“Dedem Müfid Ekdal”

Doktor Müfid Ekdal’ın torunu Ali Ekdal, TESAK’ta düzenlenen anma toplantısı için bir yazı kaleme aldı. Gazetemize de uzun yıllar kıymetli yazılar yazmış olan Müfid Ekdal’ı 5. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyor, torununun yazısını siz okurlarımızla paylaşıyoruz…

19 Temmuz 2019 - 10:40

Ali EKDAL

Öncelikle bu anlamlı günde dedem Doktor Müfid Ekdal’ın hatırasını anmamıza yardımcı olan Kadıköy Belediyesi’ne ve Tarih Edebiyat Sanat Kütüphanesi’ne, değerli fikirlerini paylaşmayı kabul eden Sayın Özalp Birol ve Sayın Burak Çetintaş’a ve bizlerle birlikte bu etkinliğin bir parçası olan siz saygıdeğer dinleyenlere teşekkür etmek istiyorum. Bugün, bu konuşmayı yapmak istememdeki temel neden, dedem Müfid Ekdal’ın ömrü boyunca büyük gayret göstererek geçmişini belgelemeye ve hikayelerini anlatmaya çabaladığı Kadıköy’ün genç bir sakini olarak, benim gözümde bu gayretlerin, özellikle güncel bir bağlamda, ne ifade ettiğini paylaşmaktır. Değişim ve dönüşümün algılayabildiğimizden de hızlı gerçekleştiği bu günlerde, kendi geçmişimize dair farkındalığımızın, bahsi geçen değişimin aynı zamanda yıkıcı da olan etkilerine karşı bir panzehir olabileceğinden ve dedem Müfid Ekdal’ın eserleri ışığında toplumsal belleğin teşkil ettiği önemden bahsedeceğim.

Müfid Ekdal’ı birçok tarihçiden ayıran özelliği eserlerinin çoğunda birincil kaynağın bizzat kendisi olmasıdır. Doktor olmasından ve o dönemde bu mesleğin hastaların hanelerine giderek icra edilmesinden ötürü, kendisi uzun yıllar boyunca Kadıköy’de girilmemiş konak, ziyaret edilmemiş köşk bırakmamıştır. Dolayısıyla, bu hanelerin içerisinde yaşayan itibarlı ev sahiplerinin hayatlarına birinci elden tanıklık etmiş, sayısız konunun tartışıldığı muhabbetlerde bizzat bulunmuştur. Doksan altı yıllık ömrünün tamamını Feneryolu’nda geçiren, son günlerine kadar doğduğu köşkte hayatını sürdüren Müfid Ekdal, İstanbul’un işgal yıllarından Mustafa Kemal Atatürk’ün Moda’yı ziyaretlerine, II. Dünya Savaşı’nın seferberlik yıllarından rahmetli Celal Bayar’ı Feneryolu’nda tedavi ettiği Demokrat Parti dönemine kadar, tabiri caizse, tarihe şahitlik etmiştir. Kadıköy ve çevresinde ziyaret ettiği hanelerin yanı sıra, Numune Hastanesi’nin başhekimliğini yaptığı yıllar boyunca, günümüzde artık pek de rastlanmayan hasta ve doktor arasındaki ilişkinin samimiyetinin de faydasını görerek, birçok hastasıyla yakın ilişkiler geliştirmiş, İstanbul ve Kadıköy’ün bambaşka köşeleri ve yıllarından dinlediği hikayeleri belleğine kazımıştır. Doktorluğu ve tarihçiliğinin yanı sıra, akraba veya tanıdık ayırmaksızın herkese karşı saygılı, nazik, ve anlayışlı yaklaşarak çevresinde bir İstanbul Beyefendisi olarak tanınmıştır.

Ancak kendisini benim gözümde ayıran özelliği tarihe şahitlik etmiş olması değil, büyük bir özveriyle bildiklerini, gördüklerini, ve dinlediklerini kalıcı hale getirme çabasıdır. Misal olarak, son kitabı olan Kadıköy Sokakları vefatından çok kısa bir zaman önce yayınlanmış olup, kendisi bu kitabın çalışmasını çoğunlukla hasta yatağında yapmıştır. Her kim olursa olsun, üzerinde hiçbir yükümlülük yokken bu denli fedakarca belli bir gaye uğrunda emek sarf etmek, hepimiz için öğrenmemiz gereken birtakım dersler barındırmaktadır. Dedem Müfid Ekdal da, çocukluğunda güzelliğini ve ihtişamını hayranlıkla seyrettiği Kalamış köşklerinin bir bir ıssızlaşıp çürümeye terk edildiğini, iskelelerinde sayısız hikaye dinlediği Fenerbahçe’nin kıyılarında denizin betonla örtüldüğünü, on yıllar boyu Kadıköy sakinlerinin nice tatlı veyahut hüzünlü anılarına ev sahipliği yapmış gazinoların teker teker yıkıldığını gördükçe, ki bu gazinolardan belki de en meşhuru olan Belvü’de kendisi babaannem Celile Ekdal’a evlilik teklif etmiştir, ortak tarihimizin ve kültürümüzün bu değerlerini anlatmak ve ölümsüz kılmak istemiştir. Her şeyden öte, bunu kendi sorumluluğu olarak görmüştür; zira kendisinin de sağken sıkça belirttiği gibi, geçmişini tanımayan toplumlar geleceklerini tayin edemezler.

Dedem Müfid Ekdal’ın çok sevdiği güzel Kadıköy’ün tarihine ve değerlerini korumaya yönelik içtenlikle hissettiği hassasiyeti bir anımı paylaşarak anlatmak isterim. Ben henüz beş altı yaşlarında bir çocukken kendisini Feneryolu’nda ziyaret ettiğimiz bir gün, bana son derece ciddi bir üslupla muayenehanesine gelmem gerektiğini, önemli bir konu hakkında konuşacağımızı söylemişti. Kendisinin her zamankinden biraz daha ciddi olan bu üslubu açıkçası ilgimi çekmiş, kalabalıktan ayrılarak duvarlarını çeşitli İstanbul ve Kadıköy tasvirlerinin süslediği, bir tarafında yüksek bir kütüphanenin, öbür tarafında ise bugün müzeye konulabilecek derecede eski lakin zamanına göre oldukça ileri olan elektro cihazının bulunduğu muayenehaneye gitmiş, hasta koltuğuna oturup dedemi dinlemeye başlamıştım. Karşısında bir çocuk oturuyor olmasına rağmen dedem Müfid Ekdal, her zamanki saygılı üslubuyla bana artık büyüdüğümü ve benimle Fenerbahçe hakkında konuşmak istediğini belirtmişti. Bizans imparatoru Justinyen’in, eşi imparatoriçe Theodora için Fenerbahçe’de yaptırdığı saray ve bu sarayın dillere destan olmuş büyüleyici güzelliğiyle ilgili hikayeyle ilk orada tanışmıştım. Tabii bu muhabbetin ertesinde benzeri yarı ders mahiyetinde konuşmalarımız tekrar etti, ancak bir çocuk olarak İmparatoriçe Theodora ve sarayını dedemin ağzından dinledikten sonra içimde kalan yegane his, kendisinin yüzlerce yıl önce inşa edilmiş ve artık olmayan bir eser için hüzünleniyor, Fenerbahçe’nin bugününü göremediği için içten içe üzülüyor olduğunu görmek olarak kaldı.

Sadece kendi içinde yaşayıp büyüdüğü yıllara değil, çok sevdiği Kadıköy’ün yüzlerce yıllık geçmişine dahi bu derecede bir hassasiyetle yaklaşan Müfid Ekdal’ın, gözlerinin önünde daha önce görülmedik bir hızla yerini çürümeye, veyahut betona ve ranta bırakan tarihin, kayıt altına alınmadan, yazılı olarak anlatılmadan, bu güzide ilçede ikamet edecek gelecek nesillere aktarılmadan, akıp gitmesini seyretmesini beklemek, kendisini halihazırda tanıyanlar için akıl dışı olurdu. Dedem Müfid Ekdal, Feneryolu’ndaki bahçede babası Tahir Ekdal’ın bir fidanken ektiği, bugün dalları göğe uzanan çam ağacının bir asırlık ömrünü seyretmiş biri olarak, birikimin ne denli emek ve zaman istediğinin ve bunun karşısında yıkımın korkutucu derecede zahmetsiz ve kolay oluşunun idrakindeydi. Kanaatim odur ki, bu tezadın farkına varmak kendisi için geçmişi yazmayı ve anlatmayı zaruri kılmıştır.

Yaşadığımız yerin tarihini, hikayelerini, göçmüş insanlarını bilmek, düşünülenin aksine, son derece kişisel bir husustur. İnsan ve mekan arasındaki ilişki, deneyimimizi birinci elden etkiliyor olsa da çoğu zaman göz ardı edilmektedir. Bu sebepten dolayı, ivmelenerek artmakta olan mekânsal dönüşüm her ne kadar farkına varması kolay olmasa da, özellikle günümüzde, toplumsal belleğin bütünlüğünü bozacak derecede hayatımıza tesir etmektedir. Her gün adımladığımız sokaklarda beş yıl öncesinden tek bir binanın kalmaması, şahsımca sessiz bir toplumsal travmadır. Çünkü ortak belleğin canlı kalması sadece bireylerin hafızlarına kazıdıkları hatıralarla değil, aynı zamanda bu hatıraları ilişkilendirdikleri mekanlarla da alakalıdır. Dolayısıyla bir toplumun ortak bilinci, şehrin dokusundan ayrı tutulamaz. Bu hassas dengede, şehrin dokusu benliğini ve karakterini kaybettikçe insanları da kendilerini yorucu bir kimlik arayışı içinde bulurlar. Keza şehir sakinleri tarihlerine dair olan farkındalıklarından uzaklaştıkça, sokakların dokusu da değişir. Bütün bunların ışığı altında, dedem Müfid Ekdal ve ikamet ettikleri yerin geçmişini anlatmış bütün tarihçiler esasında son derece mühim bir toplumsal sorumluluğu üstlenmişlerdir. Cumhuriyetin çalkantılı yıllarında eskimeyen sorularımızdan biri olan kimlik arayışımızda bize olduğumuz kişiyi dikte etmemiş, şahitlik ettikleri geçmişi önümüze koyarak bakmamız gereken yeri aydınlatmışlardır. Bize bu hassas dengeyi korumak adına ne yapmamız gerektiğini söylemekten imtina edip, üstlerine düşeni yapmış, fiziken önüne geçemedikleri yıkıcı bir dönüşümün karşısında kayıt altına aldıkları tarihle durmuşlardır. Bu bağlamda, eserlerinin eylemdeki yansımalarını toplum vicdanına bırakmaları şahsımca özellikle manidardır.

Yanlış anlaşılmasını istemediğim bir husus dönüşümün her zaman yıkıcı olacağıdır. Her ne kadar bugün kendimizi daha önce eşine rastlanmamış derecede kapsamlı ve hızlı bir devinimin ortasında buluyor olsak da, değişim her daim şehirlerin ve toplumların ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu nedenden dolayı, geçmişi olduğu gibi yaşatmaya çalışıp değişimin kaçınılmaz bir biçimde geleceğinden bihabermişçesine yarına sırt çevirmek, bağnazlık olarak dahi yorumlanabilir. Her ne kadar, irademiz dışarısında gerçekleşen dönüşüme karşı korumacı bir tavır almak duygusal bir tepki olsa da, eğer gerçek manada bir etki yaratmak isteniliyorsa, yapılması gereken geleceği tarihin ışığı altında taslağa dökmektir. Dolayısıyla, bahsi geçen yıkıcı etkiler, değişimin kaçınılmaz bir sonucu değil, kendi tarihine karşı farkındalığı olmayan bir zihniyetin ürünüdür. Dedem Müfid Ekdal da, bu farkındalığın artması, Kadıköy’ün kendini tanıması ve geleceğini geçmişin hatalarını bilerek tayin etmesi adına eserlerini kaleme almıştır.

Sözlerimin sonuna gelirken, kendisinin bir eserinden bir alıntı paylaşmak istiyorum:

“Bir zamanlar bülbüllerin öttüğü, küçük büyük, renk renk kuşların dallarında sıçradığı ulu ağaçlar bir mevsim evvel kesilerek inşaat için meydanlar açılmış, kamyonlar dolusu kerestelik tomruklar taşınmıştı. Fakat doğa umutsuz bir mücadele ile kesilen asırlık ağaçlardan boş kalan çıplak toprağı yemyeşil bir örtü ile örtmüş, bu yeşilliğin arasından sarı katır tırnakları, gelincikler, ballıbabalar, renk renk papatyalar adeta fışkırmıştı. Çınar, servi, ardıç ve taflanların baltadan kurtulanları geniş arazinin sadece etrafında kalarak ortası bir meydan olmuştu. Bahçenin ve evin yüz elli yıllık bir geçmişi vardı. Fakat inşaat fikri insanoğlunun beynine girince ne geçmişe bağlılık ne de doğaya sevgi kalıyor, bir kesim, bir yıkım gidiyordu. Eski eserlere olan ilgisini uzaktan uzağa takip ederek büyük haz duyduğumuz mülkün yeni sahibi de her nedense bu ağaç katliamına rahatça göz yummuştu. Bahçeden Çıngırlı’nın tarihî köşküne doğru yürürken, sonradan buranın bekçileri olduğunu öğrendiğim bir karı koca ve yedi yaşlarındaki oğulları ile karşılaştım. Çiti aşıp bahçenin ortasına kadar gelen bu davetsiz yabancıya kuşkulu gözlerle sessiz sessiz baktılarsa da kısa zamanda maksadımın sadece görmek olduğunu anlayıp, rahatladılar. Yirmi senedir burada çalışıyorlardı. Çıngırlı’yı hiç duymamış, Güstav Kuto’ya yetişmemiş, Gabriel Kuto’yu tanımışlardı. Kendilerine içinde yaşadıkları bu mülkün yüz elli yıllık geçmişini birkaç cümle ile anlattım. Yakında bunları bir kitap halinde çıkaracağımı ekledim. Bu konuşmalar olurken küçük çocuğun insanı hayrete düşüren ilgisi her halinden anlaşılıyor, daha iyi duymak, daha iyi öğrenmek istercesine gittikçe yakınıma geliyordu. Yedi yaşın tazeliği ile yüz elli yıllık bir geçmişe duyulan merakın ufak bir çocukta birleşmesi cidden şaşırtıcı idi. Bir adım daha yaklaşarak çok düzgün bir ifade ile sordu.

-Amca, basılacak kitabın adı ne olacak?

-Bir Fenerbahçe vardı.”

Düşüncem odur ki, geçmişe ve geçmişin hatıralarını yaşatan değerlerimize, şahsi hırslarımız ve yarından ötesine uzanmaktan aciz ihtiraslarımızla değil, yedi yaşındaki bir çocuğun naifliği ve merakı ile bakmayı öğrenebildiğimizde, kendimizi ve tarihimizi sağlıklı bir biçimde idrak edip, halihazırda içinde bulunduğumuz kafa karışıklığı ve kaybolmuşluktan uzaklaşacağız. Bu hususta, bıraktığı eserler ve ömrü boyunca göstermiş olduğu gayretle, ortak tarihimizin zamanın karşısında kaybolup gitmemesinin önemini bizlere anlatan dedem Doktor Müfid Ekdal’a, önce bir Kadıköy sakini, ardından da torunu olarak, teşekkür edip hatırasını anmayı, kendime borç bilirim.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.


ARŞİV