Korona virüsü salgını ile birlikte yaşam pratiklerimiz de değişti ve değişmeye devam ediyor. Örneğin maske, artık hayatımızın ve yüzümüzün bir parçası olabilir. Temizlik ürünlerini daha fazla kullanmak zorunda kalacağız. Bireysel yaşantımızda bu değişiklikler olurken bir yandan da kamusal alanlarda da bir dizi yenilik ile karşılaşıyoruz. Bunlardan biri de ulaşım araçlarında, meydanlarda, ibadet mekanlarında ve daha birçok yerde yapılan dezenfekte işlemleri. Salgınla beraber kamusal mekanlarda da belirli aralıklarla dezenfekte çalışmaları yürütülüyor. Peki, Osmanlı döneminde bu işler nasıl yapılıyordu ve hangi yöntemler kullanılıyordu. Düzce Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. İsmail Yaşayanlar, Toplumsal Tarih dergisinin mayıs ayı sayısında bu konuya dair bir makale kaleme aldı. İlginç ve aydınlatıcı bilgilerin yer aldığı bu yazının üzerine biz de Yaşayanlar ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Korona salgını süresince iki yazı yazdınız. Bir tarihçi olarak bu süreci genel olarak nasıl yorumluyorsunuz?
Aslında o iki yazı doktora tezimden üretildi, yalnızca meselelerin güncel hale gelmesini sağlayan COVID-19 pandemisiyle ilgili bir giriş ve değerlendirmeyi içeren sonuç bölümünü yeni yazdım. Pandemilerin toplumsal hayata etkileri, tarihin her döneminde benzerlik gösteriyor. Özellikle tecrit ve karantina uygulamalarının ortaya çıkmasıyla, gündelik hayatın hastalıklar sebebiyle sınırlandırılıyor olması geçmişte de bugün de aynı durumların yaşanmasına sebep oluyor. Sınırlandırılan veya topyekun yasaklanan/durdurulan ticari faaliyetler, kent ekonomisini dolayısıyla devletin mali yapısını olumsuz etkiliyor. Bu sebeple zaman zaman tecrit ve karantinayı delecek uygulamalara müsaade edildiği görülüyor.
Hastalık karşısında insanların çaresizlikleri de eski dönemlerle aynı. İnsanoğlu neyle karşı karşıya olduğunu, kendisini hasta eden ve kısa sürede öldüren şeyin ne olduğunu anlamlandırmaya çalışırken binlerce, hatta milyonlarca insan hayatını kaybetmeye devam ediyor. Bu, büyük veba pandemileri sırasında da, kolera salgınları zamanında da böyleydi. Aynı süreç influenza ya da bilinen diğer adıyla İspanyol nezlesi/gribi (H1N1), AIDS, SARS, şarbon, kuş gribi (H5N1) ve nihayetinde COVID-19’da da yaşandı. 20. yüzyılda 1918-1920 arasında yaşanan influenza pandemisinden sonra toplumları en çok etkileyen salgın COVID-19 oldu. Tarih çalışmalarına konu olan büyük salgınların benzeri, “aklımıza gelmeyen başımıza geldi” sözünü hatırlatacak bir biçimde hayatlarımızı kontrolü altına aldı.
TEBHİRHANELER
Son yazınız Osmanlı Devleti'nde uygulanan temizlik işlemleriyle ilgili. Bugünden bakınca dezenfeksiyon uygulaması basit gibi görünebilir ama 150 yıl önce bu işlemlerin nasıl ve kimler tarafından yapıldığı merak konusu.
Elbette bugün kimya biliminin ulaştığı noktada dezenfeksiyon maddelerinin yaygınlığı ve bu türden mamullere ulaşmanın kolaylığı geçmişle karşılaştırılamaz. Ancak Osmanlı döneminde de kimyasal eriyikler biliniyor ve bunların dezenfekte edici özelliklerine başvuruluyordu. Temizlik meselesi her zaman gündemde olan bir konuydu. Klasik dönemde bir Osmanlı kentinde sokak süpürmek ve çöp toplamak gibi basit işlerin denetimi kentin hem idari hem de hukuki amiri olan “kadı”nın vazifesiydi. Çöp toplayan “arayıcı esnafı” ve “çöpçüler” kadı tarafından vazifelendirilip, denetleniyordu. Toplanan çöpler denize kıyısı olan yerlerde, kayıklar vasıtasıyla açıklara dökülüyor, olmayan yerlerde ise kent dışındaki çöp çukurlarına atılıyordu. Daha sonra bu vazifeler “İhtisap Nezareti” tarafından yürütülmeye başlandı. 1855’te ilk olarak İstanbul’da kurulan belediye teşkilatlanmasıyla beraber ise temizlik işleri tıpkı bugünkü gibi belediyelerin görevi haline geldi. İstanbul’dan sonra taşra kentlerine de yaygınlaştırılan belediye teşkilatları bünyesindeki “tanzifat memurları” sokakları süpürmeye ve çöp toplamaya başladılar. Bu işler karşılığından halktan “tanzifat rüsumu” adı verilen bir vergi toplanıyordu.
Bu işlerden hangi kurum sorumluydu?
Dezenfeksiyon meselesi tamamen farklı bir iş koludur. Osmanlı’da kara ve deniz sınırlarındaki karantina işlerini yürüten Meclis-i Tahaffuz (1838) ya da diğer adıyla Sıhhiye Meclisi bünyesinde yer alan karantinahane ve tahaffuzhanelerde, teşkilatın kurulduğu ilk yıllarda basit dezenfeksiyon uygulamaları yapılıyordu. Bunlar; güherçile ve çeşitli kurutulmuş güzel kokulu bitkilerle hazırlanan tütsülerle yapılan tütsüleme işlemi veya sirkeyle yıkamaydı. Bunun yanında 24 ila 48 saat arasında suda bekletme veya çaresiz durumlarda yakma uygulamaları da yapılıyordu. 1870’lerden sonra dezenfeksiyon işlemlerinde çeşitli kimyasallar kullanılmaya başlandı.
Osmanlı, dezenfeksiyon işlemine tebhir, bu işlemin yapıldığı yere de tebhirhane adı veriyordu. Kapsamlı bir dezenfeksiyon merkezi olan her tahaffuzhanede bir tebhirhane muhakkak bulunmak zorundaydı. Bunun dışında kentlerde de tebhirhaneler kurulmuştu. Mesela İstanbul’da bugün hala ayakta olan Üsküdar’daki Gedikpaşa Tebhirhanesi bunun en güzel örneğidir. Ülke içindeki dezenfeksiyon meselelerinden Dahiliye Nezareti’ne yani bugünkü İçişleri Bakanlığı’na bağlı Meclis-i Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umumiye sorumluydu. Kentlerde ortaya çıkan salgın hastalıkların önlenmesi ve dezenfeksiyon uygulamalarını gerçekleştirme vazifesi bu meclis ve onun görevlendirdiği müfettişlerin sorumluluğundaydı. Bir mahallede, köyde veya kasabada salgın görüldüğünde, bu kuruma bağlı müfettişler derhal oraya gider, salgının neden ortaya çıktığını araştırır ve hastalığın yayılmasını engellemek için dezenfeksiyon uygulamaları öncelikli olmak üzere çeşitli önlemler alırlardı.
JAVEL SUYU, SÜLFÜRİK ASİT...
Bu ilaçların içinde neler vardı?
Dezenfeksiyon için kullanılan kimyasalların başında bugün çamaşır suyu dediğimiz javel suyu, krezol, brom, fenol, göz taşı, sülfürik asit ve hidroklorik asit geliyordu. Bu tür kimyasalların suyla karıştırılarak püskürtülmesi için pülverizatörün icat edilmesi, 19. yüzyıldaki dezenfeksiyon uygulamaları için en büyük kolaylık olmuştu. Bir de yüksek basınçlı kuru buharla dezenfeksiyon yapan etüv makinelerinin üretilmesi ve geliştirilmesi, dezenfeksiyon işlemlerinin daha da kolaylaşmasını sağlamıştı. Ayrıca sıvılaştırılmış karbon monoksiti gaz haline çeviren makinelerle de dezenfeksiyon yapılabiliyordu.
O dönem ile bu dönem arasında ne gibi farklar var? O yılları gözümüzde nasıl canlandırabiliriz?
1800’lü yıllarla bugün arasındaki en temel fark tıp, kimya ve mikrobiyoloji gibi hastalıklarla mücadelenin üç temel sacayağını teşkil edecek olan bilim dalının henüz gelişme aşamasında olmasıdır. Bugün yukarıda adı geçen üç bilim de oldukça büyük ilerlemeler kaydetmiş olmasına rağmen virüslerle olan mücadelede ivedi çözümler üretemedikleri aşikar. 150 yıl önce henüz hastalığın neden yayıldığı bile bilinmiyordu. Hastalıkların bulaşma mekanizmaları hakkında, bakteri ya da virüsler üzerine kesinleşmiş bir teori ortaya konmamıştı. Bu durumu ilk olarak Louis Pasteur değiştirdi ve onu Robert Koch takip etti. Bu iki bilim insanı hastalık yapıcı mikroorganizmaları laboratuvar ortamında inceleyen ilk kişiler oldu. Ardından hastalıklarla mücadele mekanizmaları hızla çözüldü. Bunu antibiyotiklerin icadı takip etti. İlk antibiyotik olan penisilin 1927 yılında icat edildi ve üretilmeye başlandı. Bu tarihe kadar basit bir bakteriyel rahatsızlığın bile tam olarak tedavisi söz konusu değilken, bugün bakteri kaynaklı hastalıklar artık insan hayatını tehdit etmeyen türler olarak değerlendiriliyor. İnsanların yüzleştiği pek çok virüsün tedavisi de bulunmuş olmasına rağmen, insanoğlunun doğaya daha fazla hakim olduğu her sürecin sonucunda, karşısında çaresiz kaldığı yeni tür virüslerle yüzleşiyor olması şaşırtıcı değil.
Siz aslında 150 yıl önceki uygulamaların şu ana katkı sağladığını söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Hem bilim hem de teknoloji birikerek ilerleyen dallardır. 150 yıl önceki uygulamalar olmasaydı tıp, kimya ve mikrobiyoloji bugünkü gelişmişliğe ulaşamayacaktı. O dönemki uygulamaların tamamı “o zamanın yeni teknolojisi ve icadı” idi. O icatlar toplumlar tarafından denenerek daha da geliştirildi, işe yaramayanlar ise terk edildi, unutuldu. O dönemde dezenfeksiyon maddesi olarak kullanılan “javel suyu”, bugün evlerimizdeki en temel temizlik maddesi olan “çamaşır suyu”na dönüştü. Dezenfeksiyonlu suları püskürtmek için icat edilen pülverizatör, bugün hem ilaçlamada hem de o dönemde kullanılanlarla benzer kimyasal eriyikleri püskürtmek için kullanılmaya devam ediyor. Kısacası bir kopuştan bahsetmek yerine, devamlılıktan söz etmek daha doğru olur.
“MENŞEİ AVRUPA”
Osmanlı döneminde yapılan işlemler nasıl kayıt altına alınmış? Bu bilgiler hangi arşivlerde yer alıyor?
Osmanlı, büyük ve köklü bir devlet geleneğine sahipti. Dolayısıyla erken dönemlerden itibaren yapılan tüm işlemler kayıt altına alınmış durumda. Herhangi bir resmi işlemin söz yoluyla yapılmadığı, kayda döküldüğü biliniyor. Ancak kayıtların saklanamaması (yangın, sel vs.) sebebiyle Fatih (II. Mehmed)’e kadarki dönemlere ait arşiv evrakı ne yazık ki az. Fatih’ten sonra evraklar hem sayıca hem de türce artıyor.
Evrakları hazırlayanlar elbette devlet görevlileri ve bu evrakları hazırlamak için özel eğitim almış kişiler. Osmanlı Devleti’ne ait evraklar 2019’a kadar çeşitli kurumlara dağılmış olmakla birlikte büyük oranda T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı’na bağlı olan Osmanlı Arşivi’nde bulunuyordu. Peyderpey başka arşivlerde bulunan evrakın da burada toplanması kararlaştırılınca, bugün Osmanlı’ya ait belgelerin neredeyse tamamının Kağıthane’deki Osmanlı Arşivi binasında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
O yıllarda Avrupa'da hangi yöntemler kullanılıyordu?
Kamu sağlığı, kent hijyeni ve kişisel hijyen uygulamalarının menşei Avrupa. Ancak Osmanlı, Avrupa’da hayta geçirilen uygulamaları kısa sürede transfer ediyor ve kendi ülkesinde uygulamaya başlıyor. Dolayısıyla Osmanlı için anlatılan her gelişme ve teknoloji o dönemde Avrupa’da biliniyor ve kullanılıyordu. Özellikle tıp ve mikrobiyoloji alanında Avrupa’nın yakından takip edildiği biliniyor. Mesela Pasteur’ün Paris’te kendi enstitüsünü kurmasından sonra burada yaptığı çalışmalar sırasında kuduz aşısını keşfetmesi sebebiyle, dönemin Osmanlı sultanı II. Abdülhamid’in kendisine para gönderdiği ve nişanla taltif ettiği biliniyor. Yine aynı sultan döneminde Paris ve Cenevre’den sonra dünyadaki üçüncü Pasteur enstitüsü olan Bakteriyolojihane-i Şahane’nin 1893 senesinde İstanbul’da kurulduğu ve burada aşı çalışmaları yapıldığı da bilinen bir gerçek.