Köylüler, binlerce yıldır farklı iklim koşullarında ve yörelerinin toprak özelliklerine göre, doğa ile işbirliği ve uyum içinde sayısız bitki çeşitlerini geliştirdiler. Bugün farkındayız ki; yaratılan bu zengin çeşitlilik gen erozyonu ve gen korsanlığının tehditi altında. 1970’li yıllardan sonra "birim alandan elde edilen verimi en üst düzeye çıkarmak" argümanıyla yola çıkan “yeşil devrim” endüstriyel tarımın yolunu açtı. Çiftçi refahı, artan dünya nüfusunu doyurmak, yüksek verim elde etmek gibi hedeflerle yola çıkan “yeşil devrim” daha 20. yaşını tamamlarken iflasın eşiğine geldi. Bu kez de genetik mühendisliğinin ulaştığı bilimsel düzey ile GDO (genetik yapısı değiştirilmiş organizma) tekniğine bir çare olarak başvuruldu. Herhangi bir tür (bitki, hayvan, insan veya mikroorganizma) canlı organizmanın genom yapısında fonksiyonu belirlenmiş bir genin bir başka canlının gen dizilimine biyoteknolojik yöntemlerle aktarılması ve bakterilerle çoğaltılarak yeni bir canlı türü oluşturulmasıyla transgenik canlılar üretilmeye başlandı. Üretilen canlılar tarım ve tohum alanında tekel haline gelmiş dev firmaların patenti altına alınmaya başladı. Bu da yetmedi aktarılan genin gittiği (bulaştığı) her yerin kendi mülkiyetleri olduğunu iddia etmeye başladılar. Gen kaçışı ile artık canlı yaşamın özü olan tohumlar kimi ulus aşırı şirketlerin mülkiyetine girmeye başladı. Oysa köy çeşitleri anonimdir, halka aittir ve kuşaktan kuşağa paylaşılarak yaşamın zenginliğini sağlar. Köylülerin ürettiği ürünler geçmişten bu yana yerel pazarlar ve yerel beslenme kültürünün desteğiyle tarımda ürün çeşitliliğinin artmasına, onbinlerce çeşit geliştirilmesine, tohum ve bitki çeşitleri ve genetik zenginliğin korunmasına yardımcı olmuştu. Ancak küreselleşmeden dolayı oluşan gıda ürünlerinin uluslararası ticareti ve bugün şirketlere bağlı büyük zincir marketler ve alışveriş merkezleri yerel pazarların yerini aldıkça, çeşitlilik yerini tek tip ürün yetiştiriciliğine bıraktı. Bir yandan tohum şirketleri, bir yanda gıda şirketleri piyasaya hükmetmeye başladılar ve çiftçinin hangi çeşidi ekeceğine karar vermeye başladılar. İstenen çeşitten ekilmezse tabii ki ürün şirketlere bağlı tüccarlar tarafından satın alınmıyordu. Böylece çiftçiler satabilecekleri çeşitlere yönelmeye başladılar. Tohum ve bitki çeşitlerinin varlığını güvence altına almanın en iyi yolu onları üreterek korumak, üretilen ürünleri doğrudan tüketiciye ulaştırabilmektir. Ancak ulusaşırı şirketler sadece çıkarlarını düşünerek açlığa ve kıtlığa çare olmak gibi bahanelerle hangi bitkilerin yaşayacağına, hangilerinin kaybolacağına karar veriyorlar. Ulusaşırı şirketlerden yana politika üreten hükümetler, çiftçileri zamanla tohum endüstirisine bağımlı hale getiriyor. Bu da yerel köy çeşitlerinin kısa sürede ortadan kaybolmasına neden oluyor. Geleneksel köylü tarımı ve ekolojik tarım, endüstiriyel metodlardan çok daha sağlıklı ve sürdürülebilir olduğu için, her geçen gün daha fazla anlaşılmakta, toplumsal destek bulmaktadır. Bu durumun korunması ve geliştirilebilmesinin ancak yerel tohumlar kullanılarak üretilmesi ve bu üretimin öncelikle yerel pazarlara sunumu ile mümkün olabilecektir. Yerel çeşitlere dayalı ekolojik tarım hareketi ihtiyaç duyduğu toplumsal desteği gerçek gıdadan yana somut tavır alan, toplumsal bilinç ve farkındalık yaratan hareketlerin somut duruşu ile güçlenecek, dünyayı saran ekolojik krize yanıt üretecektir.
Levent Gürsel Alev
(Ekolojik Üreticiler Derneği Başkanı)