Dünya Kanser Kontrol Örgütü (UICC), 2005 yılında 4 Şubat tarihini Dünya Kanser Günü olarak belirledi ve her yıl ‘Kararlıyım ve Yapacağım‘ sloganıyla hastalığa karşı bilinçlendirme çalışmaları yürütüyor.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre dünya üzerindeki ölümlerin 6’da 1’ine sebep olan kanser, bir organ veya dokudaki hücrelerin düzensiz olarak bölünüp çoğalmasıyla ortaya çıkan kötü urlara verilen genel ad. DSÖ, dünya üzerindeki kanser vakalarının daha sağlıklı yaşam koşulları oluşturulduğunda engellenebileceğini söylüyor. Yine yayınlanan raporlara göre kanserden kaynaklı ölümlerin neredeyse üçte birine aşırı kilo, hareketsizlik, yetersiz beslenme, sigara ve alkol kullanımı sebep oluyor.
Kanser ölümlerinin yüzde 70’i ise düşük ve orta gelirli ülkelerde gerçekleşiyor. Buradaki en büyük eksiklik ise kanserle mücadele konusundaki yetersizlikler ve onkolojiye yapılan eksik yatırımlar. Doğruluk Payı’nın paylaştığı bilgilere göre Türkiye’de 100 bin kişiye düşen onkolog sayısı 0,66’da kalıyor.
Journal Angewandte Chemie dergisinde yayımlanan makaleye göre iridyum maddesinin kanserli hücreleri imha ettiği iddia edildi. Onkolog Dr. Yavuz Dizdar ile kanser konusunda Türkiye’nin nerede olduğunu, kanserle mücadelede yapılması gerekenleri ve iddia edildiği gibi bazı otlarla kanserin önüne geçilip geçilemeyeceğini konuştuk.
“MUCİZEVÎ TEK BİR MADDE YOK”
Kanserle mücadele konusunda diğer ülkelerle karşılaştırınca nasıl bir yerdeyiz?
İmkânlar anlamında bakıldığında ciddi bir eksiğimiz yok. Gerek kanser ilaçları, gerekse radyoterapi cihazları tamamen dünya ile aynı seyirde olanaklar tanıyor. Cerrahlarımız tamamen yeterli. Ama elbette bu, dünyada da olduğu gibi kanser tedavisine yönelik başarı anlamını taşımıyor. Çünkü kanserle mücadele dediğinizde sağlık hizmeti değil, koruyucu hekimlik ortaya çıkar. Bizim yapmamız gereken özellikle beslenme sistemini fabrika ayarlarına döndürmek, aksi takdirde bu sorun mücadele ile çözülemez.
İridyumun kansere çare olabileceği iddia ediliyor. Gerçekten öyle mi?
İridyum kanser tedavisinde zaten kullanılan bir radyoaktif element. Genel olarak şunu söyleyebilirim, kanserin mucizevi tek bir madde ya da ilaçla çözülmesini beklemek hayal düzeyindedir. O nedenle herhangi bir dergideki bir tek makaleye dayanarak kanıya varmak da olası değil.
“ERKEN TEŞHİS BİR MİT"
Sürekli “kanser tedavisinde etkili olan ot” türü haberler düşüyor. Böyle bir şey mümkün mü?
Bitkisel yaklaşımların kanser tedavisine yardımcı olarak, nadiren de ispatı mümkün olmayan katkıları oluyor. Ancak genellikle sosyal medyada çıkan bu haberlerin karşılığı yok. Tıbbın da bir hatası var, etkili olabilecek bir bitki ekstresinden ticari ürüne geçmeye kalktıklarında onu saflaştırmak durumunda kalıyorlar. Bu elbette karışımın bütününde bir katkı varsa bunun saptanmasını olanaksız hale getirir. Etki bazen tek molekül olarak görünmez, ama karışım halindeyken ortaya çıkabilir.
Kanser tedavisinde en büyük problem erken teşhisin konulamaması mı?
Hayır; mesele erken teşhisle bile saptanacak durumların hiç ortaya çıkmamasını sağlamak. Erken teşhisin hayat kurtardığı konusunda bir ağız birliği olsa da bu aslında bir mit.
UZMAN AZ DEĞİL HASTA ÇOK
Türkiye’de onkoloji uzmanı sayısı diğer ülkelere göre düşük. Bu da temel problemler arasında sayılabilir mi?
Türkiye’nin uzman sayısında bana göre çok da bir sorun yok. Ama hasta sayısının aşırı artışında bir sorun var. Yani bir yerde sistematik hata yapılmış. Bilim camiası yıllardır bu sorunun yanıtını bize ‘sigara, alkol, kilo fazlası, tuz ve hatta genetik’ ile açıklamaya çalıştı. Bugün geldiğimiz noktada aslında bir şey bilmediklerini, onlara söyleneni papağan gibi tekrarlamakla yetindiklerini anladık. Oysa kanserin ve diğer hastalıkların ciddi şekilde arttığı son on beş yılda en büyük değişiklik gıdalarda meydana gelmiş. Besin maddeleri dıştan aynı görünseler de, içerik olarak tamamen değişmişler. Bu değişikliklerin bir kısmını endüstriyel uzun raf ömürlü market gıdası hazırlamak için yapmışlar. Sütü inanılmaz işlemlerden geçirmişler, yoğurdu ekşiyemez hale getirmişler, tavuğu tavuk olmaktan çıkarıp “beyaz et” dedikleri yarı kimyasal bir et cinsine dönüştürmüşler. Bu ister istemez daha çocukluktan itibaren aşırı miktarda kimyasal maddeye maruz kaldığımız anlamına geliyor. Dolayısıyla astımdan tutun, kansere kadar hastalık yükünün bu kadar artıyor olmasında aslında şaşıracak bir şey yok. Bu artışın getirdiği yükü sağlık hizmeti ve doktor sayısı ile çözemezsiniz.
“PEYNİRİ, SÜTÜ AÇIK ALIN”
Sağlıklı yaşam koşulları arttırılırsa kanserin önüne geçilir mi? Mücadele için neler yapılmalı?
Birinci kural ambalaj saplantısından ve hijyen takıntısından kurtulmak. Market ambalajının içine girmiş endüstriyel gıda kesinlikle besleyici değerini yitirmek durumundadır. O nedenle sütü açık alın, yoğurdu bundan yapın diyoruz. Peyniri açık alın ama mutlaka tadarak alın ve bu tat eğitimini çocuklara da kazandırın. Sebze meyve alışverişini pazardan yapın, daha iyisi ekolojik ya da organik pazarlara gitmek. Bu noktada herkesin şikâyeti ya ‘pahalı’ ya da ‘nereden bileceğiz organik olduğunu’ şeklinde. Elbette kokusundan ve tadından ayırt edeceksiniz. Bu noktada ekolojik pazar ciddi bir güvence sağlıyor. Çocuk okula gidiyorsa mutlaka yanına doğru düzgün bir sandviç ve meyve vermelisiniz. Kutu meyve suyu bunun yerini tutmaz. Tamam beyaz etin yenecek bir yanı yok ama yumurtaya geldiğinde özellikle çocuklarda en azından organik olanı tercih etmek zorundasınız. Beslenmenin nasıl olması gerektiğinin tek geçerli kaynağı ve güvencesi gelenektir, o nedenle geleneksel beslenmeden sakın uzaklaşmayın.