Bir zamanlar Caddebostan'da...

Caddebostanlı yazar Artun Ünsal, yeni kitabında hem geçmişin Caddebostanı'nını hem de dönemin yemek kültürünü anlatıyor.

07 Ağustos 2014 - 15:36
Kadıköylü Çiya Yayınları’nın dergisi “YemekveKültür”ün yeni sayısı yayımlandı. Yemek kültürüne dair birbirinden ilginç yazıların olduğu dergide, Kadıköylüleri yakından ilgilendiren bir de röportaj bulunuyor. Dergide, yazar-gurme Artun Ünsal ile yapılan söyleşide, yazar son kitabı Tel Dolaptaki Karpuz’la okuyucuyu çocukluğundan bu yana uğradığı hayat duraklarına götürüyor;  Göztepe’deki evinden, Ankara’ya, oradan Kabil’e, sonrasında Paris’e, sayısız Anadolu şehrine, derken Kille’de sonbahar hüznüne…

Ünsal, röportajı yapan Demet Elkatip’in “Tel Dolaptaki Karpuz’a çocukluğunuzla başlıyoruz. Göztepe Yeniyol’da anneannenizin evinde geçen çocukluğunuz ve bir Caddebostanlı olarak hemen ilgimi çeken Caddebostan Plajı. Önce o günlere, o dönemden aklınızda kalanlara dönelim isterseniz...” sorusuna şöyle yanıt veriyor: “Göztepe ile Caddebostan arasında epey fark var, yolu geçiyorsunuz bir faytonluk yol var, içeri giriyorsunuz; Yeniyol… Şimdi, Büyük Kulüp’ün oradan gelirken farkında değiliz ama adada Anadolu Kulübü’nde zenginler, siyasal düzenin başaktörleri, milletvekilleri, bakanların gittikleri yerlerdeki gibi belli bir sınıf farkı olduğunu hissediyorsunuz uzaktan. Köşkler var, onların önünde arabalar duruyor… Biz orta sınıfız; arabamız yok, her zaman faytona da binmiyoruz, genelde tramvay ve otobüs durakları, bir de dolmuş var. Hakikaten, bizim hem imkânlarımız azmış hem de fazla bir tüketim yokmuş galiba… Özel otomobil sayısı azdı, taksiler yoktu çok. Ana aksı Kadıköy-Bostancı arasını düşünürsek, ikiye ayrılıyordu; Sahil tarafı, Bağdat Caddesi üzerinde tramvay, biraz arkasında paralel giden tren yolu. Karaköy’den ya doğruca Kadıköy iskelesine gelir, meydandaki tramvaylarla Bostancı, Moda, Fenerbahçe ya da Karaköy’den Haydarpaşa’ya vapurla gelindikten sonra banliyö trenlerine binilir. Söğütlüçeşme, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy, Suadiye, Bostancı’dan sonra Küçükyalı, Maltepe, Kartal, Pendik’e ulaşılırdı.

 
SÜPERMARKET YOK, SEMT PAZARLARI GÖZDE...

Dikkat ederseniz kentin pazarları, çarşıları da kolay yerlerdir; Kadıköy pazarı, Erenköy pazarı, Göztepe pazarı gibi. Süpermarket filan yoktu, bakkallarda da her şey satılırdı; gaz, açık zeytinyağı, şeker, yumurta, peynir şekeri, kalem, pergel, dosya kâğıdı, defter… Ekmek, genelde fırından alınır, hatta bazen ekmek evlere dağıtılırdı atla çekilen ekmek arabalarıyla. Seyyar satıcılar da sebze, patates soğan ve meyveden, canlı tavuğa kadar her şeyi kapınızın önüne getirirdi. Caddebostan Göztepe’ye oranla daha varlıklıların oturduğu bir yerdi. Caddebostan’ın eski adı da Cadı Bostanı’ymış. Hem batak hem çorak, yani orada pek bir şey yokmuş. Tütüncü Mehmet Efendi’nin girişimleriyle Erenköy-Göztepe arasında sahil kısmı canlanmış. Mesela, iyi hatırlıyorum, o zamanki ahşap Fenerbahçe stadının aşağısında kalan sahil tarafı da Kızıltoprak’a kadar tamamen bataklıktı. Kurbağalıdere’den Kalamış civarına nice apartmanlar dikildi, büyük bir zelzelede ne olur buralar diyorum şimdi…”

 ZEYTİNİN 2 DEFADA YENİLDİĞİ DÖNEMLER…

 Yazar Artun Ünsal, çocukluğundan hatırladığı tatları da şu sözlerle aktarıyor; “Anneannem tutumlu bir kadındı; Birinci Dünya Savaşı’nı görmüş, 1902 doğumlu. Bolluğu da yaşamış, ama daha çok darlığı. Çünkü Girit’teki evlerini, çiftliklerini her şeylerini orada bırakarak İstanbul’a göç etmek zorunda kalmışlar. Türkiye’ye geldiklerinde de karşılığında hiçbir şey almamışlar. Çünkü Türkiye ile Yunanistan arasında 1924’te gerçekleşen karşılıklı nüfus değişimi anlaşmasından çok önce gelmişler, ‘gayri mübadil’ durumdalarmış. Oysa 1924’te gelen ‘mübadil’lere geride bıraktıkları taşınmaz mallar karşılığında, Türkiye’den ayrılan Rumların taşınamazları dağıtılacaktı. Anneannem henüz bebek. İstanbul’da yerleşmeleri sırasında yanlarında getirdikleri altınlarla bir ev almışlar, ne var ki tapusunu almadan parayı ödedikleri için dolandırılıp, açıkta kalmışlar. Ana baba ve beşi erkek altı kardeş anneannemin ailesi, kalabalıklar. Erkek kardeşleri büyüyüp elleri iş tutuncaya dek çok zorlanmışlar. Babamın tarafına gelince; dedem subay, ailesinden uzakta Balkan, 1.Dünya ve Kurtuluş’a… Bir savaştan bir savaşa savrulmuş durmuş. Onların da “muktesit” (tutumlu bir mutfağı olduğunu düşünüyorum. Ben daha çok anneannemde kaldım. Ama kendisini hayal meyal hatırlayabildiğim babaannem de dört erkek çocuk yetiştirmiş savaş koşullarında… Her neyse, anneannem 1950’lerde bile zeytini iki defada yerdi. Daima yedek şeker bulundururdu evde; kesme şeker ve kırma şeker derdik biz. Sonra hiçbir şey atılmazdı; tirit, mücverler, otlu yemekler. Et azdı, Girit mutfağı egemendi; ot çok yenirdi. Etraf da müsaitti ot toplamaya. Biraz ileriye gidince Bostancı Altıntepe’de de rahatlıkla toplanırdı, hele baharda bol bol. Bu kadar apartman yoktu o zaman. Fakat mutluyduk. Anneannemin bir üç aylığı vardı... Babamın da doktor olmasına rağmen, öyle çok büyük bir maaşı yoktu. Elhamdülillah, hiç aç kalmadık, ama gözümüz yükseklerde de değildi, kimsenin sofrasına imrenmezdik. “Muktesit” ama görgülüydük; anneannem maharetli elleriyle bizlere sıradan malzemelerle, zeytinyağlısından balığına en güzel ve lezzetli yemekleri yapıyordu. Farklı bir kültür vardı. Özel yuvalar, ilkokullar yoktu. Ortaokuldan itibaren yabancı dillerde eğitim veren özel kolejler olsa da, kamusal eğitim başattı ve de kaliteliydi. Netice-i kelam, yani sözün kısası Göztepe İlkokulu’nda çok zengin ailelerin çocukları da, gayet sınırlı imkânlar içinde olanlar da vardı ve hiç kimsenin kıyafeti diğerinden farklı değildi. “Göğüslük” dediğimiz, önlük dediğimiz siyah okul giysimiz çok demokratik bir şeydi. Okulda kutladığımız Yerli Malları Haftası’nı özellikle hatırlıyorum. Birlikte herkesin evinden getirdiği yiyecek ve meyveler şarkılar ve neşeyle yenirken, tutumlu olacağız ve paylaşacağız, işte bize bu öğretilirdi. Kimi zaman da, öğrencilerden birinin annesi bir tencere dolma, öteki bir tepsi börek yapıp getirir, öğretmenler ve öğrencilere ikram ederdi; böyle hoşluklar olurdu. Öğretmenler de öğrenciler de çok yakındı; her öğretmen birinci sınıftan aldığı öğrenciyi beşinci sınıfa kadar götürür mezun ederdi.
 
CADDEBOSTAN PLAJINDAKİ TRABZON HURMASI!
 
Tramvay işte; birinci mevki, ikinci mevki, o da çok büyük bir fark yok. Karaköy-Kadıköy vapurunda lüks mevki vardır. Lüks mevkide 10 kuruş fark ödenerek yolculuk yapılırdı. Bazıları özellikle lüks mevkide giderdi, ama hiç kimsenin umurunda değildi. Mesela plaja gidişte, milletin el çantası bile yoktu. Yıllar sonra havayollarının, örneğin Pan-Am’ın taklit çantaları çıktı, herkes o çantaları kullandı. O zaman da bile, çoklukla bir Pazar filesi, ya da gazete kâğıdı veya bir havluya sarılarak mayo taşınırdı… Ben daha çok Moda plajına giderdim, Caddebostan’a daha az. Caddebostan önemli bir plajdı, hatırladığım güzel bir kumu vardı, yanda Trabzon hurması ağaçları vardı. Trabzon hurmasının olgun, turuncu halini bilmediğimden, böyle yeşil yeşil top meyveleri gizlice koparıp ağzımıza aldığımızda buruk ve ekşi bir tatla karşılaşınca bayağı düş kırıklığına uğrardık biz çocuklar. Sonraları, Trabzon hurmasının sağlığa ne kadar yararlı olduğu anlaşıldı da manavdaki sonbahar meyveleri arasında yerini aldı.”
 

ARŞİV