İKİ KERE SÖYLEŞTİK
Orhan Erinç, gazetemize iki kere röportaj vermişti. İlkini, Cumhuriyet Gazetesi’nin eski muhabirlerinden biri olarak ben yapmıştım 2010 yılında. Diğer söyleşiyi ise bundan 6 yıl önce Erhan Demirtaş yapmıştı. Bu röportajlardan önemli satırbaşlarını, Erinç’in anısına tekrar yayınlıyoruz.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, dünyada bile eşine az rastlanır bir meslek örgütü. En sağından en soluna dek tüm siyasi yelpazeden üyelerimiz var. Ama olaylara yaklaşımda siyasi tercihleri değil mesleki yaklaşımları öne çıkıyor. Siyasi iktidarları veya muhalefettekileri eleştirirken, eleştiri sınırlarını aşmamaya çaba gösteriyoruz. Çünkü eğer aşarsak o görüşteki meslektaşlarımızı yok saymış oluruz.
Basında sansür yasal anlamda yok ama yayın yasağı var. Yani kimse bunu yazma demiyor ama zaten siz neyi yazmayacağınızı biliyorsunuz. Sansür döneminden yasaklar dönemine geldik.
Gazetecilik, eğer onu yaşam biçimi olarak kabul ederseniz yapılabilecek bir iş. Mesai kavramının olmadığı, istisnalar hariç çok yüksek gelirlerin elde edilemeyeceği bir meslek. Yazdıklarınız nedeniyle kızdırdığınız bazı çevreler tarafından şiddete uğrama riskiniz var.
Dünya, teknoloji ve haber algısı değişiyor. O açıdan geçmişe özlem duymak bana ters geliyor. Gazeteciliğe başladığımda Türkiye’de tükenmez kalem yoktu. Öyle bir Türkiye’yi nasıl özlerim? Ama arkadaşlık ilişkileri, gazetecilik dayanışması, mesleğe duyulan saygı açısından bakınca, insan o günleri aramadan da edemiyor.
İktidarın ‘dindar ve kindar’ bir yaklaşımı söz konusu. Başkalarına kindar olmasını öğütlerseniz, kendiniz de kindarsınız demektir. Yani yapılan yanlışların, hataların gizlenmesi ancak duyurulmamasıyla mümkün hale geliyor. Arada onu duyurmaya çalışanlar olursa da sonuç bu oluyor Türkiye’nin giderek batı dünyasından soyutlanması da gündeme gelmiş durumda. Böyle olunca demek ki bazı karabasanlar oluyor onlar da acısını başkalarından çıkarmaya çalışıyor diye düşünüyorum.
1973’ten beri Şaşkınbakkal’da oturuyoruz ama Kadıköy maceramız 1943’te Çiftehavuzlar’da başladı. Sonra Fahrettin Kerim Gökay Caddesi civarına, Ortabahar Sokak’ta, Bahariye’de, Kuyubaşı’nda yaşamıştık.
Kadıköy’ün köşkler dönemini yaşayanlardanım. Cemal Paşa’nın köşkünde kiracıydık, çocukluk yıllarımdan hatırlıyorum. Elektrik vardı ama Çiftehavuzlar da lambalar hava gazıyla yanardı. Bir görevli akşamları çakmakla onları yakardı. Gözcübaba’da üç tane futbol sahamız vardı. Kadıköy’ün Fenerbahçe’den sonra en kıdemli takımı olan 1912’de kurulmuş Hilal Gençlik Kulübü vardı. Orada lisanslı futbolcuydum. Orada yaz maçları yapardık. Merdivenköy ve Kurbağalıdere’nin çevresi bomboştu. Oraya köpekleriyle avcılar gelirdi.
Gençliğimde Bağdat Caddesi’nde tramvay, üst Göztepe’de tren vardı. Bizim bindiğimiz tren 08.46’da gelirdi Göztepe’ye. Cağaloğlu’na gidenler o trende olurdu. Kadıköy Sirkeci vapurunda da herkesin bir yeri vardı. Gazeteci arkadaşlar toplanırdık. Eksik birini gördüğümüz zaman ‘Allah Allah acaba hasta mı’ diye kuşkulanırdık. Çoğu zaman grup halinde yürüyerek Cağaloğlu’na giderdik.
Kadıköy’den ayrılmayı hiç düşünmedim. Kadıköy vazgeçilmez. Burayı hala daha çekici, yaşanabilir bir yer olarak görüyorum.
YELENCE’NİN SON RÖPORTAJI
Yalçın Yelence, son röportajını TV Kadıköy YouTube kanalından Samet Akten’e vermişti. Yelence’nin vefatından sadece 1 ay evvel yaptığı o söyleşiden önemli bölümler şöyle:
“Eski günlerimi, arkadaşlarımı çok özlüyorum. Onlar da özlüyordur mutlaka ama çoğunun yaşadığımdan haberi bile yoktur.
“Türkiye’nin değil Avrupa’nın veya daha geniş coğrafyaların da imkânlarını elinde bulunduran Umur Bugay gibi bir yazarla çalıştım. Diğer çalıştığım işlerde de yazar arkadaşlarım çok değerliydi. Onların piyasadan çekilmeleri ya da kayıpları çok şeyi etkiliyor. Yani bu iş tek kişilik bir iş değil; bir ekip işi.”
Hala sahada olmayı istiyordum ama bu sefer de fiziksel koşturma yeteneğim kayboldu. Belki onun da büyük etkisi oldu diyebilirim. Yoksa şu anda bile koşturmak isterim. En azından bir set atmosferinde arkadaşlarıma fikirsel bazda yardımcı olmayı isterim ama şu anda fiziksel durum ona da müsaade etmiyor. O yüzden eve kapandık diyebilirim.”
“Tabanda, ayağımın altında yaralar yoğunlaşmayla başlamıştı. En sonda işte kesilmeye kadar gitti maalesef. Şeker hastalığı işi azıttı. Ben kendimi bildim bileli şeker hastasıyım. Yani kaybınız olduğunu zaman diyorsunuz ki aman… Hastaneleri bile düşünmek istemiyorum açıkçası.”
“Şu an oturup yazım çizim işleriyle uğraşıyorum. Televizyon imkanları, internet imkanları da arttı. Onlar, insanları avuttuğu gibi beni de avutuyor açıkçası. Fakat ne olursa olsun bir yerden sonra insan kendi evine kapanınca ilişkileri de zayıflıyor. Bir de açıkçası onların (eski arkadaşları için) şu anda heyecanla çalıştıkları işler, benim çok dışımda kaldı. Mesleki anlamda bir şeyden uzak durduğunuz zaman, o mesleğin ilgili birimleriyle de kontağınız zayıflıyor. Ve giderek de kopuyor. Yoksa ben de arkadaşlarımı özlüyorum. Onlar da özlüyordur mutlaka ama çoğunun yaşadığımdan haberi bile yoktur.”
“İnsan ne kadar dinç kaldım zannederse de pek çok şeyden de uzaklaşmış oluyorsunuz. Ve artı bir şey yapmaktansa izlemek, okumak vs kendini dinlemek daha uygun geliyor insana. Biraz kabuğumuza çekildik diyebiliriz yani. Çoğunlukla eski arkadaşlarımla irtibatlarım daha azaldı. Biz hep işin geleneği çerçevesinde uzun işlere alıştık. Örneğin Bizimkiler, 460 küsür bölüm sürdü. 60-70 bölüm çektiğimiz işler oldu ama son dönem artık neredeyse 12’lere, 13’lere saplandık. Bir noktadan sonra cazip gelmemeye başlıyor bazı şeyler. Yorulduğunuza değmiyor.”
“Mevcut durumda dijital yayınları takip ediyorum. O imkânım var. Mümkün olduğu kadar yerli yapımlara da dikkatle bakıyorum. Olumsuz bir şey söylemek istemiyorum ama çok da olumlu bir konumda olduğumuzu söyleyemem açıkçası. Hem oyunculuk açısından hem o oyuncularla olayların birleşimi açısından çok büyük şeyler görüyorum, rahatsızlıklar görüyorum. Bence en büyük sorun senaryodan başlıyor. Yapım aşamasındaki en büyük noksanlıklardan birisi o. Yani insanları çok yapay buluyorum. Ve o yapaylıkları o kadar yansıyor ki maalesef kişiliklerini törpülüyor. Şöyle bir yerli dizilere bakın, hatırda kalan bir şey yok gibi yani.
Bizimkiler’i çektiğimiz apartmanı bulabilmek için İstanbul’da çok gezdik, hatta Edirne sınırlarına kadar bile gitmişizdir ama bulamadık. Sonra döndük yaşadığımız yere ve fark ettik ki aradığımız şeylerin hepsi burada (Kozyatağı-Marmara Caddesi’ndeki yaşadığı Şale Apartmanı’nı kastediyor) var. Bu apartman uygun dedik ve son anda burayı seçtik. En üst katta oturuyordum, aşağı bakınca seti görüyordum, bu çok hoşuma gitti.