Kadıköy Belediyesi Tarih Edebiyat Sanat Kütüphanesi (TESAK), 21-22 Mayıs tarihlerinde düzenlenen “Kriz ve Yoksulluk” başlıklı felsefe günlerine ev sahipliği yaptı. Çevrimiçi düzenlenen etkinliğin açılış konuşmasını Prof. Dr. Kurtul Gülenç gerçekleştirdi.
Derin yoksulluğun, açlığın ve işsizliğin toplu intiharları, cinayetleri, ağır bunalımları, travmaları ve şiddeti artırdığını söyleyen Gülenç, şöyle devam etti: Kriz ve yoksulluk. Yan yana geldiklerinde genellikle iktisadi bir çağrışıma sahip bu iki sözcük işsizlik, ücretler, enflasyon, gelir dağılımı, bölüşüm gibi kavramlar eşliğinde sosyal bilimcilerin önemli araştırma başlıklarından biri olageldi. Kriz ve yoksulluk ikilisine dair yürütülen bu bilimsel araştırmalar elbette gerekli, ama yeterli değil. Bu yetersizliğin en önemli sebeplerinden biri sorunun ekonomik eşitsizlik tartışmalarını aşan bir boyuta sahip olması. Buna ister ontolojik ister etik-politik diyelim, meselenin iktisadi çağrışımla yetinmeyen başka türden bir daveti sergilediği söylenebilir. Amartya Sen’in vurguladığı gibi yoksulluk ‘genel kabul gören bir hayatın gerektirdiği asgari ihtiyaçlar için gerekli gelir düzeyine sahip olmamak’tan çok, insanların ‘ne yapıp yapamadıkları ve ne olup olamadıklarına’ bakılarak anlaşılabilir bir durum. O halde bir durum, hatta bir süreç olarak tarif edilebilecek yoksulluk, kişinin duygularıyla, zihin halleriyle, yoksunluklarıyla, yapabilirlikleriyle yakinen ilişkili bir kavram. Dolayısıyla yüklü bir borcun altına girmeyi taahhüt eden bir kişi sadece şimdisi ve geleceğine ipotek koydurmuş olmuyor, aynı zamanda tercihleri ve yapabilirliklerini de kısıtlamış oluyor.”
“EN ALTTAKİLERİN GELİRİ AZALIYOR”
Son dönemde küreselleşmeye bağlı olarak ortaya çıkan aşırı sağ ve popülist hareketleri eşitsizlik meselesi üstünden anlamanın sosyal bilimler içerisinde yaygın bir eğilim haline geldiğini söyleyen Prof. Dr. Evren Balta, küreselleşme ve yoksulluk arasındaki ilişkiyi şu sözlerle anlattı: “200 yıllık kapitalist tarihe baktığımızda gördüğümüz temel değişim ortadaki yüzde 40’ın sosyal gelirden aldığı payın hemen hemen hiç değişmemiş olmasıdır. Yani orta sınıflar benzer bir biçimde küresel gelir dağılımından aynı oranı alıyor. Son 20-30 yılda, en alttaki yüzde 50’nin gelirinin azaldığını ve giderek ciddi bir yoksullaşmanın olduğunu görüyoruz. Buna rağmen en üstteki yüzde 10’un gelirinin de ciddi bir artışın meydana geldiğini biliyoruz.
Yoksulların daha da yoksullaştığı, zenginlerin de küresel gelir dağılımından aldıkları payı artırdığı bir dönemden geçiyoruz. Pandemi bu eğilimi daha da güçlendirdi.”
Yoksulluğun ekonomik bir sorun olmanın yanında politik bir sorun olduğunu ifade eden Prof. Dr.Harun Tepe, yoksulluğun yaşamın diğer alanlarına etkisini şöyle anlattı: “Göç sorunu da yoksullukla ilgili. Yoksulluk çoğu zaman siyasal şiddete ve adaletsizliğe yol açıyor. İnsanlar daha iyi koşullarda yaşamak istiyor ve o yüzden göç etmek istiyorlar. Bugün insanlarımızın ülkeden gitmek istemelerinin sebeplerinden biri de politik ve ekonomiktir. Küreselleşme bir olgu ve bunu kabul etmek zorundayız. Giyim tarzı, yaşam tarzı, siyasal yönetim tarzları ve sermaye küreselleşiyor. Aslında küreselleşen kapitalizm ve serbest piyasadır. İyi şeyler gibi kötü şeyler de küreselleşiyor; insan hakları, mücadele demokrasi temel hak ve özgürlüklerin yanında ırkçılık da küreselleşiyor.”
HEGEL VE MARX
Yoksullukla ilgili tanımlama yaparken Hegel ve Marx’tan örnekler veren Dr. Özgür Emrah Gürel, “Modern dünyada yoksullukla ilgili iki çözüm önerisi varmış gibi görünüyor. Bunlardan biri Hegel’in hukuk felsefesindeki tartışması ve karşısında da Marx’ın yoksulluk tartışması ve takipçileri var. Hegel’in çözümlemesine sosyal cumhuriyetçilik üst başlığı koyabilirsek, Marx’ın çözümlemesine de sınıf analizi ve devrim önerisi olarak bakabiliriz.” dedi.
Hegel’in sivil toplum tartışmasını özetleyen Gürel, “Kapitalizm ve bu üretim ilişkileri daha 1821 yılında Hegel’in gözlemine göre doğal olarak ve durdurulmaz bir şekilde yoksulluğu ortaya çıkarıyor. Bu gözlem 1821 yılında yapılmış. Yoksulluğu ortaya çıkarmasının yanında daha çok mekanikleşmeyi ve daha çok endüstrileşmeyi de ortaya çıkarıyor. Bu sadece yoksullukla sınırlı kalmıyor ve sivil toplumda ayak takımı oluşuyor. Bunların tamamı güvencesiz. Temel hiçbir hakları yok. Hegel bunun bir problem olduğunu söyleyerek tartışmayı bitiriyor.” dedi.
“EŞİTSİZLİK MERCEĞİYLE BAKMALIYIZ”
Sosyal eşitlikçi bir hukuk devleti içinde konuşulan sosyal cumhuriyet ve sosyal devlet projesinin insanlığın siyasal ufkundan çıkmadığını ama mevcut gerçeklik içinde bir şeye tekabül etmediğini söyleyen Dr. Serdar Tekin de konuşmasını şöyle sürdürdü: “Yoksulluğa ilişkin bu tür bir çözüm önerisinin gündemden düştüğü bir dönemde yaşıyoruz. 1970’li yıllardan itibaren yavaş yavaş tedavülden kalkmaya başladı. Bu programın ortadan kaldırılmasını sağlayan şey de neo-liberalizm. Yani neo-liberalizm hegomanik bir perspektif olarak hem ulusal ekonomileri hem de ulusal ekonomileri çevreleyen dünya sistemini ele geçirdi. Dolayısıyla sosyal cumhuriyet, sosyal devlet dediğimiz ve 20. yüzyılın ikinci yarısında nesnelleştiğini gördüğümüz proje bugün itibariyle rafa kaldırılmış durumda. Biz yoksulluk meselesini neo-liberal dünyanın yarattığı ideolojik ve nesnel tahribata bakarak konuşuyoruz.”
“Yoksulluk bir yoksunluktur.” tanımını yapan Tekin, “Bugün içinde bulunduğumuz dünyada yoksulluğu konuşurken nasıl bir mercekle bunu konuşmalıyız? Yoksulluk en çıplak ve en sert haliyle açlıktır, evsizliktir. Eşitsizlik de başka bir mercek ve ben içinde bulunduğumuz koşullarda yoksulluğa eşitsizlik merceğiyle bakılması gerektiğini düşünüyorum. İçinde bulunduğumuz dünyada yoksulluk ve yoksunluk hali doğal bir yoksulluk değil. Yoksulluk ve eşitsizlik aynı şey değildir, bu ikisi arasında net bir analitik ayrım yapabiliriz. Neo-liberalizm bize yoksulluğun daimî olacağını ve kaçınılmaz olduğu söylemiyor. Neo-liberalizm bize şunu söylüyor: yoksulluk çözülebilecek sorun ama bunu çözmek için gerekli ekonomik büyümeyi ancak eşitsizlik pahasına elde edebiliriz.”
ZENGİNLİK NEDEN KÖTÜDÜR?
Herkesin yoksulluk üzerine konuştuğunu ama yeterince eşitsizlikten ve adaletten söz edilmediğini vurgulayan Prof. Dr. Nilgün Toker “Felsefeciler herhangi bir konuyu filozoflarla düşünürler. Felsefenin birçok kadim sorusu var felsefeciler de bunlara cevap vermiştir. Yoksulluk ve eşitsizlik gibi bir meseleyi yani amiyane tabirle damardan sosyal ve siyasal bir mesele felsefenin de kadim sorunlarından biridir. İnsanlık tarihinde eşitsizliğin neden kötü olduğunu bize en lirik anlatan filozof Rousseau’dur. Yoksulların içine sokuldukları halin nasıl bir ahlaksal ve siyasal kötülük olduğunu anlatır.” diye konuştu.
Marx’ın Rousseau’nun aksine yoksulları anlatmayarak ve soruyu değiştirdiğini söyleyen Toker, şöyle devam etti: “Son derece haklı bir biçimde yoksulluk varsa zenginlik de var der. Marx’ın sorusu şu: zenginlik neden kötüdür? Rousseau, yoksulların içine sokulduğu siyasal ve ahlaksal kötülüğün bertaraf edilmesi için bir egemenlik tasavvuru yapar ve egemenliğin formunu değiştirir. Marx ise zenginliğin yarattığı kötülüğün ve yıkıcılığını bertarafı için... Zenginliğin bizzat kendisinin kötü olduğunu ve ortadan kaldırılması üzerine bir adalet teorisi yazar. 21. yüzyılda giderek derinleşen yoksulluğun bu kadar görünür olduğu zamanlarda, ‘edebiyatın ve sanatın gördüğü şey nedir?’ sorusunu da sormak gerekiyor.”