İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmesinin üzerinden tan 71 yıl geçti. Türkiye, 6 Nisan 1949’da beyannameyi kabul eden ülkeler arasına katıldı. Aradan geçen 70 yıla rağmen Türkiye’de hak ihlalleri artarak devam ediyor. Biz de psikiyatrist/psikoterapist Agâh Aydın ile insan hakları tanımını, dünyada ve Türkiye’de insan hakları karnesini ve şiddeti konuştuk.
Bu konuda çok geniş bilgi dağarcığı olan biri değilim ama kendi durduğum yerden baktığımda insan hakları konusu bana biraz sorunlu bir konu gibi geliyor. Bunu dil üzerinden ele alırsak, kullanılan dil eril bir dilse o zaman oluşturacağımız her düşünce, her felsefe o eril dilin tuzağına düşmek zorunda.
Örneğin Hümanizm, insanı merkeze koyan bir şey. Hümanizmi biraz dürtüklediğimizde altından din çıkar. Çünkü insanı doğadaki her şeyin bütün varlıkların üstüne koyuyor. O zaman soldan ya da sağdan kime bakarsak bakalım birden bire bir tuzağa düşmüş oluyoruz. İnsanı doğanın bir parçası olmaktan çıkarıp, doğanın üzerinde bir yere yerleştirirsek insanın hakkından bahsedebilir miyiz? Doğayı yok edersek insanı koruyabilir miyiz? Koruyamayız.
Bu arada insanı merkeze koyarken üretilen bütün dil, bilgi, sosyal bilimlerdeki literatür de dahil hep Avrupalı beyaz adama göre belirlenmiş oluyor. Afrika’daki, Pakistan’daki Hindistan’daki açlık sınırında yaşayan hatta onun da altına düşen insanlar için üretilen bilgi ile Avrupalılar için üretilen bilgi arasında, haklar arasında farklar oluyor. Temel ihtiyaçlarını karşılamayan biri insanın ürettiği kültürden, insanın ürettiği adaletten ne kadar faydalanabilir?
“İnsan hakları” dendiği zaman o hakları kimin tanımladığı, nasıl tanımladığı, hangi dili kullandığı önemli. Dolayısıyla buradan politik bir şeye geçmiş oluyoruz.
“HEPİMİZ ÇOK DUYARLIYIZ”
Ekonomik liberalizm bizim insana, insan haklarına duyarlı olmamız konusunda sürekli yazılar, belgeseller, filmler çekiyor. 21.yüzyıl insanı olarak her şeye çok duyarlıyız. Hepimiz çok eşitlikçi, demokratik; hepimiz insanlara, canlılara ve doğaya karşı çok duyarlıyız. Bu duyarlılığı biraz açarsak; bu seçilmiş olaylar üzerinden geliştirilmiş, daha çok bireysel olana karşı geliştirilen bir duyarlılık gösteriyoruz. Mesela belki Suriye’deki 2 milyon kişinin göç etmesini 1 milyon kişinin ölmesini gizlemek için Aylan bebek öne çıkarılıyor. Zizek buna öznel şiddet ve nesnel şiddet diyor. Öznel şiddeti gözümüze sokarken nesnel şiddeti görmüyoruz. Nesnel şiddet ne? Bütün coğrafyalarda ekonomik şiddet var ve bu milyonlarca insanın, değil insan haklarını yaşama haklarını bile kaybettikleri bir şey. Her yerde savaş ve ekonomik sömürü var ve bunları görmemizi engelliyor.
Yani biz çok duyarlı olurken aslında büyük zulümleri maskeliyor olabiliriz. Savaşlara ve ekonomik sistemlere dayalı şiddetin üzeri kapatılmış oluyor.
Mesela 2500 lira ile yaşamak mümkün mü? Patronlar, üniversitelerdeki akademisyenler herkes kapitalizme karşı. Herkes doğaya duyarlı. Ama nedense kimse 2500 liranın bir insana yetip yetmeyeceği konusunda örgütlenmiyor. Bu duyarlılık sorgulanmalı. Bu hepimiz için geçerli.
O zaman durup düşünürsek haklar konusunda da farklı bir dil geliştirebiliriz.
Eğer bir şey çok fazla köpürtülüyorsa o zaman bir şey gizleniyor demektir. Oysa bir şeyi değiştirmenin yolu; onu maskeleyecek onu daha güzel görünümlü bir hale sokacak makyajlar yapmak değil, mevcut dili yıkmaktır. Yeni bir şey yapmak istiyorsanız mevcudu ortadan kaldırmanız gerekir.
Eril dil faşizandır. Tekliğe götürür. Nihayetinde eril dil tekliğe tekçiliğe götüren bu dil, “bana ait olan dışında her şey yok olsun” demeye kadar gider. Dilin değişmesi, insanın yaşadığı toplumun bir bütün olarak dünyanın parçası olduğuna yaklaştırmış olur. Gerçeğe ne kadar yakın olursak güçlünün zayıfa olan tahakkümü de o oranda azalmış olur. Mutlak bir eşitliğe götürür mü sanmam ama olduğu kadar… Dünyanın adil bir yer olması için durmaksızın çaba gösterilmesi gereken bir yer olduğunu düşünmemize hizmet eder.
Asgariyi sağlayamamak iyi bir şey olabilir. Çünkü asgariyi sağlamak yüzyıllardır süregelen zulmü maskelememize neden olabilir. Yani iyi bir şey yaptığımızı düşünürken, kötülüğe kalkan olabiliriz. Şu anda Türkiye’nin imza atmadığı uluslar arası sözleşme yok gibi hangisi uygulandı?
Tartışmaya açıyor. O zaman gerçekle yüzleşmiş oluyoruz. Bir şey yokken varmış gibi yapmak zulmü daha derinleştirebilir. Mesela hümanizm hepimize sempatik geliyor ama hümanizmi kazıdığımızda sömürünün temel nedenidir. “Her şey insan için” olunca doğayı sömürüyorsunuz, eşitsizlikler oradan çıkıyor, liberal ekonomi oradan palazlanıyor.
“YILGINLIĞA GEREK YOK”
Kesinlikle. Ve bunda da yılgınlığa gerek yok. Dünya adil bir yer değil, adil olması için çalışılan bir yer. Bu mücadele hiç bitmeyecek. Yeni bir dil geliştirilince de her şey güllük gülistanlık olmayacak. O yeni dile yeni birileri sahiplik edecek. Her zaman yapılan her değişikliğe, her devrime sahip çıkan bir uyanık çıkıyor.
Bana göre var. Biz ne zaman bu kadar zalim olduk derken, geçmişte zalim değilmişiz gibi bir yanılsama yaratılıyor. Her şey tarihle ele alınmalı. Toplumsal bir olayı ele alırken tarihe bakmak lazım. Ne zaman bu kadar zalim olduk? Demek ki en başta daha zalimdik. Beraber düşünelim mesela siz 16. yüzyıldaki Avrupa’da ya da 17. yüzyıldaki Anadolu’da bir kadın olarak yaşamak ister miydiniz?
Eskiden neyin zulüm neyin cinayet olduğunu bile bilmiyorduk. Kendi evinde kendi yakınları tarafından öldürülenler, tecavüze uğrayanlar dava konusu bile olmuyordu. Çok şey değişiyor. Giderek eril dilin üstümüzde kurduğu tahakküm zayıflıyor. Herkese söyleyecek cümlelerimiz var. Felsefeciler, edebiyatçılar, gazeteciler, sosyologlar bize yeni yeni cümleler öğrettiler. Her iktidarın açığını ortaya çıkarak, çirkinliğini tarif edebilecek cümlelerimiz var. Yani hiçbir grup üzerimizde öyle tamı tamına, körü körüne hâkimiyet kuramıyor. Yani iktidarlar çok zayıfladı.
“KİŞİLİKSİZ VE İDEOLOJİSİZ YAŞAYAMAYIZ”
İnsan benliği bir “ben” idealiyle sakatlanmıştır. Ben “şöyle şöyle olursam her şey tam ve muhteşem olacak” gibi. Öyle bir şey olmayacak. O tamlığa hiç ulaşamayacağız. Ekonomik liberalizm mutlak tatmini arayan insan yavrusuna “tamlık” vaat etti. Bu çok çekici bir tuzak. Ama Serge Lesourd’un şöyle bir sözü var. “Ekonomik liberalizm hâkim söylemi psikanalizin ilk dersini iyi aklında tutmuştur: Tatmin bütün insani yaşamın bencil amacıdır. Ama ilkinden ayrılmaz olan ikinci dersi unutmuştur: her zevk, toplumsal grup bağını korumak için, ancak sınırlı ve tamamlanmamış olabilir.”
“Sen seçtiklerisin, istersen olur” Burada bir tuzak var. Biz seçtiklerimiz değiliz, biz istediğimizde de öyle olmuyor. Biz ötekiyle sınırlanmış bir varlığız. Bizim arzumuz ancak ötekinin arzusuyla sınırlandırılmışsa zevk mümkündür. Ötekinin arzusunun sınırlandırılmamış bir arzu mutlak tatmini aradığında bir insanın eşyalarıyla mutlu olması gibi bir şey olur bu. Yani çevrenizde gösterecek bir şey olmalı. Ekonomik liberalizm bunu teke indirdi. Eğer istediklerine sahip olursan mutlak mutluluk da arkasından gelecek bir şey vaat etti. Ve bu vaadin arkasından giden grupla bağı kopan insan yavrusu yalnızlaştı.
Tek tek olaylar ve kişiler üzerinden dünyayı anlamaya çalışırsak buna hiçbirimizin gücü yetmez. Bir şey kafamızı çok karıştırıyorsa o zaman ideolojiler düzleminde ele almalıyız. Her ne kadar o ideolojinin de inceltilmeye ihtiyacı varsa da bize ne yapacağımızı ideolojiler söyler. Her ideoloji karmaşık ve kaotik olanı okumamızı kolaylaştırır. Yani kişiliğimizi de, ideolojimizi de hep sorgulamamız gerekiyor. Ama hiçbir zaman kişiliksiz ve ideolojisiz yaşayamayız.
Gerçekle yüzleşmek istemediğinizle bir günah keçisi bulursunuz. Eğer mevzu eril dille kuruluyorsa eril dil sömürüyü kimin üzerinde kurar. Gençler ve kadınlar üzerinde kurar. Bugüne kadar muktedirlerle gençlerin işbirliği yaptığı hiç görülmemiştir. Gençlik ve kadın gerçeğe yakın bir pozisyondur. O yüzden yaşlı erkeklerden kurtulmamız gerekiyor. Eğer şu anda 40 yaşının üzerindeki yaşlı erkekler koltuklarını gençlere ve kadınlara bırakırlarsa bana bütün sorunlarımız çözülürmüş gibi geliyor. Çünkü o dil üzerinden iktidar edinmiş birileri kendilerine hangi pozu verirlerse versinler artık iktidar olmuşlardır ve tehlikelidirler. Yani muhalefet partilerinin koltuklarında eğer kadınlar ve gençler yoksa onlara desteği de çekmek gerekiyor.
Dünya zamanı az kalanlara değil gençlere aittir. Kadınları da buna ortak etmenin nedeni; onlar da geçmişte çok sömürülmüşler. Bu iadeyi itibar gibi düşünülebilir. Ama 40 yaşında bir erkeğin politika yapması bence utanılacak bir şeydir. Size ait olmayan bir dünyayı niye yönetmeye kalkıyorsunuz? 40-45’in üzerinde erkek olmak kötü bir şey değil ama eğer demokrasiden, özgürlükten ve eşitlikten yanaysan yönetim hakkını mağdurlara vermelisin. Yani yönetilenleri yönetime ortak etmediğiniz sürece ne dil düzelir, ne insanlar arasında eşitlik olur, ne de hak ve özgürlükler sahiplerine ulaşır.