Kadıköylü bankacı-yazar Onur Gökşen, 3. kitabı ‘Allah Belanı Versin Brokoli’de, 118 kilodan 86’ya düşüşünün hikâyesini eğlenceli bir dille anlatıyor.
Gökçe UYGUN
Bahar geldi, yaz kapıda. Herkesler kilo verme telaşında, gazetelerde boy boy diyet listeleri, raflarda rejim kitapları... Aralarından biri sıyrılıyor; Kadıköylü yazar Onur Gökşen imzalı “Allah Belanı Versin Brokoli”... Gökşen'i, dikkatli okurlarımız bilirler, daha önceki kitaplarıyla Gazete Kadıköy sayfalarımıza konuk olmuştu. Okuyan Us yayınlarının Dizüstü Edebiyat serisinden çıkan yeni kitabında bu kez de ‘brokoliye olan husumet’ini, fevkalâde neşeli ama bir o kadar da kendine özgü ‘acımasız’ üslubuyla anlatıyor! Sosyal medyanın en popüler isimlerinden Gökşen’le, son derece eğlenceli ve faideli bu eseri hakkındaki sıcak sohbetimize kulak verin...
-Diğer 2 kitabın “Bizim De Renkli Televizyonumuz Vardı” ve “Yedi Kere Sekiz” geçmişle, anılarınla ilgiliydi. Bu kitap yine öznel ama konu bambaşka? Hikâyen,-senin deyiminle-bir kırılma/patlama noktasıyla başlıyor. Anlatır mısın?
Evet, zamanı bir 30 yıl ileri sarıp bugüne geldik bu kitapta. Aslında kurgusal başka bir kitap yazıyordum, ama o tam istediğim gibi olmayınca önce bunu yazmaya karar verdim. Ama asıl olay şurada patladı, hem de kelimenin tam anlamıyla! (gülüyor) 118 kiloydum ve deli gibi kilo almaya devam ediyordum. Şeklim şemalim kaymıştı! Gerisini kitaptan bir bölümle anlatayım; (...) Ta ki bu yaz, yazlıkta dayımların evinde okey oynarken, oturduğum plastik sandalyenin benim ağırlığıma dayanamayıp bir anda dört bacağının birden kırılmasına dek… Bu trajediye tam olarak sandalye kırılması denemezdi aslında, daha çok bir patlamaydı! Sandalyenin bacaklarını artık nasıl esnetmişsem, sağlam bir tane bacak bile kalmamıştı ortada. Fazla saman yemekten can çekişen bir manda gibi yere yapıştım. Komedi filmi çeksen, filme böyle salak bir sahne koymazsın!
-Kendinle çok fena dalga geçiyorsun. Nasıl olabiliyor bu?
Şişman insan komik olur derler ya, şişman mecburdur ona! Başkası dalga geçmeden önce, kendi kendiyle dalga geçmeye. Kalkanıdır o. Kendiyle barışık şişman filan yoktur, sadece çok iyi rol yapar!
-Çok iddialı sözler bunlar...
Evet çünkü şişmanların hislerini çok iyi biliyorum. Yılların şişmanıyım ben (kahkaha atıyor)
-Ama sanırım kastettiğin mevzu gerçekten şişman olanlar, birkaç fazla kiloyu takıntılı olan kadınlardan bahsetmiyor olmalısın?
Kesinlikle, şişmanlığı yaşam kültürü haline getirmişlere hitap ediyorum. Ayrıca, zayıf olup da kötü beslenenlere de.
-Sandalye patlamasına dönelim. O olaydan sonra diyete karar verdin sanırım?
O an karar verdim; diyet yapayım ve bunu da yazayım. Piyasadaki diyet kitaplarına bakıyorum hiçbiri benim istediğim gibi değil.
-Diyet kitaplarından fayda göremeyince, bari ben
yazayım mı dedin?
Bir nevi öyle! Cahilce değil tabi destek aldım diyetisyenden. Sürekli televizyonlara çıkan diyetisyenler bilmez ki şişmanın ne yaşadığını. O hayatı boyunca fit olmuş, empati kuramaz ki benle. ‘Fasulye şuna iyi gelir, brokoli şuna filan’ derler. Bana ne ya, ben zayıflamanın peşindeyim, brokolinin besin değeriyle ilgilenmiyorum! Zaten o sinirle “Allah Belanı Versin Brokoli” koydum kitabın adını. (gülüyor)
-Kilo vermek isteyen herkes kitap mı yazsın yani?
Yok canım, beni okusun yeter! (gülüyor)
-Sen de bir diyetisyen eşliğinde kilo verdin değil mi?
Evet, diyetisyen Şengül Sangu Talak'a gittim. Onun kontrolünde kilo verdim. Bir yandan da yazıyorum. Zaten ona da anlattım kitap olayını. Yazdığım her şeyi bir yanlışlık olmasın diye Şengül’e kontrol ettirdim.
-6 ayda 118'den 86’ya indin. Nasıl geçti bu 180 gün?
Kitabı yazmak beni çok motive etti. Bağladım kendimi oraya. Bağlamazsam başarmam daha zor olurdu. Diyetisyenime yalanlar söyledim, gizlice çok yemek yedim ki onları da yazdım. 41 yaşındayım, sürekli ot yiyemem ki, lahmacun da kebap yedim vallahi!
-Bu diyet herkese 32 kilo verdirecek diye bir iddian yok sanırım?
Yok, öyle düzenbaz kitaplardan değil benimki. Bu benim hikâyem, benim 32 kilom. Bir başkasının 12 ya da 45 kilosu olabilir. Tek iddiam bu kitabı okuyan, kilo verirken motivasyonu korur! Bu kitap, ‘Kendini kaybetmeden nasıl kilo verirsin’ kitabı.
-Peki kitaba adını veren brokoliden bu kadar nefret mi ediyorsun gerçekten?
Çorbasını biraz seviyorum. Ama genel olarak brokoliye karşıyım! (gülüyor)
-Diğer sebzelerle aran nasıl?
Keşke diyetisyenler onların yerine daha lezzetli yiyecekler verseler! Şişman insan o pırasayı yedikçe daha mutsuz oluyor...
-Ah evet, şişmanlıkla mutsuzluk arasındaki bağlantıyı nasıl yorumluyorsun?
Hayatın istediği gibi gitmiyorsa, şişmansan, mutsuz oldukça o mutluluğu sadece yemekte buluyorsun. Yemek yediğin anda büyük haz duyup, şişmanlığını unutuyorsun taa ki tekrar acıkana dek. Sonra tekrar yiyip daha şişman ve pişman oluyorsun. Kısırdöngü... Şişmanlık rezalet bir şey bence, insanı acayip mutsuz yapıyor. Bak şimdi bana Gökçe, zımba gibiyim! (mutlu mutlu gülümsüyor)
-Kilolarınla vedalaştın, şimdi mutlu musun?
Şişmanlıktaki, psikopat insanın içini saran karanlıklar şimdi yok...
-Peki, kitabı okuyanlar ne hissedecek?
Canları çok fena acıyacak ki benim istediğim de bu! Kendini berbat hissetsin, kendini iyi hissederek diyet yapamazsın. Dibin de dibine vursun ki zaten o depresyonla yemeği de azaltır zaten (gülüyor)
-“Kilo vermek isteyenlere tavsiyen var mı” şeklindeki olmazsa olmaz soru ile bitireyim...
Ben kendime karşı çok acımasızdım. Acırsan olmaz bu iş! Önce gerçekten kendinle yüzleşeceksin, gerisi geliyor...
KİTAPTAN...
“Toplum, o insanı boğan, kötü hissettiren baskısını üzerimizden çekmez; mesela uzun süredir görmediğimiz bir arkadaşımızı yolda görürüz, “Abi ne kadar kilo almışsın!” der. Sana ne? Benimle mi sevişeceksin, sana ne benim kilomdan! Bunların hiçbiri olmazsa, annemiz, “Yavrum biraz kilo ver, sağlığın için bak…” diye başımızın etini yer. İş arkadaşlarımız, “Abi, gömlekler biraz dar galiba!” diye tebessüm eder; çünkü gömleğin göbek kısmı o kadar gerilmiştir ki, oradaki düğmeler birazdan kopacak gibi durmaktadır. Kopar da… Hayatım, pıt diye durduk yere atan düğmeleri ofisin yerlerinde arayarak geçti. Arkadaşlarımız halı saha maçına gider, biz federasyon gözlemcisi gibi tellerin arkasından maçı izler, üç şekerli çayımızı yudumlarız. Çünkü sahada iki adım koşsak, kalp krizi geçirecekmiş gibi hissederiz kendimizi. (...) Bilirsiniz, pazartesi günü şişmanlar için kutsal gündür. Hafta sonu tıka basa yer, “Nasılsa pazartesi diyete başlayacağım” diye düşünürüz. Başlarız da, ama akşama kadar; içimizi kazıyan o açlık hissine dayanamaz, akşam bütün gün yemediklerimizin acısını çıkarır, on beş saat yemediğimiz yemeği on beş dakikada yeriz. Fakat bunları yaparken mücadele etmemiz gereken hissin aslında açlık hissi değil, mutsuzluk hissi olduğu asla aklımıza gelmez. Aslında mutluluğu yemekte bulduğumuz için o kadar fazla yeriz, açlıktan değil. Cümleyi düzelteyim; ben açken, diğer insanlara nazaran daha fazla mutsuzumdur.”