Gökhan Çelebi 25 yıllık fotoğrafçı. Binlerce fotoğraf çeken Çelebi, instagramda açtığı fotograf_okur_yazarligi hesabında hem kendi hem de başkalarının çektiği fotoğraflara hikâyeler yazıyor. Bir fotoğrafın bir fotoğraftan çok daha fazla şey olduğunu anlatan bu yazıların peşine düşüp Çelebi ile fotoğraflara yazılar yazma hikâyesini ve fotoğrafçılığı konuştuk.
Nasıl başladığım konusu biraz ‘kötü komşu insanı mal sahibi yapar’ın hikâyesine benziyor. Çok eskiden fotokritik diye bir sayfa vardı. İnsanlar orada fotoğraflarını paylaşır birbirlerinin fotoğraflarını yorumlardı. Ben bir gün orada bir fotoğraf paylaşmıştım. O fotoğrafı da paylaştığımda nereden baksanız 15 senedir fotoğrafçıydım. İçerik olarak başarılı bir fotoğraftı. Tuhaf yorumlar oldu. Birkaç kişi birleşip fotoğrafı kaldırttılar. Ben de hırs yaptım (Gülüyor). Güzel bir fotoğrafın ne olduğuna dair bir yazı yazdım. O sırada sosyal medya bu kadar etkin değildi. Sonra çantalı bir çocuk fotoğrafı ile ilgili bir yazı yazdım. O fotoğraf ve yazı bir anda çok ilgi gördü. Bir gecede takipçi sayım arttı. Bir motivasyon olunca diğer yazılarda geldi.
4 yıl oldu sanırım.
Ben Marmara Üniversitesi Gazetecilik bölümü mezunuyum. Mezun olduğum yaz Ekonomist dergisi bir fotoğrafçı arıyordu. Gittim görüştüm ve işe aldılar. O gün bugündür orada çalışıyorum. 25 yıl bir yerde çalışmak insanlara tuhaf gelebiliyor. Fotoğrafçılık masa başı bir iş olmadığı için ben orayı çalıştığım yerlerden biri olarak görüyorum. Sadece Türkiye değil uluslararası şirketlerin dünya başkanlarını çektim. İnsanları tanımak için değişik bir deneyimdi.
Çünkü sokak fotoğrafçılığındaki portre çekimlerinin aksine çektiğiniz insanlarla tanışıyorsunuz bir bağlantınız oluyor, konuya daha hâkim oluyorsunuz. Düz bir hesapla rahat 8 bin kişi fotoğraflamışımdır.
Teknik olarak başarılı olmak zorunda. Bir duyguya hitap etmesi, bir şey hissettirmesi, merak uyandırması lazım. Bunu fotoğrafçı bazen bilinçli yapar, bazen reflekse dönüşmüş tecrübeyse yapar. Bakarken siz fotoğrafın neden güzel olduğunu düşünmezsiniz ama o fotoğrafçının başarısıdır.
Susan Sontag “her fotoğrafın fotoğrafçıdan bağımsız kariyeri vardır” der. Bazen çektiğiniz fotoğraf zamana ve değişen toplumsal yapıya göre farklı anlamlar kazanabilir. Herkesin bir algısı vardır. Eğitimine, dini inanca, ailesinden gelen kültüre, kişisel dünya görüşüne kadar. Bu bizim algımızı şekillendirir. Orta sınıf bir vatandaş için simit çay fotoğrafı duyguları tetikleyici iken zengin biri için değersiz olabilir. Hatta bazen tam tersidir. Her gün gördüğü bir şey insanın ilgisini çekmezken bir özlem duygusu beğenimizi etkileyebilir.
Yani fotoğraf tamamen insanların kişisel deneyimleriyle ilgilidir. Keza dini inançlarımızdan etnik kimliğimize kadar her tür kodumuz fotoğraf çekerken de bir fotoğrafa bakarken de devreye girer.
(Fotoğraf: Eylül Duru Çelebi)
Evet. Genelde sosyal medyada beğenilen fotoğraflar manzara fotoğraflarıdır. Bazen de insanların milliyetçilik, ya da din duygusuna hitap eden fotoğraflar ilgi çeker ve paylaşılır. Çünkü fotoğraf ideolojik bir araç olarak da kullanılıyor.
Bir kere fotoğrafın objektif olmadığını kabul etmemiz lazım. Fotoğraf yalan söylemez ama fotoğrafçılar yalan söyleyebilir. Dolayısıyla fotoğraf makinesini araç olarak kullanan fotoğrafçı olduğu için objektiflikten bahsetmek gerçekçi değil.
Aslında ben bir hikâye anlatıyorum bir yakıştırma yapıyorum. İnstagram sayfamın üstünde de her fotoğraf bir hikâyedir yazar. Yani tamamen öznel şeyler söylüyorum. Bir başkası aynı görüntü için tamamen farklı şeyler söyleyebilir. Tabii fotoğrafın geçmişine bakıyor, hikâyesini de okuyorum Tarihsel bilgiler, okuduğum kitaplardan etkilendiğim bir cümle, geçmişte okuduklarım, izlediklerimden yararlanarak bir bütünlüğe kavuşturmaya çalışıyorum. Tamamen duygusal yazılar da değil, bir de fotoğrafın olmazsa olmazları da var, fotoğraf bilgimden de yararlanıyorum.
Bir kere belli bir kalite olacak. Net olacak, renkleri, çerçevesi düzgün olacak. Bir çocuğu yüksekten çekerseniz, fotoğrafta yetişkin olarak onun dünyasına bakıyor olduğunuz algısı olur, onun seviyesinden çekerseniz farklı anlamı vardır. Aşağıdan eğilip gökyüzü koyarsanız farklı anlamı olur, binaları koyarsanız farklı anlamı olur. Bulunduğunuz yerin açısını değiştirerek bile aynı görüntüyü bir sürü farklı anlama kavuşturabilirsiniz.
Her şeyden önce kendiniz için çekin. Önce anla sonra anlat. Başka beğeniler peşinde koşarsan kendi tarzını yaratamazsın. Bu sadece fotoğraf için değil her meslek için geçerli. Esinlensinler. Tüm dünyadan paylaşımların olduğu fotoğraf siteleri var. Fotoğrafı sadece fotoğraf çekerek değil film izleyerek, müzik dinleyerek geliştirebilirsiniz. Çünkü fotoğraf yaşamla ilgilidir. Ve çekerken acele etmeyin. İletişim kurun. Tarihi bir yere gittiğinizde o yerin tarihi hakkında bir şey bilmiyorsanız ne çekebilirsiniz? İyi fotoğraf çekmeniz için orada iki bin yıl önceki yaşantıyı bilmeniz, soluklanıp hayal etmeniz lazım. Bilmediğinizi çekemezsiniz.
Dünyaya iz bırakmak için. Sanat anlamında yapılabilecek en kolay sanat fotoğraf olduğu için insanlar fotoğraf çekmeyi tercih ediyor.
Gökhan Çelebi'nin instagram hesabındaki fotoğraf ve yorumlarından bazıları
İNSAN HAFIZADIR
İnsanın 5 duyusu var ama bence tüm bunların toplamından ortaya çıkan 6. bir duyusu daha var. Buna hafıza diyoruz. Eğer uyaran etken önceden deneyimlenmişse duyularımızın birincil görevi "tanılama" yerini eşleştirmeye bırakır. İşte buna duygu manasındaki "his" diyoruz. Deneyimlerle eşleşmeyen her algı da beynimiz için yeni bir "kod"tur ve hisse dönüşeceği anı bekler. İşte fotoğraf, yani iyi bir fotoğraf aslında 6. duyumuzdur. İyi bir fotoğraf bir nevi filmlerdeki flashback sahnelerine benzer ve rüyalar gibidir. Yani geleceği değil geçmişi gösterir. Çocuğun yüzüne bakın. Aynı şeyi mi hissediyorsunuz… Aynı şeyi mi hissediyoruz?
Çocukluğun iç ferahlığını hatırlatan rüzgarın serinliğini mi… Yasak olan bir şeyi yapmanın heyecanını mı? Bir belediye otobüsüyle yolculuğun bile eğlence dönüşebilmesini mi? Bunlar evet... Ama çocuğun hissetmediği bizim bildiğimiz şey; jet hızıyla geçen yılların pencerede akan görüntünün silikliğinde simgeleşmesinin hüzünle karışık içimizi burkması. Rüzgar çocuğun tenini okşuyor, kulakları nerede olduğunu söylüyor.
AHH GÜZEL İSTANBUL
Ne filmdi ama.. “Her şey biz hiç gayret etmeden yolunda gitse..” diyordu bir yerinde Sadri Alışık.. Ahh Güzel İstanbul filmin adı. Aklıma getirdi; “Ah be sevgili hanımefendi, hayat neden böyle.?” demişim ben de bir zamanlar bir yazımda. Peşinden de; “Ne bileyim işte böyle öyle şöyle. Tarifi zor. Neresinden tutsan diğer yan kısa geliyor sanki. Her şey güzel olamaz biliyorum ama olsa ne olur ki… Olabileceğini düşünmek istemek bile, bir hataymış gibi öğretilmiş hepimize” diyerek ağlanmışım sevdiceğime. Bu da bir aşk hikayesi. Film be yahu. Hem de en alası. Size değil elbet, bana, tabi ki. Haşmet seyyar fotoğrafçı ben onun modereni. Yaşadığı yer Beylerbeyi benim de hayatımın evveli ahiri. “Siz yine şanslısınız. Ne bitecek ne başlayacak bir işim kaldı dünyada” diyor fotoğrafını çektiği askerlere. Ben, arkada koskoca Ayasofya dururken erlerin neden İstanbul Hatırası yazan fonun önünde fotoğraf çekildiklerine şaşırırken “Aman bozmayın, bizim memlekette şaşkınlık yaraşır adam olana” der ve 55 yıllık filmde bile 50 yıllık körüklü makinesinin kapağını bir tekerleme eşliğinde açıp kapar.
Sonra Ayşe gelir oturur sandalyeye. Artistik poz istiyorum der. Meşhur olmaktır niyeti. - “Oğuz Baranlı bey var tanırsınız herhalde..Filmci. Sirkeci’de bir pansiyonu var Medeniyet pansiyonu.” der kız. - “Oğuz bey de medeni olmalı.” der Haşmet, Yeşilçamda kötü yola düşme henüz klişe olmamışken. Ama aklına düşer Ayşe bi kere. Sonra çeker gider, Sadri de kız da…
ŞEHİRLİ İNSAN
Ben bir şehirli insanım. Metroda yürüyen bantta koşarım. 3 saniye kazanırım. Adres soran şoföre oradan sonra nereye gideceksin diye sorarım. Ona göre arabayı bırak ya da şuradan kaç iyiliğini yaparım. Ben bir şehirli insanım, domatesin meyvenin iyisinden anlarım ama mecbur markete dadanırım. Arabamdır en yakın dostum, sırdaşımdır telefonum. İnternetimdir ateşim suyum. Televizyondur uykum. Ben bir şehirli insanım. Metrobüste önce ineceği, oturuşundan tanırım, yayayken medeni, araçtayken canavarım. Yazın rotam Egedir, kışın kavgam doğalgaz faturasıdır. Şehirdeki herkes düşmanım, avm ler sığınağım. Ben şehirdeki bir insanım şehrin matematiğinde ustayım. Huzur meditasyon felsefe feng şu bu ya bayılırım. Öyle olmasa bu şehirde nasıl yaşarım.
FANTASTİK KEDİ
Fotoğrafçı arkadaş, bu kedi Bostancı sahilde duvarda oturuyordu, arkada güzel bir ışık vardı. Çekerken kafasını hareket ettirdikçe saniyenin 10'da 1'i bir süre gözlerinin parladığını fark ettim. Hızla geçen patenliler bisikletliler arasında çömelip bekledim. 50-60 kare sonunda istediğimi yakaladım. Beklemek tamam ama yeterli değil. Düşük diyafram (f:2.8) kullanarak fondaki ışıkların da flu şekilde dairesel patlamasını sağlayarak daha fütüristik bir görüntü elde ettim. Dolayısıyla bu sayede sevimli kedi figürü fantastik öğeye dönüştü...
ŞEYTAN FAKİRDİR
… Eskiden ne zaman bir fakir lafı geçse annem ananemden kalma, "öyle deme şeytan fakirdir" derdi. Çocuk aklı anlayamazdım. O zamanlar fakirliğin sadece para pul ile ilgili olduğunu zannedecek saflıktaydım. Artık kimse fakir değil 'düşük gelirli'. Bunu böyle söylemek çok şeyi değiştiriyor değil mi? Zam değil "fiyat ayarlaması" gibi.
Evet bugün fakirliğin ayıp olması kabullenilmesini güçleştiriyor. Çünkü reklamıyla dizisiyle sosyal medyasıyla sunulan özenilesi hayatlar herkese uygun şekilde paketlenip servis edilerek insanların bi şekilde nefisleri körleniyor. Ve her kademe atlama hamlesiyle de kimse daha fakirleştiğinin farkına varmıyor. E kimse fakirliğini kabullenmediği için de (en azından başkalarına karşı) sahip olduklarının zevkini çıkartmak yerine sahip olamayacaklarına özenmekle gitgide "şeytan"laşıp kendine ve herkese yabancılaşıyor. Hayatımız için zaruri olmayan her şeyin pazarlanması maalesef gerçek ihtiyaçlarımızın zaruriyetini perdeleyerek sahte bir sahiplik ve şükran hissi yaratıyor. Bunun farkına varsan da maddi olarak elini kolunu kaptırdığından isyan edemeyip kuzu kuzu oturuyorsun. Zaten bu illüzyona da artık alıştığından haline şükredip Matrix'in pili olmaya devam etmekten başka çaren kalmıyor.
Oysa geçmişte telefonumuz yoktu komşularımız vardı. Arabamız yoktu misafirliklerimiz vardı. Kıyafetlerimiz yoktu heveslerimiz vardı. Ne bileyim vayt çaklıt mokiyatomuz yoktu aşuremiz vardı. Her şey dahil tatillerimiz yoktu herkes dahil tatillerimiz vardı. Reklam diliyle söylersek "sınırlarını aş"tıkça sinirlerimiz bozuldu.
GEÇ DOĞMUŞUZ
Çılgın kalabalığın artık yerlerine vardığı, 'gün'dü alışverişti gezmeye çıkacak gürültücü kalabalığın henüz evde olduğu bu saatlerde evden çıkmayı severim. Tedbirli davranıp giydiğim kalın montla otobüste alnıma vuran güneşin beni pişirmediği zamanlarda, sahilde ilerlerken karşı tepelerin Erguvan ya da karlı hallerini hayal edip kafamda fotoğraflar çekerim. Boğaz ın Asya kıyıları kadar ev dolmadığından hala güzel gözüken yeşil tepelerini, sonu kötü bitecek sevdiğim bir film gibi hüzünle izlerken aklıma hep Aydın Boysan ın anlattığı, sabahın erken saatlerinde Anadolu Hisarı'ndan duyulan karşı kıyıda Bebek'te giden atın nal sesleri gelir. Biz yaşlandığımızda karanlık tünellerde işe gidip gelecek torunlarımıza göre daha şanslıyız belki ama yine de geç doğmuşuz geç.