Kent hakkı, kentleşme ve kent içindeki dinamiklerin değişimi üzerine çalışmalar yapan sanatçı Serkan Taycan’ın 2007’den beri sürdürdüğü çalışmaları “Kente Doğru” adını verdiği sergi ile izleyiciyle buluştu. 2 Ocak’a kadar Müze Gazhane’de görülebilecek serginin en önemli çalışmalarından biri de Taycan’ın İki Deniz Arası projesi. Kanal İstanbul’un güzergahında 2013 yılında bir yürüyüş rotası belirleyen Taycan, onlarca kişinin bu deneyime ortak olmasını sağladı. Taycan ile Müze Gazhane özelinde, kent içinde çok az sayıdaki endüstriyel yapıları, İstanbul’un değişen yüzünü ve Kanal İstanbul’u konuştuk.
Taycan, “İstanbul artık kendi kendine yetmeyen bir şehir, çevresindeki tüm tabii kaynakları sömüren bir şehir. Dolayısıyla Kanal İstanbul ile artık sürdürülemez bu kentin sınırlarını daha da genişletilmesi planlanıyor. Aynı zamanda tüm bu inşaat faaliyetleriyle imara da açılması planlanıyor.” diyor.
Fotoğraf: Eda Özel
-Modern kentleşme sürecini; taşradan kent çeperlerine, oradan kent meydanlarına uzanarak anlattığınız çalışmalar sizin için de önemli olan Müze Gazhane’de sergileniyor. Kent içindeki endüstriyel mirasın yok olmaya terk edildiği bir süreci de yaşıyoruz. Bu mekanda sergi açmak sizin için nasıl bir duygu?
Muazzam bir duygu tabii ki. İstanbul için son derece önemli ve geriye kalan birkaç endüstriyel tesisten bir tanesi. Benim endüstriyel mirasla ilişkim biraz daha geçmişe dayanıyor aslında. 2010 yılında İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğu sırada ÇEKÜL Vakfı’nın Marsilya’da bir kurumla beraber yaptığı, İstanbul ve Marsilya’daki endüstriyel kültürel mirasla ilgili bir projenin fotoğraflarını çektim. Bunun için de yaklaşık bir buçuk ay İstanbul’da, bir buçuk ay da Marsilya’da vakit geçirdim. 2010’da İstanbul Avrupa Kültür Başkenti, 2013’te de Marsilya Avrupa Kültür Başkenti oldu, ikisinin kesişimine denk geliyordu. O süreçte, İstanbul’daki belli başlı ayakta kalan, endüstriyel kültürel miras değeri taşıyan binalarda, yapılarda ve alanlarda fotoğraflar ürettim. Bunlardan bir tanesi de Hasanpaşa Gazhanesi’ydi.
Şu çok önemli tabii ki; İstanbul gibi hızla dönüşen, 1950 sonrasında nüfusu 50-60 senede neredeyse 15 kat artan bir kentte eski sanayi yapıları, 1950 öncesi sanayi yapılarının hepsi kentin göbeğinde kaldı. Gazhane bunun en büyük örneklerinden - Santralistanbul yani eski Silahtarağa Elektrik Santrali, Yedikule’deki diğer gazhane, Beykoz Kundura Fabrikası, Beykoz Paşabahçe Fabrikası, Çırpıcı’daki diğer tekstil fabrikaları, tersaneler, başta Haliç Tersanesi ve Taşkızak Tersanesi olmak üzere, bunlar çok önemli. Endüstriyel mirasın kentin merkezinde kalması, bu mekanları son derece önemli kılıyor.
-Neden?
En başta açık alanlar. Mimari ve kültürel öneme sahip oldukları için çevresindeki mahallede dönüşüm olduğu takdirde çok ciddi bir kültürel kullanım potansiyeline sahipler. Hasanpaşa Gazhanesi ve Santralistanbul bunun en büyük örneği. Yani çevresini dönüştürme potansiyeline sahip bu mekanlar. İkinci en önemli özellikleri de şu: malum sanayi tesisleri çalıştığı dönemler içerisinde çevresine çeşitli çevresel problemleri de getiren mekanlar, çevresini kirleten mekanlar. Ama bir yandan da çevresindeki komüniteyle de derin kültürel, yaşamsal bağı olan mekanlar. Mesela Paşabahçe’yi örnek verelim. Paşabahçe’deki yoğun fabrikalar, Beykoz’daki, yıllarca Beykoz’a - bir işçi mahallesi olarak - kimliğini vermiş yerler. Dolayısıyla on binlerce aile ve onlarca çalışan ve orayla ilişkili olan kişinin yaşamsal bağları var burayla. Endüstriyel miras mekanlarının konumları nedeniyle ve hafızaları nedeniyle halka kazandırılması gerekiyor.
KİMLİĞİNİ ARAYAN FOTOĞRAFLAR
-Kente Doğru serginiz dört bölümden oluşuyor. Uzun bir yolculuğun ve emeğin ürünlerini görüyoruz. Bu çalışmanın çıkış hikayesini anlatabilir misiniz?
Bütün hikaye 2007 yılında başladı. 30 yaşıma gelmemle beraber, yetişkinliğe doğru adım atan her insan gibi kimlik ve aidiyet soruları etrafında taşrada geçen çocukluğumun izlerini aramak için seyahatler yapmaya başladım. Bu son derece klasik bir hikaye. Bu sırada da fotoğraflar çekmeye başladım, bu da serginin birinci bölümünü oluşturuyor. 2007 ile 2010 arasındaki “Habitat” kısmı. Aslında çıkış hikayesi de bir aidiyet ve kimlik arama hikayesi.
-Dört hikaye de birbirinden bağımsız olmayan içeriklere sahip, hepsi birbirini tamamlıyor mu ne dersiniz?
Şimdi dört hikayeyi kısaca anlatmaya çalışayım. Birinci kısım, taşrada geçen çocukluğun izlerini arayan, Ankara’nın doğusu diye tarif edebileceğim bir coğrafya parçasında çeşitli yeni sorular sormaya ve yeni cevaplar aramaya çalışan bir görsel denemeler şeklindeki bir fotoğraf serisiydi. İkinci kısım 2007’den 2010’a kadar sürdü. Bu anlattıklarımın tamamı da Türkiye’nin ve İstanbul’un geçirdiği hikayeden bağımsız değil bu arada. Bireysel fotoğraf çalışmaları ve sergisi gibi duran şey aslında toplumsal hafızanın bireysel yansımaları. 2010’la başlayan kısma geliyorum. Bu kısım; İstanbul’un bir dünya kenti olarak sunulduğu, bütün bu neoliberal global ekonominin yansımalarının yoğunlukla hissedildiği, İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğu, inşaat furyasının ve yapılaşmanın muazzam bir hız kazandığı dönemde, fotoğraf üreten genç bir insan olarak “İstanbul’un çeperlerinde ne oluyor da bu bizim hayatımızı nasıl etkiliyor?” sorusunu anlamak için yaptığım seyahatlerde çektiğim fotoğraflardan oluşuyor. Kentin çeperlerindeki çeşitli veçheleri olan, toplu konutlaşma, kapalı uydu kentler, güvenlikli siteler, kentin çevresindeki inşaat alanları ve daha sonra pelesenk olan mega projeler gibi birçok mevzuyu anlamaya ve analiz etmeye çalışan fotoğrafları ürettim. Bu da yaklaşık 2010-2013 arası, tam da aslında 2013 Gezi’ye doğru gelen süreç ve Gezi zaten malum, bütün bu soruları hep beraber sorduğumuz ve bu sorular karşısında hep beraber aktive olduğumuz bir süreçti. Kabuk denen çalışma da Gezi sürecine doğru giden yolda benim kendi kendime bu durumlara karşı üretmeye çalıştığım bir refleksti.
“ŞEHİRLERİN KANI HAFRİYATTIR”
-Kabuk adını verdiğiniz bölümde kentin çeperlerinde inşa edilen yeni yerleşim alanlarına odaklanıyorsunuz. İş makineleri, hafriyatlar, derin çukurlar ve bir sürü şeyi görebiliyoruz. Sizin izlenimleriniz neler oldu bu süreçte, nasıl bir değişim yaşandı buralarda?
2010-2013 yıllarında daha yoğun bir şekilde bu alanlarda bulunuyordum. İstanbul’un şu anda kullanılan büyük havalimanının inşaatı daha yeni başlamıştı. O süreçte bütün bu hafriyatın bir yerden bir yere aktarımı çok ilgimi çekiyordu çünkü malzemenin taşınma durumu ve nereden nereye aktarıldığı aslında ortaya çıkan şehir idealine dair bize çok ciddi veriler veriyor. Bedeninizde ne olduğunu en basit neyle anlarlar? Kan testinden. Kanınızı alıp test ediyorlar, değerlerinize göre hastalığınızı söylüyorlar. Hafriyat da bir kent için o demek aslında. Kan gibi, oradan oraya aktarılıyor, farklı yerlerde çıkıyor, çukurlara koyuluyor. Taş veya çimento veya beton gibi inşaat malzemeleri bir kent için kan görevi görüyor.
Benim hafriyat mekanlarında, bu çukurlardaki iş makineleriyle iştigalim aslında kentin karakterini, durumunu anlamak içindi. Tabii ki İstanbul 2010’da muazzam bir şekilde, çok sert bir şekilde değişiyordu. Dünyada gittikçe artan bu mega kentler, sağlıklı bir çevre oluşturmayı zorlaştırıyorlar. Bu sebeple en büyük izlenimim de bunun geriye dönüşünün mümkün olmadığını anlamak ve bunun çıkmazlarını kavramak. Çünkü kentler artık insanların sağlıklı bir yaşam kurması için fazla büyümüş durumdalar. En büyük izlenimim bu oldu. Zaten daha sonra araştırmalarımı da bu yönde yapmaya başladım. Şu anki akademik araştırmalarım da gittikçe bu bölge-kent kavramları ve dünya ölçeğindeki bölge-kentler üzerinde yoğunlaşmış durumda.
-Agora adlı bölümde ise kent meydanlarının izini sürüyorsunuz. 2014 yılında başladığınız bu çalışma yakın bir tarih aslında. Ancak bana göre yedi yıl içinde kent meydanlarında birçok şeyin değiştiğini görmek mümkün.
Agora 2013’te virgül koyduğum; taşra, kent çeperi, ardından kent meydanlarına bakan üçlemenin son halkası. Hepsi bir kentleşme hikayesi, “Kentleşme nedir?” sorusuna cevap vermeye çalışan bir seri. Agora’da da ismiyle açık zaten, kent meydanlarına kentin en önemli kamusal alanlarının ve bu kamusallığın İstanbul’da nasıl yaşandığına bakmaya çalışıyordum. Kamusal alan neden çok önemli, bunu belki açıklamak gerekiyor. İnsanların sınıf ve etnik kökenlerinden bağımsız olarak özgürce kavuşabilecekleri ve birbirinden etkilenebilecekleri, bu anlamda kenti daha yaşanabilir ve birbirine tolere edilebilir şekilde tekrar üretecekleri mekanların kendisidir toplumsal alanlar. Bunların en önemli örnekleri tabii ki meydanlar. Ben de İstanbul’da bu meydanlar nasıl tasarlanmış, tarihsel olarak ne gibi karakterlere sahip ve geleceğe dönük nasıl potansiyel barındırıyor diye bakmaya çalıştım.
Türkiye’nin siyasi yaşamında birçok şey değişti. Meydanlar da zaten siyasi bir sahne. Dolayısıyla bu siyasi sahnenin meydanlara etki etmemesi mümkün değil. Ancak siyasi sahnedeki değişkenlikler yapılı çevreye nüfuz etmedi. Yani bu 7 yıl önceki meydanlar nasılsa şimdi de yaklaşık olarak öyleler. Bu aslında patetik, sorunlu bir durum. Siyaset değişiyor, siyasi tartışma değişiyor, belki siyasi güç ve iktidar değişmiyor ama siyasetin kendisi değişiyor. Bu değişim meydanlara nüfuz etmiyor. Örneğin Taksim Meydanı 10 yıl önce ne haldeyse şu anda da üç aşağı beş yukarı aynı halde. Yapılı çevrede çok da hızlı bir değişim yok, siyaset sahnesinde çok büyük bir değişim var ama… Sorun da bu hatta, öyle yorumlayabilirim.
İKİ BİN KİŞİ YÜRÜDÜ
-2013 yılında hayata geçirdiğiniz bu dört günlük yürüyüş rotası ile Karadeniz’den Marmara’ya uzanarak kentin en dışından merkezine yaklaşmaya çalıştınız. Bu yürüyüşü aynı zamanda bedensel bir deneyim olarak yorumluyorsunuz. “İki Deniz Arası” yürüyüşünüzde neleri deneyimlediniz?
Kanal İstanbul hattını bir yürüyüş rotasına çevirdim, insanlar burada yürümeye devam ediyorlar diye bırakmıştım. 2013 yılından günümüze burada iki deniz arası Kültür Rotaları Derneği’nin bir üyesi oldu aynı zamanda. Dolayısıyla küçük de olsa bir kurumsal kimliğe sahip. Likya Yolu, Kariye Yolu gibi rotalar her neyse İki Deniz Arası’nın kendisi de öyle bir rota. 2013 yılından günümüze kadar 2 bine yakın kişinin yürüdüğünü tahmin ediyoruz. Bunlar içerisinde gruplar ve bağımsız yürüyüşçüler veya dünyanın dört bir tarafındaki üniversitelerden öğrenciler olduğunu, birçok meslek ve yaş grubundan insan var.
-Siz neleri deneyimlediniz?
Aslında benim deneyimim değil insanların kendi deneyimi burada önemli olan. Bu benim yaptığım ve “Bu benim deneyimlerimin ortaya çıktığı bir şey” değil ben sadece bir rotanın yapılmasına önayak oldum. Bilgim dahilinde bunu hazırladım ve ortaya koydum. Ben sadece bir aracı ve kolaylaştırıcıyım. Bu sorunun yürüyüşçülere sorulması belki daha iyi olabilir. Zaten mesele de onların ne tecrübe ettikleri ve bu tecrübenin dönüştürebilme potansiyeli. O dönüştürme potansiyeli de şuradan kaynaklanıyor: aslında bir mekanda olduğumuz ve onu kanlı canlı, dokunarak, hissederek, koklayarak yaptığınız sürece ilişkiniz güçlenir. Eğer bir sahip çıkma söz konusuysa ancak öyle sahip çıkılabilir çünkü bedensel olarak orada var olmak sahiplenmek anlamına gelir. İki Deniz Arası’nın da bütün meselesi bundan ibaret zaten, orada bedensel olarak var olmak ve sahip çıkabilmek veya var olan değerlerin altını çizebilmek. Çünkü siz ancak değer verdiğiniz yerde bedensel olarak var olursunuz. Değer vermediğiniz yere gitmezsiniz zaten, göz ardı edersiniz. İki Deniz Arası’nın maksadı da odur; göz ardı edilmemesi, kent çeperindeki mekanların yok sayılmaması, kentle olan bütün bu varoluşsal ilişkisinin gözden geçirilmesi gibi soruları ortaya koyuyordu.
-O zaman “yürüyüşe katılan insanlar neler hissettiler?” diye sorayım.
Bu yürüyüşler küçük atölyeler, tartışma platformları gibiydi, eğer grup yürüyüşlerinden bahsediyorsak. Bağımsız yürüyüşler de bir içe dönüş veya bir yolculuk gibi değerlendirilebilir. O coğrafyayı derinlemesine tecrübe eden ve var olan kültürel ve tabiat varlıklarını hissettikleri, gelecekte tahrip olabilecek durumu algılayabilecekleri bir tecrübeydi diyebilirim.
“İSTANBUL KENDİNE YETMİYOR”
- Bu rota aynı zamanda Kanal İstanbul’un da planlandığı hat. Kentleşme ve ekoloji meselelerini odağına alan bir sanatçı olarak Kanal İstanbul’u nasıl yorumluyorsunuz?
Bunun bir kısmını yukarıda cevaplamaya çalışmıştım. Kanal İstanbul sadece İstanbul’un çeperinde bir kanal ve Boğaz’a alternatif bir su yolu olarak lanse edilmiş bir proje. Böyle bakılınca çok basit ve dünyada başka örnekleri varmış gibi pazarlanmaya çalışılıyor. Ancak şöyle farklılıkları var: öncelikle İstanbul’dan başlamak üzere, İstanbul artık kendi kendine yetmeyen bir şehir, çevresindeki tüm tabii kaynakları sömüren bir şehir. Dolayısıyla Kanal İstanbul ile artık sürdürülemez bu kentin sınırlarını daha da genişletilmesi planlanıyor. Aynı zamanda tüm bu inşaat faaliyetleriyle imara da açılması planlanıyor.
Kanal İstanbul’un söylenen ve ortaya konulan iddiası, sonradan gerçekleşecek durumu açıklamıyor. Aslında kanal sadece bir kanal değil kanal çevresinde bir kent demek ama bu çok söylenmiyor ya da söyleniyor ama yaratacağı şey çok söylenmiyor. Bu, İstanbul’u artık uçsuz bucaksız bir coğrafya haline getirip içinden çıkılmaz, kaotik bir ortama sürükleyebilecek potansiyel barındırıyor. İstanbul’un ciddi anlamda yaşanılmaz bir yere dönüşmesine meydan verecek bir proje kısacası.
Kanal bu gidişle, siyasi iktidarın yıpranmaya girdiği bu süreçte ve Türkiye’nin bulunduğu bu uluslararası siyasi dengeler nedeniyle, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum nedeniyle çok yapılacakmış gibi görünmüyor. Ancak çevresindeki şehirleşme ve imara açılması kanal mazeretiyle gerçekleşecek görünüyor. Esas tehlike de bu aslında. Yani kanal yapılmasa da orası artık kentleşmeye, imara açık yerlere dönüşecek.
Korkum şu ki, aslında bu başından da böyle senaryolaştırılmış olabilir. Yani başından beri kanalın yapılmayacağı biliniyor fakat şehrin bu şekilde genişlemesinin ve inşaat yapımı yoluyla rant üretiminin bir formülü olarak ortaya çıkmış görünüyor. En üzücü kısmı da bu. Kanal olursa iki deniz arası olmaz zaten. İki deniz arasında neler değişecek sorusunun cevabı o. Bu okuyucuya çok naif gelebilir ama iki deniz arası, kanala karşı duruyor aslında, yani ikisi birbirinin karşıtı. Kanal olursa İki Deniz Arası olmaz, İki Deniz Arası olursa kanal olmaz. İki Deniz Arası’nda bir hayati karşıtlık var, bir varoluş mücadelesi var aslında. Aslında İki Deniz Arası’nın bütün kavramsal, sanatsal, ekolojik jesti de buradan geliyor.