İnternette gezinirken bir kitap adı ilişti gözüme; Haydarpaşa’nın Son Memuru. Haydarpaşa Garı’na dair onlarca haber yapmış bir Kadıköy gazetecisi olarak hemen ilgi alanıma girdi elbette. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan kitabın basım tarihinin 2021 olmasına şaşırdım zira bugüne dek bu romandan nasıl olur da haberdar olmazdım? Biraz araştırdım ve gördüm ki romanla ilgili yazılmış çok az eleştiri yazısı var. Yazar Başar Öztürk ise hiç röportaj vermemiş. Konu daha da ilgimi çekti. Kitabı edindim, bir solukta okuyup, Başar beye ulaştım. Niyetim kendisiyle garda buluşup romanı konuşmaktı. Meğersem Ankara’da yaşıyormuş. Ben de sorularımı e posta aracılığıyla ilettim, işte yanıtları…
Böyle bir his uyandırabildiysem ne mutlu bana, çünkü ne Kadıköy’de ne de İstanbul’un başka bir semtinde uzun süre bulundum. Ama İstanbul ziyaretlerimde Kadıköy’e mutlaka uğrarım. Birçok sevdiğim arkadaşım orada oturuyordu, bazıları hala orada. Bir gönül bağı olduğunu düşünüyorum. Tüm bu rant ikliminde her şey aynılaştırılırken, semtlerin kendi tayflarını taşıdıklarına ve onu bir şekilde koruduklarına inanıyorum. Şüphesiz Kadıköy’ün de böyle bir tayfı vardı ve yazan gözümüz onunla kamaştı. Fenerbahçe taraftarıyım, bunun da gönül bağına bir etkisi vardır belki…
Ablam İstanbul’da çalışmaya başlamıştı. 2004 yılı diye hatırlıyorum. Onda birkaç gün kalmak üzere, Ankara’dan trenle Haydarpaşa’ya gelmiştim. Birçok yazar gibi kendi hislerimin intihalcisi oldum ve o gün neler hissettiğimi aslında romanda Efes’in gözünden anlattım; “Her İç Anadolulu, ayak basar basmaz bu muazzam yapı karşısında yenilgiyi kabul eder.” (s.31). Haydarpaşa ile karşılaştığımda ben de sanırım ilk olarak o haklı mağlubiyeti hissetmiştim.
BİR TASFİYE HİKAYESİ
İlk olarak bir tasfiye hikayesi anlatmak istiyordum. Sadece mekânsal değil, zamansal ve uzamsal bir tasfiye, bir sökülüş. Tasfiye süreci raya giren bir tren gibi kaçınılmaz olarak ilerler. Onu güçlü ve dramatik anlatıma elverişli kılan da bu sanırım. Sonun hemen değil de yavaş yavaş ama engellenemez hüznü de hücre hücre işleyerek gelmesi… Bu tasfiye iklimine Haydarpaşa çok iyi uyuyordu. Ben de elimden geldiğince, bu harika mekânın tasfiyesini bir insan ve zaman tasfiyesiyle birleştirmeye çalıştım, elimden geldiğince.
Hazırlık aşaması ve yazım sürecinde, Haydarpaşa ziyaretleri yaptım. Ulaşabildiğim tüm belgeselleri ve Haydarpaşa’nın yer aldığı filmleri izlemeye çalıştım. Sahaflardan edinebildiğim gar kitapları üzerine bir okuma listesi oluşturdum. Bu süreçte en büyük yardımı sevgili Papatya Tıraşın’dan aldım. Papatya, babası Haydarpaşa’da çalışmış, kendisi de yıllarca lojman kampüsünde kalmış bir arkadaşım. Özellikle lojman kampüsüne dair çok sayıda fotoğrafı bana o ulaştırdı.
Ancak şu tercihte bulundum: ben bir belgesel yazmıyordum. Kurmacanın kutsallığına inanırım. Bu nedenle hem kampüsü hem de garı “bozduğum” ve yeniden kurduğum yerler oldu. Kimi zaman koridorlar uzadı, kimi zaman çıkan yangının tarihi ve etkisi değişti, kimi zaman da odalar ve manzaralar değişti… Haydarpaşa ile gönül bağı kurmuş çok kıymetli çalışanlar ve onun için mücadele edenlerde bu durum bazı hayal kırıklıklarına neden olmuş olabilir. Bu da benim ve kurmaca eserin acımasızlığımız diyelim. Diğer soruya gelecek olursak, haklı mücadelelerini gönülden desteklediğim, Haydarpaşa Dayanışması ve mücadelede yer alan sendika üyelerini elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum, ama onlarla aktif bir irtibatım yok.
Romanımda 2000-2010 arası bir zamanı hedefledim. Demin dediğim gibi kurmacaya sığınarak Haydarpaşa yangını gibi bazı vakaların yeri, şekli ve zamanı hikayeye göre yeniden kurgulandı. Trenlere gelecek olursak, neyse ki restoran vagonlarında içki içilebilen zamanlar uzatmalarla 2000’li yıllara kadar taşınabildi de, ben de şimdi hayal olan bu keyfi tadabildim. Ray Restoranlar, gerçekten çok kıymetli yerlerdi. Mesela romanda geçen emekli pilotla ben gerçekten Ankara’dan İstanbul’a giden trende biralarımızı içip sohbet etmiştik. Yolcuların içkilerini içerken sohbet edebileceği önemli sosyal alanlardı buralar. Bunun bizden zorla alınması beni çok üzen bir şeydir.
Ben de böyle bir mezarlıktan Papatya sayesinde haberdar oldum. Bence romanda da bir başlama ve sonlanma yeri olarak anlatıya katkısı oldu.
Tamamen kurmaca bir mekandı. Moda Eczanesi’ni ve Melih Bey’i ilk kez sizden duymuş oldum.
“BİR TREN GARI O ÜLKEDEKİ HERKESE AİTTİR.”
Haydarpaşa Garı ile ilgili yaptığım okumalarda garın mimarı Otto Ritter’e bu minvalde bir sözün söylendiği yazıyordu. O zaman hemen not etmiştim bu vecizeyi. Gerçekten söylendiğini düşünüyorum bu nedenle.
Ben Efes’in garı kurtarabildiğini pek düşünmüyorum. “Yıkım ekibini” oyaladı, belki de daha doğru bir ifade olur… Haydarpaşa Garı’nı kurtarmak aslında çok basit. Oraya bir rant olarak bakmadığınızda, dünyanın en güzel garı olduğunu görebildiğinizde kendiliğinden kurtulacak zaten. Böyle bakılmıyorsa, o zaman böyle bakılmasını halk olarak biz sağlayacağız. Bunun mücadelesini veren oluşumlar var. Onların yanında yer alacağız. Bir tren garı ülkenin kıyıları gibi o ülkedeki herkese aittir.
HANSEL VE GRETEL KIRINTILARI
Yüksek Lisansta Basın İş Hukuku dersimin hocası, dersle çok alakasız şekilde bizden her hafta derse geldiğimizde bir film izlemiş ve bir kitap okumuş olmamızı rica ediyordu. Dersin ilk yarım saatini buna ayırıyorduk. Bu emrivaki başta beni çok rahatsız etse de hala sürdürmeye çalıştığım çok kıymetli bir alışkanlık kazandırdı bana. Ben de film ve kitaplarda böyle alıntılarla karşılaşmayı çok sevdiğimden, yazarken böyle Hansel ve Gretel kırıntılar bırakmayı seviyorum. Ama bazı okurlar bu hususta kantarın ayarının biraz kaçtığından yakındı. Onu da itiraf edelim burada. Kitap ve film isimlerini çok alakasız kullandığımı düşünmüyorum. Özellikle Efes’in o andaki ruh haline denk düşen kitap ve film isimleri vermeye çalıştım. Bunun en barizlerinden biri Karamazov Kardeşler’in Büyük Engizisyoncu göndermesiydi bence. Yine Seconds filminin de o andaki Efes’i iyi tarif ettiğini düşünüyorum.
Karşılaştığımda en mutlu olduğum soru bu oluyor kitapla ilgili. Celal Salik benim Orhan Pamuk romanlarında en sevdiğim karakter. Sanırım farklı romanlarında en sık rastladığımız karakter de yine O. Metinlerarasılık benim okurken de yazarken de çok keyif aldığım bir yöntem. Coetzee’nin Romancının Romanı eserinde bu konuyla ilgili çok hoş bir tespiti var. Romanın kahramanı Elizabeth Costello, Joyce’un romanında geçen bir başka karakter üzerinden bir roman yazmıştır. Bu durumu şöyle açıklar “Ama bazı kitaplar öyle cömert oluyor o kadar çok buluş barındırıyor ki, bittikleri zaman geride kullanılmamış epey bir malzeme bırakıyorlar. Ve bazen öyle bir malzeme oluyor ki geride kalan, onu alıp kendi başınıza kuracağınız yeni bir yapıda kullanmak istiyorsunuz.” Tamamen aynı istekle ben de Celal Salik’i romanıma davet ettim.
Karamsar mı bilmiyorum, ama yaşadığımız bu çok uzun süreli mağlubiyet duygusunun bendeki ifadesi tam olarak bu. Sadece güçlü değiller, kendilerini iyi olarak sunacak kadar kudretliler de. Kendi tribününde “iyi” olanlar onlar ve bu tribünde, Haydarpaşa’yı savunanlar istihdam ve istikrar düşmanlarına, çocuğunun katilini arayan bir baba korkunç bir şekilde “çamur atan bir deli”ye dönüşebiliyor.
Medyadan hiçbir teklif gelmedi. Ancak bazı kitap kulüpleri ile online sohbetler gerçekleştirdik.
Benim ilk gençliğimden beri içimde kopan, sönen, köpüren duyguları yazarak izah etme gibi bir hevesim var. Toplumsal zeminde bir karşılığı var mı bilemiyorum, ama yazdıklarımı okumaktan mutlu olan insanlar var. Çok kalabalık değiller. Kalabalık olmalarını isterim tabii ki… Yazdıklarım beğenilsin de isterim, ama yazdıklarım beğenilsin motivasyonuyla yazmam. Başta söylediğim gibi sadece izah etmenin keyfi için yazarım. Hak ettiği ilgi bu mudur? Bu benim yanıtlayabileceğim bir soru değil bence. Söz sevgili okurda.
Trenlere, yolculara kavuşsun… Derhal demir yolcu emekçilerine kavuşsun… Şimdi ve derhal.