Tarihler 85 yılının 10 Eylül'ünü gösteriyordu. Çankırı’da Mustafa Durmuş adlı bir 'erkek' hakim, kendisine şiddet uygulayan kocasına boşanma davası açan hamile bir kadının talebini reddetti. Gerekçesi (!) de “Karının sırtını sopasız, karnını sıpasız bırakmamak gerekir.” idi.
Bu karar, Türkiye'de feminist hareketin dönüm noktası oldu. Feminist çevreler türlü yöntemlerle tepkilerini ortaya koydular. Onlardan biri de sokağa çıkmak oldu. 1987'nin 17 Mayıs günü feministler, Kadıköy’deki “Dayağa Paydos” yürüyüşüyle ilk sokak eylemlerini yaptılar. Yoğurtçu Parkı’nda başlayan ve yaklaşık 2 bin kadının katıldığı yürüyüşün ardında dağıtılmaya başlanan mor iğneler, feminist hareketin sembolü haline geldi.
O eyleme katılan kadınlardan olan Mor Çatı gönüllüsü Birgül Akay anlatıyor;
Bu eylem nasıl planlanmıştı? Hazırlık aşamasında var mıydınız?
12 Eylül’ün tüm politik örgüt ve kurumları param parça ettiği, TBMM’nin lağvedildiği, yasal partilerin kapatılıp bu parti yöneticileri dâhil hemen her örgüt ve siyasi yapıdan insanların hapishanelerde olduğu dönem... Bir araya gelme, toplanma yasak. İşte o dönemlerde bir grup kadın Yazko içerisinde feminizmi tartışıyor. 1983'te Kadın Çevresi, dünyadaki feminist yazarların yayımlanmış kitaplarını Türkçe'ye çeviriyor. Yine bu dönemde farklı sol örgütler içeresinde yer almış kadınlar evlerde buluşmaya, dernekleri ya da kendi örgütleri içerisindeki, ilişkilerindeki deneyimleri konuşmaya başladılar.
Bu yürüyüş de feminist dergi, ayrımcılığa karşı kadın derneği, kadın çevresi ve farklı sol hareketlerden kadınların biraraya gelmesiyle düzenlendi. Ben de özellikle Kadın Çevresi'ndeki toplantı, buluşma ve sohbetler içerisindeydim.
“4 YAŞINDAKİ KIZIMLA GİTTİM EYLEME”
Sizin katılımınız nasıl oldu? Nasıl karar verdiniz?
Ben de tam bu dönem evlerde yapılan bilinç yükseltme toplantıları içerisinde hem okumaya hem de kendim ve etrafımdaki kadınlık oluşumu, halleri üzerine düşünmeye başladım. Çankırı Asliye Hukuk Mahkemesi hâkimi Mustafa Durmuş’un bir kadının boşanma talebini "Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!" diyerek reddettiği haberi gazetelere yansıdı. Hâkimin bu kararıyla tüm kadınlar aşağılanıyor ve dayak ise yeniden meşrulaştırılıyordu. Önce Eskişehir‘den 8 kadın avukatın bunu protesto etmesi gazetelere yansıdı. Ardından İstanbul’da kadın çevresinden, ayrımcılığa karşı kadın derneğinden ve sol hareketlerden birçok kadın önce protesto telgrafları çektiler, toplu olarak adliyelere gidip dava dilekçeleri verildi ve dayağa karşı kampanya başlatıldı. En sonunda da bu yürüyüş örgütlendi.Yürüyüşe 4 yaşımdaki kızımı da yanıma alarak katıldım.
“KADINLARIN SESLERİNİ YÜKSELTMEYE BAŞLADIĞI DÖNEM...”
Kaç yaşındaydınız? Eylemin çıkış noktası 'dayağa hayır' idi. Sizin kişisel yaşamınızda böyle bir kötü deneyiminiz var mıYdı?
27 yaşındaydım. Lise yıllarımda sol hareketler içerisinde yer almış, 12 Eylül sonrası birkaç ay kaldığım hapishane dönemi ardından evlenmiştim. Evlilik, çocuğumun doğmasıyla yeni bir aile olma durumu, bu ailenin geçimi gibi günlük hayat akarken bir yandan da feminist yazarları okumaya başlamış, dünyaya daha farklı bir gözle bakmayı keşfetmiştim. Toplumda kadınlara verilen ve kabullendiğimiz roller üzerine konuşup tartıştığımız, komşularımız, arkadaşlarımızla iç dökerken politik keşifler yaptığımız dinamik bir süreç yaşıyordum. Var olan erkek şiddetinden her kadının farklı şekillerde payına düşen mutlaka vardı.
O yıllarda yazılan romanlar, çekilen filmler (Türkan Şoray’ın oynadığı 1982 yapımı Mine filmi, mutsuz bir evlilik yapan bir kadının, bir yazara duyduğu aşk; Latife Tekin’in senaryosunu yazdığı, Hale Soygazi ve Kadir İnanır’ın oynadığı Bir Yudum Sevgi yine benzer bir konudur, Duygu Asena’nın Kadınca dergisindeki yazıları, ardından 'Kadının Adı Yok’ kitabı gibi) toplumun erkek egemen baskıcı yapısına karşı kadınların hikâyelerini konu etmeye başladı. Kadınların alışılagelmiş kimliklerinden kurtulmaya çalıştıkları ve bu mücadeleyi yüksek sesle duyurmaya başladıkları bir dönemdi.
Lütfen bize eylemden hatırladığınız detayları anlatın; kimler katılmıştı, sloganlar neydi.. vb
Kadıköy iskelesine geldiğimizde umduğumuzun çok üzerinde bir kalabalıkla karşılaştım. Hatta bu yürüyüşten haberdar olmayan kadınlar bile iskeleden Kadıköy Boğa’ya doğru bizlere eşlik ediyorlardı. Caddenin iki yanındaki binalardan kadınlar heyecanla alkışlıyor üzerimize çiçekler atıyorlardı. Bir arkadaşımın tanıklığıyla; iskelede çiçek satan kadınlar ‘bu neyin yürüyüşü?’ diye sorup ‘koca dayağına karşı’ yanıtını aldıklarında, ‘bizler de dayak yiyoruz, bizler de yürüyeceğiz’ diyerek aramıza katılıyorlardı. Yoğurtçu parkında da sonlandı. Trans kadınlar da yürüyüşte yer alarak kürsüde söz almışlardı. 12 Eylül askeri darbesinden sonra yapılan, ilk en büyük kitlesel hareket olmuştur bu yürüyüş.
Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla erkekler de varmış eylemde.
Erkekler yürüyüşün içerisinde yer almadılar. Bu da bir ilkti ve çok şaşırtıcı oldu. Ancak kadınlar bu konuda kararlıydılar.
“POLİSLER DE ŞAŞKINDI”
Polisin tavrı nasıldı eyleme karşı?
Sadece izledi. Bence onlar da biraz şaşkındı. Bilmedikleri bir eylemdi. Kadınlar gülüyor, Filiz Kerestecioğlu’nun yazıp bestelediği ‘kadınlar vardır’ şarkısını söylüyorlardı. ‘Kadınlar Dayağa Karşı Dayanışmaya’ pankartı öncülüğünde ‘haklı dayak yoktur’,'dayağın çıktığı cenneti istemiyoruz’, ‘yeter söz kadınların’ gibi dövizleri ilk kez görüyorlardı tabii.
O ilk eylemin Türkiye feminist tarihindeki önemini nasıl yorumluyorsunuz?
Kadınların kendi hakları için yürümeleri, kadınlara uygulanan şiddetin adının konması, görünür olması, Ankara ve İstanbul’da başlayan kadın hareketliliğinin daha da genişlemesine yol açtı. Kadınlar arasında dayanışma ağları kurularak, farklı kadınlar ve kadın grupları bir araya geldi. Birçok yerde şenlikler, kampanyalar, eylemler yapıldı. Bütün bu eylemler giderek daha çok ses getirdi. Kadınların örgütlü mücadelesiyle zaman içerisinde yasalar değişmeye başladı. Mesela, tecavüz edilen kadın seks işçisiyse cezayı indiren yasa maddesi kaldırıldı. Ardından kadının çalışmasını kocasının iznine bağlayan yasa maddesi. Medeni Yasa’nın çoğu maddesi ve Türk Ceza Yasası’nın çok önemli maddeleri…Erkek artık "ailenin reisi" değildi. Buradan devamla önemli yollar kat edildi, kocanın karısına tecavüz etmesi normal karşılanıp cezalandırmaya gerek görülmezken, "evlilik içi tecavüz" bir suç olarak tanıdı.
Yine Dayağa Karşı Kampanya’nın sonucunda/devamında 1990 yılında Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı kuruldu. Ev içinde şiddet gören kadınlarla dayanışma kurmanın, hukuki, psikolojik destek vermenin ve kadın sığınaklarının, kadınların şiddetten uzaklaşıp yeni hayatlar kurmasında ve özgürleşmesindeki önemi kavrandı. Türkiye’deki diğer kadın örgütleriyle birlikte Kadın Dayanışma ve Sığınaklar Kurultay yapılmaya başlandı. Kadınlara yönelik ayrımcı dil değişmeye başlarken toplumdaki tüm ayrımcı yaklaşımlar daha görünür olmaya başladı.
(Fotoğraflar: Bianet.org, Mor Çatı ve diğer web kaynakları)