Kadıköy Belediyesi Tarih Edebiyat ve Sanat Kütüphanesi’nin (TESAK) cumartesi söyleşileri devam ediyor. 25 Ocak Cumartesi günü düzenlenen söyleşinin konuğu Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Fatih Artvinli oldu. “Delilik, Siyaset ve Toplum: Toptaşı Bimarhanesi (1873-1927)” başlıklı kitabın yazarı olan Artvinli, Osmanlı döneminden günümüze uzanan akıl hastanelerinin tarihini anlattı.
SÜLEYMANİYE BİMARHANESİ
Süleymaniye, Toptaşı ve Bakırköy akıl hastanelerinin tarihini siyasal ve toplumsal tarihle birlikte ele alan Artvinli, akıl hastanelerinin oluşumunu şöyle anlattı: “Osmanlının kuruluşundan itibaren Bursa, Edirne ve özellikle İstanbul’da Darüşşifalar inşa edilmişti. 19. yüzyıla geldiğimizde bu eskiyen darüşşifalar, sadece akıl hastalarının muhafaza edildiği tımarhanelere dönüştürülüyor. Halkın gündelik dilde ‘tımarhane’ dediği yerler, devlet yazışmalarında ‘bimarhane’ olarak adlandırılıyordu. Bimarhane aslında hastane demek. ‘Bimar’ Farsça’da ‘hasta’ demek. Ama 19. yüzyıl itibariyle bimarhane denildiğinde artık sadece akıl hastalarının tedavi edildiği merkezler akla geliyordu. Bunların en büyüğü de Süleymaniye Bimarhanesi’ydi. Ancak buranın çok iyi durumda olmadığını, hastaların sefil bir halde olduğunu dönemin Avrupalı seyyahları ve hekimlerinin yazdıklarından okuyoruz. ”
ISLAHATÇI İTALYAN BİR HEKİM
Süleymaniye Bimarhanesi’nin ıslah edilmesi sürecinin İtalyan bir hekim olan Luigi Mongeri ile başladığını söyleyen Artvinli, o dönemi şu sözlerle anlattı: “Mongeri, bir dilekçe yazarak Süleymaniye Bimarhanesi’ne başhekim olmak istiyor. Bimarhaneyi, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi yeniden düzenlemek istiyor. Yani reformize etmek. 1856 yılından 1873 yılına kadar başhekimlik yapıyor burada. Peki ne tür reformlar yapıyor? Bütün hastaların kayıtlarını ayrıntılı olarak tutuyor ve 10 yıllık bir veri topluyor. Daha sonra bu verileri kitap halinde yayımlıyor. Bu anlamda Mongeri’nin modern bir hekim profili çizdiğini söyleyebiliriz. Bunun dışında hastaların zincirlerini kaldırıyor. Hastalara kötü muameleyi yasaklıyor. Mongeri’nin bir başka özelliği de hastalar hakkında o dönemin en önemli tıp dergisi olan ve Fransızca yayınlanan Gazétte Medicale D’orient dergisinde makaleler yayınlaması. Mongeri’nin tüm eserleri ve yazdıklarını inceleyince, iki temel amacının olduğu anlaşılıyor. Bunlardan ilki İstanbul’da surların dışında modern bir akıl hastanesi inşa etmek, diğeri ise akıl hastalıkları ve bimarhanelerle ilgili bir kanun çıkartmak. Mongeri bu amaçlarına tam olarak değilse de yarı yarıya ulaşıyor. 1873 yılında akıl hastanesinde bir salgın çıkınca Mongeri, akıl hastaları için yeni bir mekân bulunması gerektiğini söylüyor ve Toptaşı’ndaki Valide-i Atik darüşşifasını öneriyor. Hastalara temiz elbiseler giydiriyorlar ve bir gece Toptaşı Bimahanesi’ne naklediyorlar.”
Toptaşı Bimarhanesi'nin avlusundaki hastalar, "Delilik, Siyaset ve Toplum: Toptaşı Bimarhanesi (1873-1927)" sayfa: 154
İLK AKIL HASTALIKLARI KANUNU
1876 yılına gelindiğinde bir akıl hastalıkları kanunu hazırlandığını söyleyen Artvinli, bu süreci ise şu sözlerle aktardı: “Hazırlanan bu kanun, 22 maddelik Fransa Akıl Hastalıkları Kanunu’nun Türkçe uyarlaması. Bizi özellikle ilgilendiren 2 madde var. Bunlardan ilki şöyle: ‘Eğer bir evde bir mecnun (cinlenmiş, aklı örtülmüş kişi) varsa ve ailesi onu bağlamaya mecbur ise hükümete haber verecek.’ İkincisi de şu: ‘Cinnete müptela olanların hapsi sadece hükümete aittir.’ Bu maddeler ile birlikte deliliğin tıbbileştirilmesi sürecinin başladığını söylemek mümkün.”
Mazhar Osman Edirne'de hastaların zincirini çözerken, "Delilik, Siyaset ve Toplum: Toptaşı Bimarhanesi (1873-1927)" sayfa: 211
“CİNNET BİR HASTALIKTIR”
Toptaşı Bimarhanesi’nin son başhekimi olan Mazhar Osman hakkında da bilgiler paylaşan Artvinli, konuşmasını şu sözlerle sürdürdü: “Mazhar Osman pragmatist ve pratik bir hekim. Çok fazla yazıp çiziyor. 1910 yılında o döneme göre çok ilginç bir şey söylüyor: ‘Cinnet bir hastalıktır, mecnun da bir hastadır.’ Deliliğin tıbbın konusu olduğunu, biyolojik hastalıklar gibi beyinde de hastalık olabileceğini söylüyor. O yıllarda bunu ifade etmek zor. 1914 yılında Edirne Bimarhanesi kapatılırken, oraya gidip hastaların zincirlerini çözüyor ve şöyle diyor: ‘Ben şarkın zincirlerini çözdüm.”
Dr. İhsan Şükrü Aksel ile Dr. Ahmed Şükrü Emed, Toptaşı Bimarhanesi Anotomik Laboratuvarı'nda öğrencilerle birlikte, 1920'li yıllar. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Müze Koleksiyonu.
TOPTAŞI’NDA GÜNLÜK HAYAT
Akıl hastanelerindeki günlük hayat ve tedavi yöntemleri hakkında da konuşan Artvinli, hastaların büyük çoğunluğunun İstanbul’un dışından, farklı şehirlerden gelen insanlar olduğunu, orta sınıfa mensup devlet memurlarının hastanede daha kolay yer bulabildiğini söyledi. Artvinli’nin ifadelerine göre, hastaların tedavisinde 1950 yılından sonra modern ilaçlar kullanılmış, 19. yüzyılda ise bitkisel droglar kullanılmış. Bimarhanenin Eczacısı olan Yanko’nun 1878 yılında defterinde yazılanlara göre ada çayı, tarçın kabuğu, ıhlamur gibi bitkisel drogların kullanıldığını söyleyen Artvinli, bimarhanede kalan erkek hastaların sayısının kadın hastalardan her zaman iki kat daha fazla olduğunu belirtti.
TOPTAŞI’NDAN BAKIRKÖY’E
1924 yılında Toptaşı Bimarhanesi’nin Bakırköy’e taşındığını söyleyen Artvinli, hastanenin özgün bir yapısının olduğunu ifade ederek şöyle devam etti: “Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi birkaç yıl sonra 100 yaşına girecek. Bu hastanenin özel bir durumu ve ruhu var. O yıllarda hastaların emeği ile kurulmuş bir yapıdan bahsediyoruz. Her şeyini hastalar yapmış. Ve kendi kendine yeten bir yapısı var. Hastane arazisinde tonlarca üzüm, buğday, arpa, kabak, patlıcan yetiştirilmiş. Hastanenin kadrolu çobanları, bahçıvanları var, bir ara 300’e yakın koyun besleniyormuş.”
DÜŞÜNEN ADAM’IN HİKÂYESİ
Mazhar Osman’ın ölümünden sonra Fahri Celal döneminde Bakırköy’ün simgesi ‘Düşünen Adam’ heykelinin yapıldığını söyleyen Artvinli o süreci şu sözlerle anlatıyor: “Fahri Celal bir dergide orijinal heykelin fotoğrafını görüyor ve bunu yaptırmak istiyor. Kemal Künmat isimli mimardan rica ediliyor. Kemal Bey o yıllarda Bakırköy’de hasta olarak yatmış bir kişi. Anlaşma yapılıyor ve heykeli yapmaya karar veriyor. Zeytinburnu’ndan tek parça bir kireçtaşı getiriliyor. Heykelin yapımı birkaç ay sürüyor. Sonunda, heykelin bütünü bitmiş yalnızca yontup ortaya çıkartılacak bir ‘sağ kol’ ve el kalıyor. Ancak Kemal Künmat işi bırakıp, heykeli yapmaktan vazgeçiyor. İkna çalışmaları sonuçsuz kalır. Bir süre depoya kaldırılır heykel. Hastaneye yatan hastalara ‘heykelden anlayıp anlamadıkları’ sorulur. Heykelin devamını yapacak birisi bulunmaz uzun süre ama en sonunda Mehmet Pişdar isimli bir hasta ‘ben yaparım’ der ve 40 günün sonunda heykeli tamamlar. Türkiye’de en çok bilinen heykelin öyküsü de bu şekilde.”