Byzantion, her ne kadar Bizans İmparatorluğu’na isim babalığı yapıyorsa da, modern tarih yazarlarının birçoğu gerçekten Bizans İmparatorluğu diye bir imparatorluğun olmadığı gerçeğini bir türlü kabul edemiyorlar. Tarih boyunca kendine Bizans diye adlandıran bir imparatorluk olmadı. Bu kavram 19. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu yerine tarihçilerin uydurduğu bir isim olarak kaldı. Ama yanlış o kadar kabul edildi ki, bugün herkese Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti neresi diye sorarsanız sanırım birçoğu İtalya’da ki gösterecektir.
Aslına bakılırsa Byzantion’un bu kadar ünlü yapan ve diğer Klasik site devletlerinin konumundan ayrıştıran ise Neo Roma (Yeni Bir Roma Uygarlığı) kurmak için boğazı kendine yeni başkent olarak seçen Konstantin’di. Konstantin, Roma İmparatorluğunun artık tarihsel olarak sonunun geldiğini anlamıştı. Pagan inançları bırakarak yeni dini (Hıristiyanlığı) kabul etmiş ve Hırıstiyanlığın resmi din olarak kabul edildiği ilk kent olarak Byzantion’u seçmişti. Amacı Roma’da bırakıp geldiği muhteşem mermer şehre benzer bir kent kurmaktı. Bunun için oldukça çabalayan Konstantin Byzantion’un Neo Roma olması için epey uğraşmıştı. Konstantin’in ölmesinden çok sonra ise kent zamanla “Konstantinin Şehri” anlamına gelecek olan Konstantinapolis ismini aldı.
Fakat burada asıl konumuz Konstantinapolis değil onun öncülü olan klasik bir kent devleti olan Byzantion. Antik dönem yazarlarından Eusebios, Byzantion’un MÖ 600 yıllarında kurulduğunu aktarır. Yanı günümüzden yaklaşık olarak 2600 yıl önce. Byzantion’un bulunduğu yerde ilk iskânın ne zaman başlamış olduğu değildir. Fakat kentin mitolojik olarak kurulumu koloni dönemi ile ilişkilidir.
Antik Çağ’da Byzantion, günümüz İstanbul’unda bugünkü Topkapı Sarayı ve Ayasofya’nın kapladığı alan üzerinde kurulmuş olmalıydı. Sarayburnu ve çevresi Byzantion’un boğazları da kontrol edebilecek bir yerde kurulduğunu gösteriyor. Bu koloni kenti Helenistik Dönem’de büyümüş, Roma İmparatorluk Dönemi’nde ise ilk önce büyük bir yıkım yaşasa da İmparatorun gönlünü kazanarak Eminönü ve Fatih İlçelerinin bulunduğu alana kadar yayılmıştı.
Mitolojiye göre Byzantion’u Orta Yunanistan’daki Megara kentinden gelen kolonistler kurmuşlardı. Ancak yapılan araştırmalar bunun sadece efsaneden ibaret olmadığını, gerçeklik boyutunun olduğunu göstermiştir. Fakat olasılıkla Megaralılara başka yerlerden, özellikle Kalkhedon (Kadıköy) ve Miletos’tan gelen kolonistler de katıldığı aktarılır. Çünkü Khalkedonlular Byzantion’un kuruluşundan daha önce gelmiş ve sonraki kolonistlere yol gösterici olmuş olmalıydılar.
Efsanenin devamında Megaralı kolonistlerin başında kurucu olarak Byzas isimli bir kahraman vardı. Byzantion ismi kurucu Byzans’dan geldiği anlaşılmaktadır. Argos Kralı Inakhos’un kızı olan Io, aynı zamanda Argos kentindeki Hera tapınağının da rahibesidir. Bir gün tanrılar tanrısı Zeus, Io’yu görüp aşık olur. Zeus’un karısı Hera, kocasının başkasına âşık olduğunu öğrenince kıskanır ve Io’yu Zeus’tan ayırmanın yollarını arar. Zeus, Io’yu Hera’nın gazabından korumak için onu inek biçimine sokar. Fakat Hera, ineğin kendisine verilmesini ister ve Io’yu alarak bin gözlü dev Argos’u başına nöbetçi olarak diker. Zeus, tanrı Hermes’i göndererek devi uyutup öldürtür. İnek kılığındaki Io, devden kurtulmuştur ama Hera bu kez ona bir at sineğini musallat eder. Sinek ısırdıkça Io’nun canı yanar; Trakya’dan İstanbul Boğazı’na gelir; Boğazı geçerek Anadolu yakasında kıyıya çıkar. Bu öyküden dolayı İstanbul Boğazı’nın adı “İnek Geçidi” anlamına gelen “Bosporos” adını alır. Io, Antik Çağ’da “Altın Boynuz” (Khrysokeras) olarak anılan Haliç’i geçtikten sonra bir kız çocuk dünyaya getirir; adını Keroessa koyar. (Burasının bugünkü Kağıthane sırtlarının olduğu bilinmektedir) Keroessa’nın Deniz Tanrısı Poseidon’dan Byzas adlı bir çocuğu olur. Byzas büyüyünce annesinin kendisini dünyaya getirdiği yerde bir kent kurar.
Byzans ismi köken olarak Trak diline yakınır. Her ne kadar Byzantion’un kuruluşunda Megaralıların varlığı antik kaynaklara göre belirlenirse de kolonistler gelmeden önce buralarda Trakların köy şeklinde küçük alanlarda yaşadığı bilinmektedir.
Byzantion, olasılıkla başından itibaren karşı kıyıdaki Khalkedon ile yakın ilişkileri olmuştu. Fakat tarihsel olarak Khalkedon her zaman Byzantion’un gölgesinde kaldı. Her iki kentin ilk dönem sikkelerinde ön yüz tipleri aynıdır; her ikisi de ön yüz tipi olarak ineği seçmiştir. İnek, Byzantion sikkelerinde yunus üzerinde, Kalkhedon siklerinde ise buğday başağı üzerinde tasvir edilmişti. MÖ 2 yüzyılda bu dostluk öylesine ilerlemişti ki bu kez kentler kendi adlarını sikke üzerine yan yana koymuşlardı.
Byzantion’da olan tapınaklar olasılıkla Megaralı koloniler tarafından getirilen kültlerin ve tanrıların tapınaklarıydı. Apollon ve Artemis Byzantionluların en fazla önemsediği tanrı ve tanrıçaydı. Bu iki tanrı birlikte tapım görmekle birlikte, Artemis tek başına da tapım görmekteydi. Byzantion’da tapınaklarının bulunduğu bilinen Zeus, Aphrodite, Athena, Dionysos, Tykhe ve Serapis de bilinmekteydi. Bu kadar çok tapınak alanından ve tapınaktan günümüzeyse neredeyse hemen hemen hiçbir kalıntı kalmaması oldukça ilginç olmalıdır.
Kurulduğu dönemden itibaren aralıksız olarak yaşama sahne olan Byzantion, erken dönemlere ait yapıları zamanla yok olmuş olsa da geç döneme yapıları kısmen ayaktadır. Roma İmparatorluk Dönemi yapıları ise toprak altındadır ve iskâna maruz kaldıklarından buralarda kazı yapmak hemen hemen imkânsızdır. Son yıllarda Üsküdar ve Yenikapı’daki Marmaray kurtarma kazıları nedeniyle Bizans Dönemi öncesi İstanbul’una ait kalıntılar ve buluntular ortaya çıkarılmıştır. Antik Çağ İstanbulu’na ilişkin topoğrafya ve kalıntıları anlamak için antik kaynaklar (özellikle Ortaçağ kaynakları) önemlidir. Byzantion’un ilk çekirdeğini oluşturan yer bugünkü Topkapı Sarayı ve Ayasofya’nın bulunduğu alandır. Topkapı Sarayı’nın bulunduğu yer kentin akropolisidir. Byzantionlu Dionysios, Hesykhios ve Cassius Dio kentteki gymnasionlardan, sarnıçlardan ve limanlardan söz etmektedir. Limanlar zincirle kapatılmıştı ve dalgakıran mevcuttu. Adı bilinenler Prosphorion ve Neorion limanlarıdır. MS 4. yüzyılda yani Geç Roma İmparatorluğu döneminde biri Kadırga öteki Yenikapı’da olmak üzere iki yeni liman inşa edilmişti. Ksenophon ve Zosimos dört sütunlu bir galeriyle çevrili agoradan söz etmektedirler. Malalas, bu agoranın içinde Güneş Tanrısı Helios’un heykelinin bulunduğunu söylemektedir. Yine Ksenophon, Thrakion olarak adlandırılan büyük bir meydandan bahseder.
Byzantion olasılıkla en erken dönemlerden beri surla çevrilmişti; ancak bu surlardan da günümüze hiçbir iz kalmamıştır. Günümüze kalan surlar Bizans dönemi surlarıdır ama bunların inşasının Roma İmparatorluk Dönemi’nde tamamlanmış olması ve daha onarılıp yeniden kullanılmış olmaları da mümkündür. Cassius Dio, Byzantionluların surlarının çok güçlü olduğunu, siperliklerin iri kare taş bloklardan inşa edilerek tunç levhalarla birbirine tutturulduğunu, üstü kapalı bir seyirdim yolunun bulunduğunu ve düzensiz aralıklarla yerleştirilmiş çok sayıda kulesi olduğunu yazmaktadır. Dio, surların kara kara tarafındakilerin yüksek, deniz tarafındakilerin ise Boğaz’ın hemen dibinde kayaların üstüne inşa edilmiş olduklarından alçak olduğuna dikkati çekmektedir. Yine Dio, bu surların üzerine konuşlandırılmış savunma silahlarından söz etmektedir ki bu gerçekten çok ilginç ve önemli bir konudur. Yaklaşan düşmana bazı makinelerle iri taşlar ve mızraklar fırlatıyorlardı.
İmparator Büyük Konstantin Byzantion’u Roma’nın yeni başkenti olarak seçtikten sonra burada imar faaliyetlerinde bulunmuş, kenti anıtlarla donatmıştır. Kentin adı (Byzantion) bir süre korunmasına karşın, sonradan imparatorun adından dolayı Constantinopolis olarak değiştirilmiştir. Constantinus, bugünkü Çemberlitaş’ta yaptırdığı ve kendi adını taşıyan Forum’da, üzerinde kendi heykeli olan porfirden bir anıt-sütun diktirmişti. Daha Bizans Döneminde tahrip olan anıt-sütun, çok sonraları etrafı demir çemberlerle sağlamlaştırılarak günümüze kadar yalnızca sütun olarak ulaşabilmiştir. Konstantin, bugünkü Sultanahmet Meydanı ile Marmara Denizi kıyısı arasında kalan alanda Büyük Saray’ın (Palatium Magnum) inşasını başlatmış; hipodromun inşasını da tamamlattırmıştır. Hipodromda yer alan anıtlar arasında, Helenleri MÖ 479’da Perslere karşı kazandıkları Plataia zaferinden sonra Delphoi’daki Apollon Tapınağı’na armağan ettikleri birbirine sarılmış üç yılan başı üzerinde duran kazan da vardır. Bu anıt-kazandan günümüze yalnızca kaidesi kalmış olup “burmalı sütun” olarak da bilinmektedir.
Son olarak balıkçılık Antik Çağ’daki en önemli doğal gelir kaynaklarından biridir. Byzantion kenti de balıklardan sağladığı gelirle refah düzeyini artırmıştı. Her yıl Boğaz’dan geçerek Karadeniz’den Ege’ye göç eden palamutlar âdeta Byzantion’un sembolü olmuştu. Özellikle “Altın Boynuz” olarak ün yapan Haliç palamut kaynıyordu. MS 1. yüzyıl yazarı Yaşlı Plinius Haliç’e “Altın Boynuz” denmesinin nedeninin bu körfezde kaynayan balıklardan dolayı olduğunu söylemektedir. Antik Çağın içi meyve dolu bereket boynuzu (cornucopiae) Byzantion’da içi palamut dolu bereket boynuzuna dönüşmüştü. Altın ile anlatılmak istenen, palamut balıklarından başka bir şey değildi. Balıkçılığın Byzantion için çok önemli olduğunu bu kentte basılmış sikkelerin üzerinde yer alan balıklardan ve balıkçılıkla ilgili araç gereç tasvirlerinden anlıyoruz.
(İstanbul üzerine birçok değerli çalışmalar yapan İstanbul Üniversitesi’nin değerli bilim adamı Oğuz Tekin’in Aktüel Arkeoloji Dergisi için yazdığı yazıdan yararlanılmıştır.)
www.aktuelarkeoloji.com.tr