Şiddet sadece atılan bir tokat, yumruk değil, alay eden bakışlar, “sen beceremezsin” demek, küçük düşürücü isimler takmak, sürekli eleştirmek, aşağılamak, küsmek, parasız bırakmak, terk etmekle tehdit etmek, acındırmak da şiddet. Hayatımızın bir evresinde ya fail oluyoruz ya mağdur.
Doç. Dr. Şafak Nakajima’nın, İnkılap Kitabevi’nden çıkan kitabı “Şiddetin Gölgesinde İlişkilerin Karanlık Kuyuları” tüm ilişkilerde şiddeti ve nedenlerini mercek altına alırken hem failliğimize hem de mağdurluğumuza ışık tutuyor. O karanlık kuyudan çıkmak isteyip istememek elbette bize kalmış. Nakajima’yla kitap vesilesiyle şiddetin türlerini ve boyutlarını konuştuk.
“Şiddetin Gölgesinde İlişkilerin Karanlık Kuyuları” kitabınıza iş, aile, arkadaşlık, aşk, evlilik olmak üzere pek çok ilişkideki farklı şiddet türlerine değiniyorsunuz, bütün ilişkilerimiz şiddetin gölgesinde mi?
Uzun meslek yaşamımda bütüncül bir tıp doktoru ve birey- aile danışmanı olarak, açık ya da örtülü şiddetin hastalıklarda oynadığı önemli role ve tedavide bu rolün hemen her zaman göz ardı edildiğine sıklıkla tanık oldum.
İlişkilerde şiddet konusunda insanlara ışık tutacak, yabancı dilden çeviri olmayan, kendi toplumsal gerçeklerimizi yansıtan, bilimsel ama kolay anlaşılır bir kaynağa olan büyük gereksinim nedeniyle bu kitabı yazdım.
‘İŞYERİNDEKİ ŞİDDET SÜREKLİLİK GÖSTERİR’
İnsanların bir araya geldiği her durumda şiddet ortaya çıkabilir. Alışverişte, trafikte, ATM kuyruğunda sözlü ya da fiziksel şiddete rastlanabilir. Ancak ailede, arkadaş çevresinde ve iş yerindeki ilişkilerde yaşanan şiddet farklıdır. Bu tür şiddet çoğu zaman süreklilik gösterir. İnanmayı, güvenmeyi umduğumuz insanlardan geldiği için kafa karıştırıcıdır. İlişkimizi kolayca sonlandıramamak bizi çaresizliğe sürükleyebilir; bitirmekse suçluluk hissettirir.
İlişkide şiddet; baskıcı, kontrolcü, tehditkâr, ihmalkâr, yalnızlaştırıcı, özgürlüğü kısıtlayıcı her tür tutum ve davranışla bir başkasına, duygusal, fiziksel, cinsel, ekonomik, ideolojik veya manevi yönden acı çektirmek ya da zarar vermektir.
Bir davranışın “ilişkide şiddet” diye tanımlanabilmesi için anlık bir öfkeyle değil, sürekli biçimde uygulanıyor olması gerekir. Anlık öfke, somut bir olay nedeniyle rahatsız olunan bir davranışa duyulan tepkiyken, ilişkide şiddet yalnızca davranışı değil, mağdurun kişiliğini, varlığını da hedef alan, onu aşağılamayı, yıpratmayı, kontrol altına almayı amaçlayan ve devamlılık gösteren toksik bir durumdur.
Şiddet, duygusal, fiziksel, ekonomik, cinsel, ideolojik ya da manevi olabilir.
Kitabınızda yer vermişsiniz burada da sormak isterim, şiddete maruz kalmanın ya da fail olmanın çocuklukla nasıl bir bağı var? Ve kişiliğin rolü ne?
Bilimsel araştırmalara göre bebek beyni, gebeliğin henüz onyedinci haftasından itibaren annenin stres hormonlarından olumsuz etkilenir. Çocukluk dönemi, hayatta kalmak için büyüklerimize tümüyle bağımlı olduğumuz bir dönemdir. Adeta onların insafına terk edilmiştir kaderimiz. Bazı büyükler şiddete eğilimlidir. Doğrudan bize şiddet uygulamasalar bile, aile içinde başkalarına uyguladıkları şiddete tanık olmamız bizi derinden etkiler.
Şiddet bazen ihmal etme ve yok sayma şeklinde ortaya çıkar. Açıktan bir saldırı olmadığı için daha az tehlikeli gibi algılansa da, bu şiddet türü çok daha sinsi ve yıkıcı olabilir. Çocuk kendisini değersiz hisseder, varlığından suçluluk duyar. Bakımı ve gelişimi aksar, potansiyelini yitirir.
Şiddete maruz kalarak ya da şahit olarak yetiştiğimiz takdirde, dünyayı belirsizlikler ve tehlikelerle dolu bir yer olarak algılarız. Kendimize yabancılaşır, duygularımızı, istek ve ihtiyaçlarımızı tanıyamaz, nasıl ifade edeceğimizi bilemeyiz. Kimseye kolay kolay ‘hayır’ diyemeyiz. Başkalarından gelen sevgi, ilgi bizi ürkütür, gerektiğinde yardım isteyemeyiz. Zamanla kendimiz de şiddet eğilimi gösteren biri olabileceğimiz gibi, şiddet eğilimli insanların hedefi haline de gelebiliriz.
Çocukluğumuzun şiddet dolu ya da ihmalkâr bir çevrede geçmesi, zekâ düzeyimizden mizacımıza, sağlık sorunlarımızdan ömrümüzün uzunluğuna kadar pek çok şeyi belirler.
Kişilik yapısı sorunuza gelince, evet, kişilik yapımız, kurban ya da saldırgan olmamızı belirlemede önemli rol oynar. Her insanın mizacı sezgisellik, duygusal derinlik, empati gücü, akıl yürütme becerisi, stres direnci gibi faktörler açısından doğuştan gelen bazı farklılıklara sahiptir. Bir insanda empati ne kadar azsa o denli acımasız ve şiddet eğilimli olur. Öte yandan empati becerisi yüksek ama sınır çizmekte zorlanan bir kişi, daha kolay şiddet kurbanı haline gelir.
Ancak kalıtım her zaman “kaderi” belirleme gücüne sahip değildir. Aile, okul ve toplum çocuğa empatiyi, dayanışmayı, eşitliği ve adaleti erken yaşta öğretir ve sağlıklı yaşam koşullarını sağlarsa, o çocuğun ileride bu değerlerle yaşayan bir yetişkin olması olasılığı çok yükselir.
“YOKSULLUK ŞİDDETİ BESLER”
Şiddet artıyor mu yoksa sosyal medya vb. nedeniyle daha fazla görünür mü oldu?
Şiddet her sınıf ve etnik grupta var olan bir sorun. Ancak bir toplum eğitimliyse, düşünce özgürlüğüne, sağlıklı sosyoekonomik dengelere, kadın-erkek eşitliğini gözeten gelenek ve yasalara sahipse, orada şiddete daha az rastlanır. Gelişmiş ve gelişmemiş ülkelerdeki kadın cinayetleri oranlarına bakmak bile bu konuda az çok fikir verebilir.
Vahşi kapitalizm fedakârlıktan ziyade egoizmi, açgözlülüğü teşvik edip şiddete uygun bir zemin sağlar. Yoksulluk, yüksek işsizlik ve gevşek kanuni yaptırımlar şiddeti besler. Zenginler ve güçlüler cezadan kurtulacaklarını bildiklerinde, daha cüretkâr biçimde kadınlar ve ezilenler üzerinde baskı kurar, şiddet uygular, fütursuzca onları öldürebilirler.
Sosyal medya şiddeti görünür kılar ve besler. Sosyal medya sayesinde düne kadar yen içinde kalan kırılmış kolları görüyor, aile içi şiddetin ne denli acımasız boyutlarda yaşandığına şahit oluyoruz. Diğer yandan sürekli tanık olmak şiddetin kanıksanmasına, sıradanlaşmasına ve taklit edilmesine yol açıyor.
Duygusal bir ilişki başladığında ilk günlerdeki heyecan, tutku vb. şeyler zamanla farklılaşıyor. Bu bizim için normal akış. Bu ilişki sağlıksız demek anlamına mı geliyor?
“…Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar!” Bu cümle maalesef yalnızca peri masallarında vardır. Hayat inişli çıkışlı, güzel sürprizler, düş kırıklıkları, zaferler, yenilgiler, doğumlar ve ölümlerle doludur. Bu belirsizlikler içinde kurduğumuz tüm ilişkiler de birer canlı gibi doğar, büyür, değişir, ölür…
Başlangıçlar hemen her zaman heyecan vericidir. Çünkü beklentimiz yüksektir ve diğer kişiyi idealize ederiz. Sonra, partnerimizin gerçekte kim olduğunu gördüğümüzde, büyük bir düşüşe geçeriz. Ancak her aşk hikâyesi farklıdır ve ilişkinin niteliği o çifte özeldir. Bir ilişkiyi sona erdiren ya da sürdüren temel ölçüt, kendimizi ve karşımızdaki insanı keşfetmeye ayırdığımız zaman ve verdiğimiz değerdir. Hem kendimizi hem de eşimizi keşfetmeli, tanımalıyız. Maruz kaldığımız ya da uyguladığımız şiddeti mümkün olan en kısa sürede fark etmeli, düzeltmeliyiz.
Duygusal şiddet sizin de kitabınızda yazdığınız gibi en ağır fakat anlaşılması zor şiddet türlerinden. Bir ilişkide duygusal şiddet olup olmadığını nasıl anlayacağız?
Duygusal şiddet; fiziksel şiddetten farklı olarak yüzünüz yerine kalbinizin darbe aldığı, kemiklerinizin yerine duygularınızın kırıldığı, beyninizin yerine benliğinizin sarsıntı geçirdiği bir şiddet türüdür. Sizi sürekli kontrollü olmaya zorlayan, doğrularınızı söyleme cesaretinizi kıran, kendinize yabancılaştıran her tür davranış, duygusal şiddet olarak tanımlanabilir. Kötü olansa yaşananların, fiziksel şiddette olduğu gibi kolayca görülebilir, tanımlanabilir, kanıtlanabilir ve suç kabul edilip cezalandırılabilir olmayışıdır. Duygusal şiddet her tür ilişkide yaşanabilen ve çok yaygın görülen bir sorundur. Örtülü ya da açık olabilir. Sözlü taciz, baskı kurma ve kontrol, manipülasyon (güdümleme), sindirme, tehdit, ihmal etme, yok sayma, takıntılı biçimde takip etme şeklinde karşımıza çıkabilir.
“AYRIMCILIK DOĞUMLA BAŞLAR”
Şiddete neden boyun eğilir? Toplumsal kodlarımız şiddetle ilişkimizi ne kadar belirliyor?
Şiddete boyun eğmenin bireysel ve toplumsal birçok nedeni vardır. Yetişme koşullarımız, mizacımız, sosyoekonomik gücümüz, şiddet karşısındaki duruşumuzu büyük ölçüde belirler.
İçinde yaşadığımız toplumda erkek egemen değerler hâkimdir ve devlet “baba” olarak tanımlanır. Devlet babanın eril otoritesi sorgulanamaz; devlet bu gerçeği bize sık sık hatırlatır. Erkek egemen toplum, erkeğin üstünlüğünü sağlamak için şiddeti meşrulaştırır. Ayrımcılık çocuğun doğumuyla başlar. “Oğlan doğuran övünür, kız doğuran dövünür” atasözüne sahip bir toplumda çoğu erkek ve kız çocuk beş yaşına geldiğinde, aile, okul, din ve devlet tarafından kendilerine öğretilen cinsiyet rollerini ve beklentilerini içselleştirmiş olur. Erkek olmanın sert, güçlü, göz korkutucu olmak anlamına geldiğini öğrenir. Kız çocuğa ise evlat, kardeş, anne, eş ya da bir çalışan olarak rolünü erkek otoritesi altında oynaması gerektiği öğretilir.
Cinsellik, aile onuru kavramıyla da ilintilendirilir. Erkek egemen toplum, ailenin rızası olmadan “yasak” cinsel ilişkiye girerek veya evlenip boşanarak ailenin onurunu zedelediğinden şüphelenilen kadınların öldürülmesine izin verir. Aynı zamanda, LGBT + gençlerin toplumsal normlara yönelik bir “tehdit” olduğu gerekçesini öne sürerek, onlara yönelik nefret suçlarının yayılmasına da yardımcı olur. Erkek egemen normlar, günümüzde dehşet verici düzeye ulaşan ırksal ve homofobik şiddetin de ana kaynağıdır.
Şiddeti makul ve mazur görmemenin ya da görmezlikten gelmenin kişiler ve toplum üzerinde yaratacağı tahribat nedir?
Sağlıksız ve mutsuz çocuklar, yetişkinler ve onlardan oluşan sağlıksız ve mutsuz bir toplum. Kendine, doğaya, hayata kayıtsız ve hoyrat! Daha büyük bir tahribat olabilir mi?
Sağlıklı bir ilişki ne demek? Bir ilişkinin sağlıklı olup olmadığını nasıl anlarız?
Sağlıklı ilişkilerin herkesin kolayca sıralayabileceği bazı ortak özellikleri var; öncelikle karşılıklı saygı, güven, dayanışma, özen ve her ilişki için zorunlu olmasa da sevgi. Örneğin iş arkadaşımızı ya da eşimizin ailesini sevmek zorunda değiliz ama diğer niteliklere sahip olduğumuz sürece onlarla sağlıklı ilişkiler kurabiliriz.
“HER BİREYİN ÇÖZÜMÜ FARKLI”
“İlişkilerin Karanlık Kuyuları” bir hayli sarsıcı tanı kitabı. Çünkü okudukça hayatımızın her evresinde fail ya da mağdur olduğumuzu görüyoruz. Bu sarmaldan nasıl kurtulacağız?
İlişkide şiddet yaşadığımızı, kurban ya da saldırgan olduğumuzu anlamamız, bu sarmaldan çıkmadaki en önemli adım. Çünkü çoğu insan şiddetin farkında olmadığı gibi, ne kendisinin ne de başkalarının kişilik yapı ya da bozuklukları hakkında en küçük bilgiye sahip değil.
‘Şiddetin Gölgesinde İlişkilerin Karanlık Kuyuları' nı çok boyutlu farkındalık geliştirmeye yardımcı bir tanı kitabı olarak yazdım. Bu kitapta şiddet türlerinin yanı sıra kişilik biçim ve bozukluklarına da yer verdim.
İlişkilerde şiddet travma etkisi yapıyor. Şiddetin hangi yaşta başladığı, biçimi, ağırlığı ve süresi kadar mağdurun direnme gücü ve sahip olduğu çevre desteğine bağlı olarak travmanın etki düzeyi değişiyor. O nedenle her bireyin çözümü farklı. Bazı insanlar için gerçeği fark etmek, değişim için yeterli. Okurlarımdan aldığım geri bildirime göre birçok insan, kitaptaki detaylı içerikten yararlanarak neyi yapması yada yapmaması gerektiği konusunda doğru tutum geliştirebiliyor.
Çok ağır olmayan tablolarda bilinçlenerek iyileşmek mümkün. ‘Aklın Kutsal Kitabı’ ve ‘Endişesiz İlaçsız’ adlı kitaplarım bu konuda yardımcı olabilir.
Şiddetin travmaya yol açtığı durumlarda bazen yaygın kaygı bozukluğu, fobiler, panik atak, depresyon, migren, fibromiyalji, kalp ve bağırsak sorunları gibi zihinsel ve bedenselhastalıklar ortaya çıkıyor. Böylesi durumlarda mağdurun bütüncül bir tıbbi değerlendirmeden geçmesi ve doğru bir tedavi programı ile tedavisi gerekiyor.
Yeni bir kitap yazıyorum. Bu kitapta şiddet dolu ilişkilerin yol açtığı travmalardan çıkış yollarını, nasıl daha özgüvenli olunacağını ve şiddete eğilimli insanlarla araya nasıl sınır çizilebileceğini anlatıyorum.