Yeşilçam’ın mutfağında, ses mühendisliğinden yapımcılığa kadar her aşamasında büyük hizmetleri olan, sinemadan kazandığını yine sinemaya harcayan gerçek bir sinema emekçisi ve sevdalısı; Necip Sarıcı…
Serkan OKAY
Türk Sinemasında 1950’lilerin sonundan 1970’lerin ikinci yarısına kadar öncelikle ses mühendisi olarak büyük emek vermiştir sinemamıza Necip Sarıcı. Ayhan Işık’lı “Kanun Benim”, Yılmaz Güney’li “Umut”, Fatma Girik’li Kadir İnanır’lı “Yılanların Öcü”, Göksel Arsoy’lu “Gümüş Gerdanlık” seslerini aldığı binlerce filmden sadece birkaçı. Bugüne kadar Yeşilçam’da yaklaşık 6 bin 500 filmin üretildiğini düşünürsek 2 bin civarında filmin teknik mutfağında Necip Sarıcı’nın imzasını bulabiliriz. Binlerce filmde emeği var olup da çoğumuzca tanınmayan, sadece dikkatli sinema izleyicileri tarafından jeneriklerde ismi fark edilen, mutfaktaki gerçek emekçilerden…
Çocukluğu İstanbul Kasımpaşa’da geçer Sarıcı’nın. Arpalıkla geçinen memur kesimini, yoksul emekçileri ve maddi durumu yerinde Ermeni, Rum, Yahudi kökenli aileleri hatırlıyor Kasımpaşa’daki çocukluk yıllarından. Zenginler Pera’dadır, Kasımpaşa da hemen Pera’nın altında… Küçük Necip yoksullukla zenginlik arasındaki o incecik çizgide büyür. 1945 yılında ilkokulu bitirince ailesi onu çeşitli ustaların yanında çıraklığa verir. Ergenlik çağlarında sık sık çıkar Necip Beyoğlu’na. Belki de sinemacı olmasındaki en büyük etken tiyatroların, konserlerin, sinemaların kalbine yani Pera’ya çok yakın yaşamasıdır.
Şimdilerde hayali ismiyle yaşayacak bir sinema tarihi müzesinin kurulması olan Necip Sarıcı ile “Umarız bu müze Kadıköy’e nasip olur” diyerek bir söyleşi gerçekleştirdik…
Sinemayla ilk temasınız nasıl oldu?
Eniştem sinema makineleri yapan bir ustaydı. Ablama ‘gelsin bir arkadaşımın yanına çırak vereyim meslek öğrensin’ deyince İzmir’in yolunu tuttum. Yanına girdiğim Mustafa Ekler adındaki ustam o zamanlar İzmir’in Lale, Dönertaş, Atlas gibi en kral sinemalarında şef makinistlik yapıyordu. Ben de bu sayede kısa sürede 17 yaşımda makinistlik ehliyeti aldım. İzmir’in çeşitli yazlık sinemalarında tutkuyla bu işi yapmaya başladım. 18’ime gelmiştim artık ve 50’li yılların başında İstanbul’a geri döndüm. Muhsin Ertuğrul’un şehir tiyatrosuna alarak önemli oyunlar oynattığı ve adeta bir yıldız yaptığı Gülistan Güzey’in uzaktan akrabam olması adeta beni sinemanın içine itti. Bu sayede kendimi yönetmen ve aynı zamanda Şan Sineması’nın sahibi Turgut Demirağ’ın yanında buldum. O da beni Şişli’deki And Film platosuna gönderdi. Orada filmlere bakar, kontrol eder, onarır boşluklarda ise Şan Sinemasında makinist olarak çalışırdım. Bu arada ailenin Göztepe’de işlettiği yazlık sinemada da makinistlik yaptığım olurdu. Askerliğimi bitirdikten sonra 1958 yılında Lale Film’in yetiştirilmek üzere teknik elemanlar alacağı ilanına rastlamam hayatımda önemli bir dönüm noktası oldu. Sınava başvuran üniversite mezunu birçok çetin rakip arasından kazananlar grubunda yer aldım ve ses mühendisi olarak Lale Film’de işe başladım.
RUM BAKKALLARIN TELEFONLARI…
Çok uzun süre yaptığınız asıl işiniz; Türk Sineması’nda ses mühendisliği. Biraz bu işten bahseder misiniz?
Seslendirme bir düş gibiydi. Konuşanlar dev adamlardı çünkü. Onlarla yakın temas içinde olmak muhteşemdi. Sami Ayanoğlu, Behzat Budak, Kani Kıpçak, Talat Artemel, İbrahim Delideniz, Reşit Gürzap, Nevin Akkaya, Adalet Cimcoz, Jeyan Tözüm gibi şehir tiyatrolarının oyuncularından bu iş sayesinde çok şey öğrendim. Ses kayıtlarını direk filme yapardık. Henüz bant kayıtları başlamamıştı. O dönemde filmler sessiz çekilir, tüm seslendirmeler, efektler, müzikler stüdyolarda yapılırdı. Müzikleri taş plaklardan kullanırdık. Kulağım bu arada iyice gelişti ve ses tonlarına bile müdahale eder olmuştum. Bu dönem seslendirmecilerin yoksulluk dönemiydi. Oyuncuların arabaları da, telefonları da yoktu henüz. Evleri yakın olanlar iş olunca birbirine haber verirdi ben de mahallemde oturanlarla paylaşırdım. Mesela Muhsin Ertuğrul yönettiği tiyatroların Tepebaşı’nda olmasından dolayı oyunculara rahat ulaşmak için bu civarda oturmalarını isterdi. Haberleşmede tercih edilen diğer bir yöntem ise çıraklar vasıtasıyla özellikle Rum bakkalların telefonlarıydı. Oyuncular çıraklarla bakkala çağırılırlar ve tiyatrolarıyla veya stüdyolarla iletişim kurarlardı. Mütevazi aylıklar alan oyunculara, seslendirme işleri ek kaynak olurdu ve onları biraz rahatlatırdı. Ben de günde ortalama 18 saat çalışırdım.
Yapımcılık da yaptığınızı biliyoruz. Hangi filmlerdi onlar?
1968 yılına geldiğimizde artık iyi para kazanmaya başlamış ve o güne kadar bir miktar para biriktirmiştim. Gönlümdeki aslan yapımcılıktı o yıllarda. Yönetmen Metin Erksan’a hayranlığımdan dolayı, finanse edeceğim filmi onun yönetmesini istedim. Kafa kafaya verdik ve Kuyu filmini yapmak için yola çıktık.100 bin liralık bütçe öngörmemize rağmen film 6 aylık bir çalışmayla 260 bine çıktı. Afyon Dinar’da yapılan çekimlerin uzaması tüm hesaplarımızı altüst etti. 80 kutu negatif harcamıştık ve yatırdığımız para geri dönmedi. Yapımcılığını üstlendiğim filmlerim; 1968’de Kuyu,1971’de Kara Gün,1979’da Yusuf ile Kenan,1981’de Kırık Bir Aşk Hikâyesi,1993’te Bir Düğün Masalı,1997’de Çökertme.
“BÜYÜK BİR SİNEMA YARATTIK”
Lale Film’i devralışınızın öyküsü nasıl?
1979 yılına geldiğimizde Lale filmin patronları Filmer ailesi yaşlanmıştı. Binayı bana satmak istediler. İki ortağımla birlikte yıllarca personeli olarak büyük emek verdiğim bu tarih kokan binayı devraldık Filmer ailesinden. Cemil Filmer köklü bir sinemacıydı. Atatürk’ü yakından tanımış, ilk Türk filmini çeken Fuat Uzkınay’ın yanında asistan olarak bulunmuştu. Halide Edip’in Sultanahmet mitinglerinin kameramanıydı. Eşi de o mitinglerde konuşan kadınlardan biri olan Sebahat Hanımdı. Hatta Cemil Filmer ve Fuat Uzkınay’ın ortaklığıyla, şu anda Kadıköy itfaiyesinin bulunduğu bölgede “Milli” adında bir sinema kurulmuştu. Şirketi böylesine değerli bir aileden devralmak benim için her zaman gurur verici olmuştur.
Yeşilçam’ın hala lezzet veriyor olmasını neye borçluyuz?
Aslında o dönem çektiğimiz filmler özellikle birer İstanbul belgeseliydi. Yozlaşmamış, çirkin yapılaşmamış bir İstanbul’a şimdilerde ancak bu filmlerde görüyoruz.O açıdan da çok değerli buluyorum bu filmleri.Mesela tarihi köşkleri bu yapıtlarda bulabiliyoruz.Yoktan var eden bir sinemaydı Yeşilçam. İmkânsızlıklar içinde özveri ve sevgi yansıtıldı filmlere. Bu sevgi izleyiciye de geçiyordu tabi ki. Figürasyonda dahi tiyatro kökenli, ekonomiyi ikinci plana atmış idealist oyuncuların yer alması haliyle başarıyı da beraberinde getirdi. Sinemaya hakim olan Ermeni ve Rum ustalar çok şey kattılar bu başarı öyküsüne. Yani akademik olmayan bir sinemadan büyük bir sinema yarattık. Bunu yeni yeni anlıyoruz.
“BURASI RUHLAR MÜZESİ”
İçinde bulunduğumuz mekanda sanki Yeşilçam tarihi yatıyor. Neler var burada?
Burası bence ruhlar müzesi. Türk Sineması’na büyük emekler vermiş birçok ustayı kaybettik. Çok çalışmış, çok kazandırmış ama fakirlik içinde ölmüş birçok sinemacının kullandığı ekipmanlarla dolu burası. Örneğin büyük yönetmen Atıf Yılmaz’ın ailesinin reddi miras yapması çok acı bir şey. Bu koleksiyonun temelinde gittiğim sinema filmlerinin biriktirdiğim biletleri yatmakta. Şu anda 100 yıllık film kameraları, 65 bin fotoğraf negatifi, sanat ve sinemayla ilgili 5 bin civarı kitap, 5-6 bin orijinal film afişi, yüzlerce filmin negatif ve pozitifi, ses kayıtları, taş plaklar, dublaj masaları, miksaj setleri koleksiyonumun bünyesinde.
KADIKÖY’ÜN YAZLIK SİNEMALARI
“Anadolu yakasında çalıştığım yazlık sinemalardan biri Turgut Demirağ’a ait Göztepe’de bulunan And Sineması’ydı. Sinema, Demirağ ailesinin köşklerinin de bulunduğu 30 dönümlük arazi üzerinde, Erenköy tren istasyonuna yakın Rıdvan Paşa sokaktaydı. Sinemanın ilk makinisti ben oldum. Haydarpaşa’dan trenle ulaşırdım sinemaya. Sonrasında Küçükyalı’da büyük bir bahçede yer alan İpek Sineması’nda çalıştım. 500 lira maaş alıyordum. Gündüzleri Lale Film’e devam ediyordum, akşamları ise yazlık sinemalarda makinistliğe devam ediyordum. Birkaç yıl da Koşuyolu’nda bir yazlık sinemada çalıştım. O dönemin vazgeçilmez eğlenceleriydi bunlar. Televizyonun henüz olmadığı ve ailece gerçekleştirilen çok önemli bir aktiviteydi.”
Türk Sineması’nın sizce en iyi filmleri hangileri?
1949 yılı yapımı Lütfi Ö.Akad’ın yönettiği Vurun Kahpeye,1955 yılı yapımı yine Lütfi Ö.Akad’ın yönettiği Beyaz Mendil ve 1957 yılı yapımı Atıf Yımaz’ın yönettiği Gelinin Muradı favori üç filmimdir.
Yeşilçam’ın en iyi üç yönetmeni kimlerdir sizce?
Lütfi Ö.Akad, Metin Erksan ve Halit Refiğ Türk sinemasına çok şey katmış gönlümdeki üç yönetmendir.
Yeni dönem sinemasını nasıl buluyorsunuz?
Yeni sinema akademik sinema.Yeni sinema Avrupa sineması,Hollywood sineması.Artık çıta çok yüksek.Lakin günümüzde sinema okuyan veya mezun olarak sektörde çalışanların çoğu,sinemamızın geçmişine son derece yabancılar.Yeni sinemacılara bu yüzden biraz kırgınlığım var.Şunu bilsinler ki,yaptıkları filmler büyük gişe yapabilir,birçok ödül de alabilirler.Lakin bir Susuz Yaz’ın ,bir Hababam Sınıfı’nın yada bir Yol’un lezzetini vermeleri her zaman çok zor olacaktır.