumayı çok severim. Ama yazma kısmı BKM ile başladı. Yılmaz Hocam yazan oyuncular yetiştirdi. Yıllarca kendi skeçlerimizi kendimiz yazdık. Matematiğini, zamanlamasını, katlamalarını, kreşendolarını, türlerini, önermelerini hepsini öğrenmeye ve uygulamaya çalıştık. Marmara Sinema TV mezunuyum ama benim için asıl okul BKM’dir. Bu herhangi bir kimlikle karşınızda olma durumundan çok, ilk kitabımın okuyucuların beğenisine sunulması durumu. Muvaffak olmayı arzuluyorum. Sanatçıyım demek ne kadar zor ise, yazarım demek de o kadar zordur. Sizin kendinize demenizden çok, değerlendirenlerin addettiği bir şeydir bu. Layık olmaya çalışırım.
Şu anda yazdığım romanın beğenilmesi, hakkında konuşulması beni memnun eder. Bu kitap bir yemek olsaydı, çok lezzetli olduğunu söylerdim.
Nasıl bir film çekebilmek için çok izlemek gerekir ya, yazabilmek için de önce iyi bir okuyucu olmalısınız. Önce satırlar yazarsınız, belki günlük tutarsınız. Gözlemlerinizi yazarsınız. Kompozisyon yazarsınız. Skeç ya da kısa film yazarsınız. Bir diliniz olur, zamanla üslubunuz oturur. Tekrarlar azalır, betimlemeler zenginleşir, gerektiğinde sadeleşir. Bir tartınız olur. İlk aklınıza geleni yazmazsınız. Basit bir şey yazsanız bile sürüklemeye başlar sizi. Sanatla ilgili diğer alanlarda olduğu gibi, hiçbir zaman oldum demezsiniz ama yazacağınız zamanı da anlarsınız. Ben hissettiğim zaman yazdım. Kendime inanıyorum. Çocukken başladım, şiir yazdım, metin yazdım. Skeç yazdım, kısa film yazdım. Reklam yazdım. Uzun metraj yazdım. Şimdi de kitap yazdım.
Bizi diğer canlılardan ayıran yegâne özelliklerden biridir paylaşmak. Mutluluğunuzu paylaşırsınız, sırrınızı, başarınızı, sevdiğiniz müziği, beğendiğiniz filmi, güzel bir yemeği ve elbette yazdığınız bir kitabı. Bir resim paylaşıldığı zaman değer kazanır. Bestelediğiniz müziğin iyi olduğuna inanıyorsanız onu saklamazsınız, paylaşırsınız. Ben de okuyucularla paylaştım. Bu nedenle mutlu ve heyecanlıyım.
Yazdığım roman henüz basit bir hikâye halindeyken editör bir arkadaşım okudu. Çok beğendi. O zaman aklımda kitap yazmak yoktu. Çünkü yazdığım çok fazla hikâye var. O arkadaşımın teşviki ile kapsamlı bir hale getirdim ve Doğan Kitap’a sunduk. Onlar da çok sevdiler. Arkadaşım benimle ünlü olduğum için arkadaş olmadığı gibi, okuduğunu sevdiği için sundu. Tıpkı Doğan Kitap gibi.
Kelimelerin dünyasına başvurmak için repliklerde bana bir şeylerin yetmemesi çok ayrı şeyler. Çünkü film bir oyuncu olarak tek başına çekebileceğim bir şey değil. Ama kitabı tek kişi yazabiliyorum. Kitap da yazdım, senaryo da yazdım. Her ikisinde de kelimelerin dünyasına başvurdum. Kitabı yayımlamak benim elimde sayılır, ama filmi çekmek için yatırımcınız olması gerekir.
Oyunculuk tek kişi olarak veya kollektif bir işin içinde olarak icra edilir. Yazarlık işi de tek kişilik veya grup halinde yazılarak icra edilebilir. Ben tek kişinin yazabileceği bir roman yazdım.
‘O Kadar da Değil’ ismi, istenmese de kabul edilebilecek, alışılagelmiş, kanıksanmış negatif kabullenmelere rağmen yaşanan bir duruma verilen reaksiyon cümlesidir. Diğer tasvirler Zehra karakterinin yaşadıklarını paylaşırken söylediği kendi dağarcığının ürünüdür. Yani benim yorumum, hem bizden, hem biraz yabancı bir öykü değil bu. Direkt bizden.
İnsanları güldürmeyi kendine dert edinen biriyim. Oyunculuk tarzımı değil de komedi tarzımı yansıttım. Bence çok komik ve eğlenceli bir kitap çıktı ortaya.
Senaryo gibi yazmadım. Film gibi derken, bir film akıcılığında demek istiyorsunuz sanırım. Üslup olarak okuyanın gözünde görsel karşılığının iyi canlanmasına dikkat ederim. Her hikâyenin, romanın filmi olur. Umarım bunun da olur.
İmlâların yanlış kullanılmasına biraz takarım. Yazarak ve okuyarak iletişim kurulan yerlerde ifadeyi doğru anlatmak için doğru yazmak gerekir. Kimisi önemsemez, nasılsa anlaşılır diye düşünür belki, ama ben hassasım bu konuda. Kapakta yazan yazı ironik bir cümledir. Günümüzün popüler sorunu mu bu bilmiyorum, benim için de’leri ayrı yazabilmeyi öğrendiğimden beri var bu sorun. Ama bununla ilgisi yok. Kitaptaki bir durumu tek cümleyle daha kuvvetli anlatabileceğiniz bir ironi sadece.
Hayat, bir koşturmacadır. Mesele hangi tempoda, kimlerin yanından ve nelerin peşinden koştuğunuzdur.
Ben doğma büyüme Kadıköylüyüm ve bundan dolayı gurur duyuyorum. Hayatımın en güzel yılları burada geçti. Oturduğum mahalle, okuduğum okullar, geçirdiğim kaliteli zamanlar hep burada oldu. Suadiye de Kadıköy denince akla gelen ilk isimlerden biri. Yıllar önce, kitapta bahsettiğim Fikriye Hanım’a benzer birini tanımıştım Bağdat Caddesi’nde oturan. Ona bir atıfta bulunmak istedim zira yazdığım karaktere çok da uzak biri değildi. Benim için Kadıköy tam anlamıyla İstanbul’ un en yaşanılacak yeri. Burada insanlar birbirine daha saygılı, daha sevecen. Kültür seviyeleri de çok yüksek olduğundan, sokakta kime denk gelirseniz mutlaka öğrenecek bir şey bulursunuz.
Kitabın sadece bir kısmında 90’ları anlatıyorum. Ama elimden gelse sadece o yılları konu alan bir şeyler yazmak isterim. Neden bilmiyorum, o yıllardaki Suadiye’yi düşününce aklıma ilk olarak resmi bayramlarda Bağdat Caddesi’nde katıldığımız törenler geliyor. Elimizde bayrak flamalarla yaptığımız, tüylerimi düşününce bile diken diken eden o anlar. Hala büyük coşkuyla kutladığımız bayramlarımız için bir buluşma noktası sanki Suadiye...
Onca film izleyenin, ‘ilk film’leri izlediği gibi, onca okuyanın da bu kitabı okuyacağına inanıyorum. Güzellik de bulaşıcıdır. Görürsün, alırsın, duyarsın, alırsın.
Yazıyorum şu an.
Şahane sorularınız için teşekkür ederim.