Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre şizofreni tüm dünyada 21 milyon kişiyi etkiliyor. Her 100 kişiden birinin yaşamı boyunca bu hastalanma riski var ve sadece genetik yatkınlıktan kaynaklanmıyor. Çevresel faktörler de büyük rol oynuyor. Göçmen olmak, toplumda azınlık konumunda bulunmak, sosyoekonomik olarak dezavantajlı bir bölgede yaşamak bile şizofreni riskini artırabiliyor. Ancak hastaların en büyük sorunu, hastalığın kendisinden çok toplum tarafından damgalanmak!
24 Mayıs Dünya Şizofreni Günü dolayısıyla uzmanlar, toplumda yaygın olan önyargıların ve damgalamanın hastaların tedavi sürecine zarar verdiğine dikkat çekti. Moodist Psikiyatri ve Nöroloji Hastanesi’nden Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Alp Üçok, şizofreninin tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu vurgulayarak, “Şizofreni, diyabet ya da hipertansiyon gibi kronik bir hastalık. Ancak bu tedavi edilemediği anlamına gelmiyor. Tedavisi mümkün ama toplumdaki önyargılar nedeniyle hastalar doktora gitmekten çekiniyor, tedaviye direnç gösteriyor.” dedi.
“FAİLLERİN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU PSİKİYATRİK HASTA DEĞİL!”
Şizofreni hastalarının işinde başarılı olup normal bir yaşam sürebileceklerine dikkat çeken Üçok, toplumda şizofreni hastalarının sık sık şiddetle ilişkilendirilmesinin yanlış ve haksız bir genelleme olduğunu vurgulayarak bu algının ciddi bir ayrımcılık biçimi haline geldiğini belirtti: “Türkiye’de her yıl birçok kadın erkek şiddetiyle hayatını kaybediyor. Türkiye’de her yıl birçok kadın şiddete maruz kalıyor, öldürülüyor ama faillerin büyük çoğunluğu psikiyatrik hasta değil! Buna rağmen şizofreni hastaları haksız bir şekilde damgalanıyor.”
Şizofreninin görülme oranı yüzde 1, ancak ailesinde hastalık öyküsü olanlarda bu oran yüzde 10’a çıkıyor. Yani genetik faktörler etkili ancak tek başına belirleyici değil. Prof. Dr. Alp Üçok, bu durumda en büyük risk faktörlerinden birinin madde kullanımı olduğunu belirterek şunları söyledi: “Genetiğin bir rolü var ama çevresel faktörlerin de rolü var. En önemli faktör madde kullanımı. Maalesef esrar dünyada yaygınlaşırken esrarın zararlı olduğuna dair inanç da azalıyor. İnsanlara ilaç veriyoruz "Ben kimyasala karşıyım" diyor ama esrarın içinde kimyasal olduğunu bilmiyor. Fakat bazı kişilerde esrar kullanımını bıraksa bile psikoz devam ediyor. Ayrıca toplumda artan cinsel, fiziksel, duygusal travmalar. Bunlar yine çocuğun küçükken şiddete maruz kalması, cinsel şiddete maruz kalması, temel duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarının ihmal edilmesi de depresyona yol açtığı gibi psikoza da yol açabiliyor. “
Şizofreni nedenini tek bir sebebe bağlı olmadığının altını çizen Üçok, “Varlıklı bir semtte düşük yaşam koşullarında yaşıyor olmak da şizofreni riskinde artışla ilişkili. Azınlık konumunda olmak, göçmen olmak, farklı bir dini veya etnik gruba sahip olmak kişide psikoz riskini arttırıyor. Bunun nedeni beyindeki gri maddenin daha ince olduğu görülüyor. Bunlar hep hormonal ve genetik değişiklikler. Olay sadece anneden babadan doğarken olanlar değil. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, eğitim eşitsizliği, azınlık olmak da risk etkeni olabiliyor. Yani şizofreni ‘Sevilmedi, ilgi görmedi, mutlu olamadı’ gibi muğlak ifadelerle değil gerçekten net, ölçülebilir risk etkenlerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkabiliyor.”dedi.
“ŞİZOFRENİ TEDAVİ EDİLEBİLİR, HAYAT DEVAM EDER”
Moodist Hastanesi’nden Uzman Psikiyatrist Dr. Erhan Yüksek de, şizofreninin yalnızca ilaçla değil, psikososyal destek, aile eğitimi ve toplum temelli sağlık hizmetleriyle de başarıyla yönetilebileceğini belirtti. Dr. Yüksek, Dünya Sağlık Örgütü’nün 15 ila 25 yıl süren Uluslararası Şizofreni Araştırması’na dikkat çekerek şunları söyledi: “Araştırmaya göre birçok hasta zamanla tüm belirtilerden kurtulabiliyor. Kolombiya’da hastaların üçte ikisi tam zamanlı çalışıyor, İngiltere’de hastaların yüzde 60’ı tamamen iyileşmiş durumda. Bu, iyileşmenin sadece mümkün değil, aynı zamanda yaygın olduğunu gösteriyor.”
Dr. Yüksek, şizofreninin sadece biyolojik değil, sosyal bir hastalık olduğunun altını çizerek şu hatırlatmayı yaptı: “İyileşme, yalnızca semptomların ortadan kalkması değil, aynı zamanda bireyin anlamlı, üretken ve bağlantılı bir yaşam sürdürebilmesidir. Toplumun desteği olmadan bu mümkün değil.”