Yirmi yıldan uzun süredir futbol tarihi üzerine araştırmalar yapan Mehmet Şenol’un son kitabı “Gayriresmi Futbol Tarihi”, Mundi Yayınları tarafından kısa zaman önce okurla buluşturuldu. Şenol, son yıllarda popüler bir kültür öğesi haline gelen ve hızlıca tüketilen futbolu mikro tarih çalışmasıyla masaya yatırıyor. Kitap aynı zamanda “küçük adamların” tutkuyla yazdığı kişisel futbol tarihleriyle Türkiye’nin siyasal ve toplumsal tarihinin nasıl kesiştiğini de gözler önüne seriyor. “Kadıköy, bir semt olarak, bir coğrafi mekanlar toplamı olarak Türkiye futbol tarihinin merkezinde yer alıyor.” diyen ve kitabında Kadıköy’ün futbol tarihine ayrı bir parantez açan Şenol ile söyleştik.
Kapsamlı bir çalışmanın ürünü olan “Gayriresmi Futbol Tarihi”ni tamamlamanız ne kadar sürdü?
Yıllardır diyebilirim. 20 yıla yakın bir süredir futbol tarihi üzerine çalışıyorum, yazıyorum. Daha önce yayınlanan kitaplarımda futbolun kulüpler tarihini ele almıştım. Bu süreç içerisinde karşılaştığım çok ilginç hikayelerin, kişilerin ve olayların bu genel tarih içerisinde bir türlü yer bulamamasının ve özellikle de ülkenin toplumsal ve siyasi tarihi içerisinde futbolun ele alınmasının eksik bırakıldığının farkındaydım. Bu kitapta, bunları belli bir perspektifle biraraya getirdim.
Kitapta çok fazla fotoğraf da yer alıyor. Sıkı bir arşiv çalışması yaptınız sanırım. Kaynaklara nasıl ulaştınız?
Yaklaşık 20 yıldır spor konulu süreli yayınlar çıkarıyor olmam, tarif edilemeyecek kadar çok görsel arşive ulaşmamı sağladı. Kişisel arşivler, özel müzeler, kulüp müzeleri... Geçmişe yönelik bütün gazete taramalarımda da kıyıda köşede kalmış bir çok fotoğrafın yeniden ortaya çıkarılmasını sağladı. Aslında koleksiyonculuk ve arşivcilik ülkemizde -Allahtan- hala revaçta olan bir merak. Yaşamımda böyle merakları olan çok insan tanıdım. Mesleğiniz de yayıncılık olunca, aklınızın ucuna bile gelmeyen kişilerin hiç beklemediğiniz bu meraklarına şahit olabiliyorsunuz. Bir arkadaşımın bu ülkede kulüplerin çıkardığı bütün yaka rozetlerini topladığını, bir diğerinin bütün maç biletlerini elde etmek için çok para harcadığını söylemek, örnek vermeye yeter sanırım.
RESMİ OLANIN SINIRLARINI AŞMAK
Neden “gayriresmi” diyorsunuz? Bize anlatılan futbol tarihi tam anlamıyla gerçeklerden oluşmuyor mu yoksa eksik mi anlatılıyor?
Eksik olduğu muhakkak. Tabii ki bu kitapla da eksik tamamlanmış olmayacak. Hala anlatılacak, anlatılması gereken çok şey var. Ama şunu bir kez daha vurgulamam lazım. Futbolun bugününde siyasetin, Ankara’nın etkisini, siyasetin yedeğinde ve desteğinde devam eden futbol mücadelesini sadece maç sonuçları ve 90 dakikalık bir futbol oyunun sportif çerçevesi içerisinde anlatamazsınız.
Bu, geçmişte de böyleydi. Sıkıntı, geçmişe ait karşılaştırmalı, ülkenin tarihiyle birlikte yürüyen bir okumanın pek yapılmamış olmasıydı belki de. Bu da resmi olanın değil, gayriresmi olanın, anlatılmayanın, unutulanın, belki de unutturulanın alanına girmek demek. Bu alanlara girilmediği zaman mitler ve kurgu efsaneler rahatlıkla oluşturulabiliyor. Tarihte geride kalıp (geriye gidip değil) zamanın ruhunu, hayatını anlamaya, hatta solumaya başladığınızda resmi olan, mit yapılan kurgulanan her şey kısa zamanda bir iskambil kulesi gibi yıkılabiliyor. Bunun için o dönemin genel tarihine, sportif sonuçlarına bakmak yetmiyor, yayınlanan ilanlardan konuşulan şehir hayatına ilişkin mevzulara, futbolun içinde olan insanların anılarına, gazete sütunlarının dibine gizlenmiş anlatılara inmek gerekiyor.
ÇAYIRLARDA FUTBOL
Türkiye'de futbolun doğduğu ve geliştiği yerler çayırlar. Siz de bu konuyu fotoğraflarla ve belgelerle anlatıyorsunuz. Nedir çayırların önemi?
1900’lerin başında İstanbul’da çayırlar vardı. Yemyeşil çimenle kaplı bu çayırlar, İstanbul ahalisinin sosyal mesire yerleri idi. Ama sonra bu çayırlar, şehre yeni gelen ve birdenbire çok popüler olan yeni bir spor dalının, futbolun ana mekânları oldu... Futbolun kuruluş dönemi olarak görülebilecek ilk 4-5 yılın her anına nakşolmuş unutulmaz mekânlar var. Mekteb-i Sultani, lisenin avlusu, kulübün kurulduğu sınıf, Beylerbeyi’ndeki bir dönem eğitim yapılan barakalar, soyunma odası olarak kullanılan Karacaahmet Mezarlığı, Zeynel Ağa’nın kahvesi, Lazari’nin kahvesi, Beyoğlu’ndaki Beker Mağazası, Yüksekkaldırım’daki Hayden Mağazası, Galata Voyvoda Caddesi’ndeki İngiliz Kooperatifi, Bahçekapı’daki Şişman Yanko’nun dükkânı... Her birinin futbol tarihinde bir yeri, özel bir anlamı var. Ancak bu mekânlar içerisinde çayırlar çok ayrıcalıklı yer tutar, çünkü 20. yüzyılın başının bu ilk “statları”, İstanbul’un her yerinde bol bol bulunabilen çayırlardı. Futbol oynanabilen, yemyeşil, biraz engebeli ama düzce sayılabilen mesire yerleri! Futbol ve takımlar, bu çayırlıklarda, çimenliklerde doğdu. Bu mekânların çoğu, hatta hemen hemen tamamı artık yazılmış birkaç anı kitabında, tesadüfen de olsa yazıya geçirilmiş birkaç anekdotta yer alıyor. Bu mekânların coğrafik izdüşümünü bugünkü yerlerinde takip etmek neredeyse imkânsız artık. Geçmiş, İstanbul’un geçmişinin çoğu gibi bir daha geri gelmemecesine hoyratça silinip gitti. Kitapta Türkiye futbolunun coğrafi futbol mekânlarına da retrospektif bir geziye çıktım, fotoğraflar eşliğinde, dönemin “statları” olan çayırların havasını koklamaya çalıştım.
“Uhuvvet Kulübü adıyla kumarhane olarak işletilen bu villa, Doktor Hamit Hüsnü Kayacan'ın (oturanlardan ortada) başkanlığı döneminde, önce iki odası, birkaç ay sonra da bütünü 80 lira yıllık bedelle Hamit Bey adına Fenerbahçe’nin kullanımı için Hazine-i Hassa’dan kiralandı. Beton pisti sonradan tenis kortuna çevrildi, bahçesinin güneyinde dere kenarına kayıkhane yaptırıldı. Fenerbahçe, bu lokali 18 yıl boyunca kullandı.”
Çayırlar, futbol mekânları olmalarının yanı sıra günlük yaşam alanları olarak da biliniyor.
1900’lerin günlük yaşamına bir bakış oluşturma çalışmaları sırasında “çayırların” günlük yaşamdaki önemi hemen göze çarpıyordu. İstanbul çayırları ya da “mesire yerleri”, sadece futbolun doğduğu mekânlar değil, İstanbulluların piknik yaptığı, gezdiği, eğlendiği, hatta “resmî” organizasyonların da yapıldığı yerlerdi. Örneğin, İstanbul’un toplumsal yaşamında büyük önemi olan Hıdırellez Bayramı’nın mekânı ya Kağıthane Çayırı ya da Beykoz Çayırı idi. Saray, bu bayramda deyim yerindeyse çayıra çıkardı. Bu bayram, padişah gibi yüksek duvarlar arkasında yaşayan yöneticilerin (Cuma namazı gibi sınırlı sayıda ve seçilmiş bir topluluğun katıldığı anlar dışında) halka kendini kısmen gösterdiği mistik anları simgeleyen dönemlerdi ve mekân olarak açık hava, çayır seçilirdi. Eski İstanbul’un sosyal hayatının bu önemli mekânları olan mesireler, kendisine has âdetleri, eğlenceleri, olayları ve tüm gelenekleriyle sosyal hayatı bütün canlılığıyla yansıtan yerlerdi. İşte bu çayırlar, 1900’lerin başında aynı zamanda futbolun doğduğu yerler oldu. Aslında futbolun Türkiye’de ilk doğduğu çayır, 19. yüzyılın son çeyreğinde İzmir’deki Bornova Çayırı’dır. Yüzyılın sonuna doğru İstanbul’a gelmiş, Kadıköy ve Moda çayırlarına inmiştir. Moda Çayırı’nın, yani bugün hâlâ betonlaştırılamadan kalan Yoğurtçu Çayırı’nın İstanbul futbolunun doğuşundaki merkezî rolüne -esas aktörleriyle birlikte- ayrıca değindim kitapta.
“ŞİLDİ TUTAN KAPTAN- Galip Kulaksızoğlu, Fenerbahçe’nin şilde ismini yazdırdığı 1911-1912 sezonu şampiyonluğunun hatıra fotoğrafında, şildin tam arkasında”
Tahtaperde Aleko ve Kulaksızzade Galip’in öyküsü
Kitabınızda, Kadıköy’den çıkan ama daha sonra ülkenin futbol tarihine adlarını yazdıran iki önemli futbolcuyu da anlatıyorsunuz; Tahtaperde Aleko ve Kulaksızzade Galip. Nedir bu futbolcuların alâmetifarikası?
Futbol tarihinin içerisinde bir kulübün kadrosunda, yönetiminde vs. bir isim olarak geçenlerin hikayeleri beni daha çok ilgilendiriyor. Onların peşine düşmeyi seviyorum. Kadıköy, bir semt olarak, bir coğrafi mekanlar toplamı olarak Türkiye futbol tarihinin merkezinde yer alıyor. Tek başına ayrı bir kitap olmayı hak edecek kadar zengin malzemeyi içeriyor. Aleko ve Galip, son derece sıradan hatta çok zorlu hayatlara sahip olmalarına rağmen, futbolun doğuş yıllarında olağanüstü fedakarlıkları ile özellikle yazmak istediğim iki isimdi. Sadece Aleko ve Galip değil, başka isimsiz kahramanlar ve anti kahramanlar da var elbette. Kitabı okuyanlar, Türkiye futbol tarihinin başlangıç günlerine dair tarihi oluşturan insanların hikâyesinin, o büyük “resmi anlatı”nın haşmetli gölgesinde kaybolup gitmesine gönlümün razı olmadığını göreceklerdir sanırım.
Evet, Beyoğlu'ndaki Anadolu Birahanesi'nin kapısının önünde buzlu badem satan o yaşlı adam, 1903’te topu da, adamı da geçirmediği için “Tahtaperde” adını almış Aleko’ydu. Moda Deniz Kulübü'nün üst katındaki küçük odada ömrünün kalan kısmını tamamlayan isim, Fenerbahçe'nin belki de en önemli futbolcusu, hatta bir dönem başkanı Kulaksızzade Galip’ti. Kitap, futbolun başlangıç dönemlerine ilişkin bir mikro tarih çalışması denemesi bir anlamda... Tarihi büyük adamlar yazmıyor. Balıkesir'deki köyünden kopup gelen o "Çoban" Mehmet, Anadolu Birahanesi'nin önünde Venedik sepetiyle bekleyen o yaşlı amca, daha 1910'da çok sevdikleri öğretmenleri için okulu boykot edip caddede "avare avare" gezen o 58 talebe, 1930'da tozlu topraklı yollarda kendi kullandığı otomobil ile Anadolu'yu dolaşan o her şeye meraklı adam, yaptığı zeytinyağlı sarmaları lokalin ortasındaki büyük sobanın etrafında ısınan futbolculara elleriyle veren o kondüktörün karısı Madam yazıyor.
"TAHTAPERDELİ ELPİS- Aleko’nun bek oynadığı Elpis takımının 1905 yılında çekilmiş fotoğrafı. Tahtaperde Aleko (ayakta, soldan üçüncü)”
“Siyah Çoraplılar, Kadıköy’de Hurşit’in Kahvesi’nde kuruldu”
-Çayırlar kadar kahvehanelerin de öneminden bahsediyorsunuz. Futbolcuların buluştuğu mekanlar olarak görüyoruz kahvehaneleri.
Futbolun başlangıç dönemlerine ilişkin hemen her anlatıda “kahveler” yer alır. Futbolcuların buluştukları, toplantı yaptıkları, maçlardan önce toplandıkları, soyunup-giyindikleri, stat yakınlarındaysa devre arasında gidip ısındıkları, nefeslendikleri, belki de bir sıcak çay-limonla enerji topladıkları mekânlar olarak kahveler...Hurşit Ağa’nın kahvesi, Lazari’nin kahvesi, Lambo’nun dükkânı, Bulgar Sütçü, Amir Bey’in kahvesi, İhsan Kıraathanesi...Türkiye futbolunun ilk dönemlerinde ve sonrasında her birinin büyük rolü var. Anılardan ve elimizdeki belgelerden derleyebildiklerimi aktararak kahvelerin futboldaki rolünü epey geniş anlatmaya çalıştım kitapta. Türklerin kurduğu ilk takım olan Siyah Çoraplılar da bir kahvede kurulmuştu. Kadıköy’de Hurşit’in Kahvesi'ydi orası. Papazın Çayırı’nın karşısında sadece Hurşit’in kahvesi yoktu. Türk futbolunun doğuşuna tanıklık eden bir kahve daha vardı, Lazari’nin kahvesi. Lazari’nin kahvesi de Papazınbağı Çayırı’nın karşısındaki köşe başındaydı. Bu kahvenin önemi çayırda oynamak isteyen herkesin buluştuğu bir yer olmasıydı. Bir “soyunma odası”ydı kahve aynı zamanda. Çayıra yakınlığından dolayı, İstanbul’daki ilk futbolcular olan genç İngiliz “idmancılar”ın yeriydi. İşgal sonrası Galatasaray Fenerbahçe’deki lokalini boşaltmak zorunda kalınca Galata Köprüsü’nün Adalar iskelesi tarafındaki Amir Bey’in kahvesinde toplandı uzun süre. Fenerbahçe tarihi tamam mı devam mı toplantısını Kadıköy’deki Mühürdar bahçesinde, Gazinosu’nda yaptı. Cağaloğlu Yokuşu’ndaki meşhur İhsan Kıraathanesi, Galatasaray ve Fenerbahçe futbolcularının ve hatta yöneticilerinin buluştuğu ve sohbet ettiği bir kahveydi.
“ANKARA KARAR VERİYOR”
Türkiye'de futbol çok eski tarihlere dayanıyor ancak şu an modern futbol birçok ülkenin gerisinde. Futbol tarihini inceleyen biri olarak bunun nedenlerini nasıl açıklıyorsunuz?
Kanımca bunun esas nedeni, kulüplerin bir türlü bağımsızlaşamaması. Tarihe baktığınızda görüyorsunuz ki, asla kendi ayakları üzerinde duramıyorlar ve hep kolaya kaçıp Ankara’dan, iktidardan yaşadıkları zorluklara ilişkin yardım bekliyorlar. Bu da gerçekçi çözümler bulmalarını hep erteliyor. Bu bir alışkanlık olmuş durumda. Bugün durum daha da vahimleşti. Artık Ankara ve iktidar transfer edilecek futbolculara kadar devreye girebiliyor. Onlara bu kadar alan açmak, aslında kulübün ilkel bir şekilde yönetilmesine de izin vermek demek. Boş hamasete, çağdaş gibi görünen söylemlere, kısacası “futbol edebiyatı”na bakarsanız her şey çok güzel, ama gerçek, dünya futbolu sıralamasında, Avrupa alanında aldığımız sportif sonuçlarda… Orada hamasete, “hakem bizi yedi”ye “siyasetin açık-örtük” desteğine pek yer yok… Siyasetin işine geliyor futbol; hem kitleleri gayet güzel meşgul ediyor hem de kendileri de bundan bir siyasi rant çıkarabiliyor. Bu karşılıklı bağımlılık ilişkisinin tamamen sona ermesiyle başlayabilir belki ülkemizde de gerçek anlamı ve tüm kurumlarıyla modern futbol…
Türkiye'de futbol konuşulunca "futbol ile yatıp kalkan bir ülke" yakıştırması yapılırdı. Futbola olan yüksek ilginin futbol tarihini öğrenmeye katkısı var mıdır sizce?
Maalesef bunu şimdilik söyleyemeyiz. Futbol günlük olarak tüketilen bir gıda olduğu için, her gün sürekli yeni malzeme, yeni “gündem” üretiliyor televizyonlarda ve sosyal medya kanallarında. Aslında bugünün kökleri elbette geçmişte. Hiçbir şey yeni değil ve eskinin bir tür izdüşümü… Ama ne yazık ki günlük tüketimde tarihe pek yer yok.. Bu yüzden de iş bizim gibi geçmişi deşen insanların kitaplarına kalıyor; onlara olan ilgi de malum. Türkiye’deki okuma geleneği, seyretme geleneğinin epey gerisinde. Ama bu kitabımın iki ay gibi çok kısa bir sürede ikinci baskıya gitmesi açıkçası beni hem şaşırttı hem de umutlandırdı. Belki de futbolseverlerin hamasetin dışında bir şeyler okumaya ilgisi, daha iyi bir ölçüt olabilir.