3 SORU 3 FELSEFECİ-3

İnsan soru sorar. Bu soruların içeriği kadar, bizatihi soru sorma eylemi de felsefenin ilgi alanına girer. Biz de işleri ‘soru sormak’ olan felsefecilere felsefeyi sorduk. Ufuk açıcı olacağını umduğumuz yanıtları sizlerle paylaşıyoruz. Felsefenin sss’ini (sıkça sorulan sorular) bu yazı dizimizde bulacaksınız. Bol sorgulamalı okumalar dileriz…

23 Kasım 2017 - 09:05
  • Erdemli olmak, iyi insan olmak nedir? 

Yeditepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Başkan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Lale Levin Basut: 

Erdem, yalnızca etik alan için söz konusu olan, dahası sadece "insan olabilenlen varolanlar" için kullanılan bir sözcük değildir. Farklı varolanların kendilerine özgü etkinlikleri ile kurulacak olan ve onları neliklerine göre tam kılacak bir yapıdır. Buna göre, insan olabilecek varolanların erdeme sahip olmaları, bunların insan olmakı kendilerinde gerçekleştirmekte oldukları anlamına gelir. İnsanın erdemli olması demek, insanın insanca bir yaşama katılması ve bunu bilerek, isteyerek ve tercih ile yapması demeye gelir. Erdemli insan "iyi"nin nedirini sorgulayan kişidir, "iyi"nin nedirinin çoklukla belli bir sürüye göre belirlendiğinin ayırdında olan kişidir, iyinin, kötünün ve beterin ötesinde olan kişidir, öteki hayvanların ve insanların erdemlerinin kurulmasına olanak veren kişidir. Bunları Aristoteles, Nietzsche ve Heidegger de biliyordu!

  • Toplumsal ve bireysel kriz/buhran zamanlarında felsefe ne işe yarar?

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kurtul Gülenç:

Krizin ne şekilde ortaya çıktığının, kısaca kaynağının belirlenmesi sorunuzun yanıtlanabilmesi için zorunlu görünmektedir. Bu çerçevede, söz konusu krizlerin kaynağında öznel ve/veya nesnel olmak üzere iki boyutun olabileceği ileri sürülebilir. Öznel boyuttaki krizden kastım; paradigma, teori, kavramsal çerçeve; adına ne dersek diyelim düşüncenin/bilincin sınırına ulaşmış olmasıdır. Peki düşüncenin sınırına ulaşması ne demektir? Örneğin bilimsel bir paradigmanın sınırına ulaşması artık bilimsel etkinliği mümkün kılan mevcut paradigmanın açıklamaya çalıştığı olgulara ilişkin problemlerin sayısında belirgin bir artış olduğu anlamına gelmektedir. Bu da mevcut paradigmanın bunalım dönemine girmesi, başka bir ifadeyle dünyayı açıklama çabası içinde olan bilincin sahip olduğu organonla nesnel olanı açıklayamaması, bu sebeple de kriz yaşaması demektir. Peki problemlerin kaynağında ne vardır?  Problemler; yerleşik görüş ya da beklentilerimize ters düşen olaylar ya da durumlarla sıkça karşılaşmaya başlamamızdan, birbirleriyle hiç ilişkisi yokmuş gibi görünen olaylar/durumlar arasında bir ilişki olabileceği sorgulamasına yönlendirebilecek yeni tecrübelerimizden veya kimi olayları daha derinlikli açıklama arzumuzdan doğabilir. O halde öznel boyuttaki kriz; aklın kategorilerinin, kavramsal çerçevenin, teorik girişimlerimize şekil veren alet edevatların, değer yargılarının; problemlerin birikmesiyle ve derinleşmesiyle birlikte işlemez duruma gelmeye, yeni problemlere yanıt üretememeye başlamasıdır. Nesnel boyuttan kastım ise zaman zaman düşünceye yön veren, zaman zaman onun içinden geçip giden, zaman zaman öznelliği kuran, kimi zaman da onu baskılayan unsurların sınırına ulaşmasıdır. Nedir bunlar? Kültür, ahlak, din, ekonomi, politika, devlet, vb. Bu türden öğeler nesneldirler, çünkü bu yapıların kendilerine özgü dil oyunları, pratikleri , kuralları ve hatta kimilerinin somut kurumları vardır. Örneğin aklı başında hiç kimse tapu müdürlüğüne gidip oradaki çalışana akşam yemeği menüsünde ne olduğunu sormaz. Söylemeye çalıştığım şey şudur, söz konusu kurumun belli kuralları, oraya giden failin kurumun mantığına içkin niyeti, bu niyetini hayata geçirebilmesi için pratik etmesi gereken belli başlı söylemler ve eylemler vardır. O halde nesnel boyuttaki kriz de söz konusu boyut içindeki yapıların kendilerine içkin kuralları, yasaları, dil oyunları, kurumları ile birlikte mevcut işleyişlerini yitirmeye başlamalarıyla alakalıdır. Bu durum için verilebilecek en açıklayıcı örneklerden biri 1929 ekonomik krizi ve bu kriz sonrası dünyada yaşanan radikal dönüşümdür. Daha güncel bir örnek ise Avrupa Birliği'nin mevcut konumudur. Bu bağlamda Brexit sürecini  ve bu süreçteki tartışmaları düşünmemiz sanırım yeterli olacaktır.

Kriz zamanlarında felsefenin ne işe yaradığını belirlemeye başlamadan önce şu ufak tespiti yapmama izin verin lütfen: Krizin öznel boyutu aynı zamanda nesnel boyutun da kriz içinde olmasından ya da öznelliğin nesnellik karşısında kendi sınırına dayanmış olmasından kaynaklanabilir ama öznel boyutta beliren krizin her ne koşulda olursa olsun nesnel boyuttan kaynaklandığı iddiası da doğru değildir. İfade etmeye çalıştığım şey öznel boyuttaki krizin kendi iç dinamiklerinden de ortaya çıkmış olabileceğidir, kısaca öznel boyutun da kendine özgü bir işleyişi vardır, öznellik nesnelliğin basit bir yansıması değildir, hatta tarihin kimi zamanlarında nesnelliğin kendisini bile yeniden inşa edebilir (Eğer böyle olmasaydı bilinç hiçbir zaman nesnel koşulların ilerisine geçemezdi ama 19. yüzyıl Almanya'sında felsefi bilinç nesnel koşulların ötesine geçmiştir). Öte yandan söz konusu krizin boyutu nesnel ise bunun öznel alanda da muhakkak yansımaları olacaktır. Dolayısıyla bu argümanımla şunu da ileri sürmüş oluyorum; bireysel kriz toplumsal alandaki krizden kaynaklanmış olabilir ama onu her koşulda gerektirmez. Toplumsal alandaki kriz ise her ne olursa olsun bireysel olanda da farklı biçimlerde yansımalarını bulur.

Bu belirlemelerden sonra felsefenin yararına gelecek olursak... Felsefenin en önemli özelliklerinden biri düşünce üzerine düşünebilmeyi olanaklı kılmasıdır. Felsefi bakış; aklın kendisini sorgulayabilmesini, bilincin eleştirel bir analizinin yapılabilmesini mümkün hale getirir. Eğer krizin öznel boyutu mevcut düşüncenin/bilincin kendi sınırına dayanmasıyla ilişkiliyse, bu durumun farkına varılmasının krizin aşılabilmesinin gerek koşullarından biri olduğu pekala ileri sürülebilir. Peki bu farkındalık nasıl oluşabilir? Düşünce kendi sınırına dayandığını ancak ve ancak felsefe yoluyla fark edebilir. Bu çerçevede felsefenin en temel, hatta belki de tek kategorisi akıldır. Düşüncenin sınırına dayandığını akıl görür, bunun da zorunlu olduğunu zorunlulukla kavrar. Bunu yapabildiği içindir ki akıl özgürlükle iç içedir. Çünkü aklın zorunluluğun farkına varması, özgürlük idesiyle hareket ettiği anlamına gelir. Bu farkındalığın epistemolojik olduğu kadar etik, hatta estetik sonuçları olabilir. Çünkü bireyin yaşanan krizi aşabilmek için kendi düşüncesine yön veren kavramsal çerçevesinin sınırları ve o sınırlar içinde kalan öğelerle hesaplaşması gerekir. Bu hesaplaşma hem teorik hem de pratik bir meseledir. Teoriktir çünkü söz konusu hesaplaşma düşünsel sınırlarla ilgilidir; pratiktir çünkü eylemler de bu hesaplaşmanın parçası kılınır. Kendi bilinciyle ve öznel deneyimleriyle ilişki kuran kişi mevcut sınırların mutlak olmadığını ve tarihsel olarak kurulduğunu fark edebilir ve bu çerçevede kendi'sinin tarihsel bir ontolojisini yapabilir. Bu da etik ve estetik açılardan yeni bir yaratıma dönüşebilir. Yani kendisini yeni doğrularla, yeni değer yargılarıyla ve yeni davranma kipleriyle yeniden var edebilir. Kendisini yeniden var etmesi de estetik bir süreçtir. Kişi bu yaratma etkinliğini yeni değer yargılarıyla inşa etmeye çalışırsa aynı zamanda etik bir sürece adım atmış olacaktır. Aslında tüm bu soruşturmalar felsefenin kadim sorularından biriyle yakından ilişkilidir: "iyi ve doğru yaşam" sorusu. Kimi filozoflar ve felsefe severler bu soruyu hayatın anlamının ne olduğu sorusu bağlamında yanıtlamaya çalışmışlardır. Bana sorarsanız iyi ve doğru yaşam sorusunu birey düzleminde tarihsel olarak şöyle formüle edebiliriz: Antik dönemde "bir insan nasıl yaşamalıdır?" sorusuna yanıt aranmıştır, Aydınlanma döneminde ise "bir kişi nasıl eylemelidir?" sorusu ön plandadır. Çağımızda ise artık şu soru yükseliyor: "Bir birey nasıl yaşayabilir?" Bu sorular birbirini çağrıştırsa da her biri kendi dönemlerinin yönelimlerini yansıtmaktadır. Yani söz konusu sorular farklı bağlamlarda ve farklı nesnellikler içinde yükselmişlerdir. Ama bu soruları ortaklaştıran temel husus, her birinin felsefi bir nitelik taşımasıdır. Başka bir ifadeyle, felsefi tını olmadan bu sorular sorulamaz. Sorulardaki dönüşüm ise şüphe yok ki çağların beklentileriyle ilgilidir. Bu beklentileri doğuran ise önceki dönemlerin sahip olduğu yönelimlerin bunalım içine girmiş olmaları (ya da iflas etmiş olmaları)dır. Kısaca kriz yeni bir yaşama kültürünün, yeni bir tinin ve yeni bir felsefi sorgulamanın ortaya çıkmasını tetiklemiştir. Sıraladığım sorular, toplumsal boyutla da yakından ilişkilidir. Çünkü bu sorular toplumsal boyut hesaba katılmadan, toplumsal alandaki kriz ile bireysel boyut ilişkilendirilmeden yanıtlanamaz. Örneğin iyi ve doğru yaşam sorusu “bir birey nasıl yaşayabilir?” sorusuyla ilgili olduğu kadar genel adalet sorusuyla meşgul olmayı da gerektirir. Çünkü adil olmayan bir toplumun iyi ve doğru bir yaşam sürmesi beklenemez. Adalet ise Aristoteles'in de yüzyıllar önce belirttiği gibi en toplumsal (politik) erdemdir. Çünkü sadece failin iyiliğiyle ilgili değil, başkalarının da iyiliğiyle doğrudan ilişkilidir. İşte ancak felsefi bakış iyi ve doğru yaşam sorusunu adalet sorusuyla ilişkilendirebilir. Bu soru üzerine yeniden düşünmenin imkanını felsefi bilinç oluşturabilir. Toplumsal kriz bir ihtiyacı açığa çıkardığı için yapar bunu. Yani zorunlulukla ve zorunluluğun farkında olarak.

  • Sıradanlık/normal olmak nedir? ‘Normal insan’ kimdir?

Felsefeci ve terapist Dr. Ufuk Yaltıraklı:

Mekan ve zaman, bize normalin değişken yapısını sürekli hatırlatır. Kuşkusuz  kültürel  çerçeve  ve yaşamın organize  edilmesi  normalin pratik  bir  gereksinim  olduğunu  ve zorunluluğunu  gözümüze batırırcasına  vurgular  durur.  Ama  felsefe  böyle  bir  zorunluluğu  pek   tanımaz. Felsefi bakış, normalin  anlamsızlığını  kavramada  gecikmez. Çünkü normal;  bir kuraldan, kabul görmüş bir temelden yola çıkar. Oysa felsefe eğer  Karl Jaspers’in  deyimiyle  ‘yolda olamak’sa  bu yolun  bir  doğrusu, kendisine  temel  aldığı  bir  hakikati  yoktur. O bir arayıştır. Bu arayış içinde  normal  önemli  değildir, esamesi okunmaz. Çünkü arayışın kendisi zaten  normalin  dışında  olma  anlamını  taşır.  Belki geçici de olsa normalim  vardır, ama  bu,  “yolda olmak”  ile  kendisini  ortadan  kaldıracak  bir  normallik  potansiyeli  taşır  sürekli. Sorun, benim normalimin aynı zamanda normal olmayan potansiyeli taşıdığını  unutmamaktır;  unutmak  sıradanlığı  davet  eder. Sıradanlık  ile  “normal”  insan  arasında  çok  ince  bir  aralık vardır;  her an kapanıp  yapışmaya  hazır  bir  aralık. Eğer mutlaka  bir  normal  kavramında  ısrar  edecek  ve  tanım  peşinde  olacaksak;  sözü  edilen  normal,  gerektiğinde  normalin  dışında  olabilme  ve  bunu  akılda  tutma  olabilir.


ARŞİV