Türkiye basın tarihinin hakiki duayeni her daim Kadıköylü hatta Göztepeli kalan, globale ve dünyanın değişim dinamiklerine bu lokalden bakan Çetin Altan’ı 88 yaşında ebedi yolculuğuna uğurladık...
Ayşegül OĞUZ
“Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan. (...) Bir ömür, sadece amaca ulaşmak için harcanmaz. O amaca doğru atılacak bir iki adıma yardımcı olmak için de harcanır. Yaralı bir devi ayaklarının üstüne koyabilmek için kuşak kuşak o devi sırtımızda taşıdık. (...) Hayallerinizden, ümitlerinizden, mücadelenizden vazgeçmeyin.
(...) Enseyi karartmayın.”
88 yaşında aramızdan ayrılan Türkiye basın tarihinin duayeni Çetin Altan’ın 22 Haziran’daki doğum gününün ertesinde Cumhuriyet’te yayınlanan son yazısından bu satırlar.
Can Dündar, Çetin Altan’ın ardından aylar önce bozulan sağlığına rağmen Cumhuriyet’i kırmayıp kaleme aldığı bir nevi “veda” yazısının ve Altan’ın ardından şunları yazmıştı: “Bir cehennem vardı Çetin Altan’ın içinde... Bizim imrenmeyle karışık bir hayranlıkla okuduğumuz o efsunlu yazıları üreten beynin kazan dairesinde, soruşturmalar, davalar, dayaklar, yasaklar, mahpusluklar, kıskançlıklarla tırmalanmış bir hayatın öfkeli ocağı yanıyordu. 1946’dan beri mütemadiyen ve mükemmelen işleyen o motor, habire harlanan bir yangının içinden geçerken ‘Şeytanın gör dediği”ni görmüş, sonra ‘Taş’lamış, o yüzden bolca taşlanmış, gün gelmiş taçlanmıştı. Cenneti bekleyerek bir cehennemde yaşadı Çetin Altan...”
Profesyonel yazı hayatına 1946 yılında başlayan ve 69 yıl boyunca bilfiil sürdürdüğü yazı faaliyeti, köşe yazıları, denemeler, tiyatro oyunları, romanlar ve şiirlerle geçti. Edebiyatın hasını yaptı. Çetin Altan 20 bini aşkın köşe yazısı, 44 cildi bulan muazzam bir kitaplıkla aramızdan ayrıldı.
GÖZTEPELİ ÇETİN ALTAN
Çetin Altan’ın ölümüne dek hayat arkadaşı olmuş Solmaz Kamuran’ın hazırladığı ve yazarın 70. doğum günü şerefine raflara çıkan İpek Böceği Cinayeti bu etkileyici hayatın köşe taşlarına zarifçe temas eder. Can Dündar’ın “Bir cehennem vardı Çetin Altan’ın içinde...” sözlerini anlamak için Altan’ın gözlerini açtığı 1927’nin dünyasına dönmek gerekir. İslimye’den Bergama’ya göçmen olarak gelen Hacıgözümler’in oğlu Halit Bey ve Kırımlı Kıpçakislilerin kızı Nurhayat Hanm 1926’da İstanbul’da evlenir. Evliliklerinin ilk yılında oğulları dünyaya gelir. Bebeğin adı Altan’dır. Lakin 1936’da çıkan Soyadı Kanunu’yla “küçük” bir değişiklik yaşanır; kara kara düşünüp soyadı arayışına giren Halit Bey sonunda bulmuştur, hayatta “oğlumdan başka kimim var” deyip oğlu Altan’ın adını kendilerine soyadı olarak seçerler. 1927 doğumlu Altan 1936’da Çetin Altan oluverir. Galatasaray mezunu idealist hukukçu Halit Bey genç cumhuriyetin idealizmine adayacağı hayatını üst düzey memuriyet görevleriyle şehir şehir dolaşarak sürdürür. 1929’da Altan ailesinin ilk durağı altı yıl kalacakları Edirne olur, Halit Bey vilayetin hukuk danışmanı olarak göreve başlar.
Çetin Altan’ın ilk anıları Edirne’de şekillenir. Yalnız bir çocuktur o. Can sıkıntısı mefhumuyla çok erken yaşta tanışır. İpek Böceği Cinayeti’nde anlatır: “Böylesi bir yalnızlığın, gelecekteki yaşamımda, hangi izdüşümleriyle hangi tepkilere neden olacağını akıllarından bile geçirmezlerdi. Yarım yarım konuşmaya başladığım sıralarda en çok tekrarladığım cümlenin: Canım sıkılıyor... olması da, onlarda herhangi bir merak yankılanması yaratmamıştı...”
1932’de dünyaya gelen kızkardeşi Gülderen Altan da küçük Çetin’in yalnızlığına merhem olmaz, neyse ki okul hayatı başlayacaktır. İlkokul hayatı Edirne’de başlar ama yine bir tayin gelip çatmıştır, Göztepe ve Ankara’da okuduğu bir yıl ardından babası kendi lisesine Galatasaray’a yazdırır. Numarası babasıyla aynıdır: 835.
Kadıköy Göztepe’deki aile köşkü de Çetin Altan’ın yaşamında büyük iz bırakır.
Ailesi Ankara’da yaşarken yatılı kaldığı okuldan hafta sonları, Göztepe’deki köşkün bahçıvanı alır. Pazar geceleri, tek sesin köpek ulumaları olduğu boş okula bırakılır. Yıllar sonra bu hali şöyle tarif eder: “Şen şakrak bir yaşam sevinciyle sarmalanamamıştım.”
Tek dostu kitaplar olur kısa zamanda. Yıllar sonra siyaset yaptığı kürsülerde mükemmelleşecek hitabet yeteneği de daha ilkokul sıralarında kendini belli eder. Şiir de çok geçmeden hayatına girer.
PLATONİK AŞKA ŞİİR
Liseden mezun olduğu yaz babaannesinin verdiği iki yüz lirayla okul yıllarında yazdığı şiir ve düz yazılarını topladığı küçücük bir kitap bastırır: Üçüncü Mevki. 40’lı yıllar İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde geçer. Genç Çetin Altan da Galatasaraylıların yegane formülünü, Galatasaray-Mülkiye-Hariciye uygulamak yerine Ankara Hukuk’a kaydolur. Babasının izindedir... Ancak aklı fikri yazıdadır. Ankara’da nerede, kim yayınlar ki yazılarını?.. Bir vesileyle dönemin en önemli yayın organı olan Ulus’ta gönüllü muhabir olarak işe başlar. Bu son derece pasif iş Altan’ın dönemin entelektüel ve sanatçılarıyla tanışmasının kapısını açar. Hayatından memnundur, zira Cahit Sıtkı, Orhan Veli, Mehmet Kemal, Fethi Giray, Melih Cevdet o yıllardan tanışıp dost olduğu isimlerden sadece bazılarıdır. Bir yanda Ulus’taki basit muhabirlik işleri, diğer yandan çeviri faaliyeti derken büsbütün yazı işinin içindedir. Zamanla Ankara’da tanınan bir gazeteci haline gelir.
EFSANE KÖŞE TAŞ DOĞUYOR
Hayatı boyunca açılan davalarda kendini savunmak dışında avukatlık yapmayan Çetin Altan 40’ların sonunda artık okuldan mezun olur. Okulun üçüncü sınıfında Kerime Hanım’la hayatını birleştirir. 1952’de henüz 25 yaşındayken ilk oğlu Ahmet Altan dünyaya gelir. Sırayla Mehmet ve Zeynep de gelecek, genç yaşında üç çocuklu bir baba olacaktır. 1950’de CHP iktidardan düşer, DP hükümeti kurar. Ankara’da müthiş bir kaos vardır.
Çetin Altan’ın gazeteciliği toplumsal sorunlara yoğunlaşan, çözüm üreten yazılarıyla kaleminin kuvveti, keskinliği artarken edebiyata olan tutkusu da azalmaz. İlk kitabı Üçüncü Mevki’den on yıl sonra ilk tiyatro oyunu Çemberler’i yazar. Oyun 1957’de devlet tiyatrosunda sahnelenir. Akşam’da başlayan efsane “Taş” köşesi de aynı yıl başlar. Kılıçtan keskin kelimeleriyle döşediği yazıları için açılan davaların haddi hesabı yoktur. Yolundan dönmez. Gazetecilikteki başarısı edebi tutkusunun da kamçısıdır, 1959’da ikinci oyununu yazar: Tahterevalli.
DP’nin yurt sathındaki baskıcı politikası bıçağın kemiğe dayandığı bir atmosfer yaratmıştır; Vatan Cephesi, 6-7 Eylül, partilerin kapanması, gazetecilere açılan davalar peş peşe gelmektedir ve artık gençler sokaktadır. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ayak sesleri duyulmaktadır. Çetin Altan 1959’da Peyami Safa’nın yerine Milliyet’ten gelen teklifi kabul etmiştir, Ankara’dan İstanbul’a taşınır Altan ailesi. 60’ların ortasına gelindiğinde “Taş”ın yarattığı etkinin kapsama alanı yurt sathına yayılmıştır. Çetin Altan tiyatro oyunları yazmaya, çeviriler yapmaya devam etmektedir.
FIKRACILIĞIN HAKİKİ DUAYENİ
Son gününe kadar neredeyse her gün okurunun karşısına çıkan, binlerce yazı kaleme alan Çetin Altan’ın bundan sonraki hikâyesini aslında bütün Türkiye biliyor. 1960’larda Çetin Altan memleket entelijensiyasının önde gelen figürlerinden biri olmakla kalmadı, demokrasi ve adalet mücadelesinde de elini taşın altına koyarak TİP’le beraber Meclis çatısı altında sesi en gür çıkan milletvekillerinden biri oldu, yakın tarihin en dikkat çeken performanslarından birini gösterdi, bu uğurda saldırılara uğradı. 1970’lerin ikinci yarısında başlayan değişim onu Özallı yıllarda liberal sulara attıysa da, Türkiye’nin “kozmos” içinde şanına ve cüssesine layık bir yer edinmesi, vatandaşlık haklarının tesisi, iyi bir eğitim sistemi, müreffeh bir toplumsal hayat için kalemini sivriltmeyi bildi. Romanları, tiyatro oyunları yanında, hakikaten fıkralarla süslediği, kıssadan hisselerini güldürerek verdiği gazete yazılarını eşsiz bir üslûpla sanat düzeyine yükseltmeyi bildi, eski deyişle “fıkra”cılığın Türkiye matbuatındaki hakiki duayeni oldu. Her daim Kadıköylü, hatta Göztepeli kalan, “global”e ve dünyanın değişim dinamiklerine bu “lokal”den bakan Çetin Altan’ın gazete sayfalarıyla her sabah memleket sathına yaydığı güleryüzlü umut bugün de pusulamız olsun: Onca satırın boşa yazılmadığını bilerek zor günler karşısında biz de enseyi karartmayalım.
İki gazeteci dost Çetin Altan ve Ara Güler 1980’lerin hemen başında daha sonra Al İşte İstanbul (Yazko,1980) adıyla kitaplaştıracakları bir işe imza atarlar. Üç hafta boyunca İstanbul’u bir uçtan bir uca gezer, o günlerin “derin” İstanbul’undan kesitler sunan kitabın sonundaki “Sonunda biz biteceğiz, İstanbul hiç bitmeyecek” yazı idrak ettikleri şehrin tezatlıklarının, çelişkilerinin izdüşümüdür... Altını çizdiğimiz satırları huzurlarınıza sunuyoruz.
Sonunda biz biteceğiz, İstanbul hiç bitmeyecek
Dünyada en çok iskelesi olan şehir zannedersem İstanbul... Boğaz’ın Batı kıyısındaki iskelelere bakın; Kabataş, Beşiktaş, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Rumeli Hisarı, Emirgan. Doğu yakasındaki iskelelere bir bakın; Salacak, Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy... Marmara kıyısındaki iskelelere bir bakın: Haydarpaşa, Kadıköy, Kalamış, Moda, Fenerbahçe, Caddebostan, Suadiye, Bostancı. Sonra Ada iskeleleri sonra Florya. Sonra Haliç iskeleleri.
(...)
Arkasından tren istasyonlarına gelir sıra Haydarpaşa, Söğütlüçeşme, Kızıltoprak Feneryolu, Göztepe. Batı yakasında Sirkeci, Cankurtaran, Kumkapı, Yenikapı, Kocamustafapaşa, Yedikule.
(...)
Kahvelerde azıcık yana dönmüş kasketi, uzamış tıraşı ile pişti oynayanlar, Bağdat Caddesi’nde son model araba yarıştıran on sekiz yaş çocuklarıyla çocuklarıyla kızlarını görmüyorlar bile. Çiftehavuzlar’daki villaların beyleriyle hanımları ise ne Çarşamba ile Çukurbostn mahallelerinden haberdardırlar ne de Yağ iskelesinden.
(...)
Vaktiyle halk dilindeki:
İstanbul’un taşı toprağı altın sözü boşuna söylenmemiş...
Ama artık şehrin göğsü kolu, bacağı, gövdesi emildikçe emilmekten parça para çürüyüp dökülmektedir.
(...)
Kıyılar hiç kimsenin tekeline bırakılmamalı ve bina yapımıyla arsa alım satımı mutlaka kamulaştırılmalıdır. İstanbul kurtulursa bu yönde gelişecek kesin bir planlamayla kurtulabilir. -