Birçok insan için Kerem Arslanoğlu, Kara Tahta, Öğretmen Kemal, Kurşun gibi dizilerin yakışıklı oyuncusu. Son olarak Kıvanç Tatlıtuğ’un başrolünü oynadığı Boğa Boğa’da rol aldı. 6 Şubat depreminden sonra Kadıköy Belediye binasına akın eden Kadıköylüler için ise yardım TIR’larına kolilerin düzenli bir şekilde yüklenmesini sağlayan dayanışmacı bir insan. Hatay Samandağlı çocukların Kerem abisi, Fenerbahçe mahallesi sakinlerinin ise komşusu … Arslanoğlu ile mahallesi Fenerbahçe’de buluşup oyunculuğu, sinema sektörünü, depremi konuştuk.
Önce oyunculuğu konuşalım. Oyuncu olmaya nasıl karar verdiniz?
İlkokuldayken sene sonu gösterilerine katılırdım. Öğretmenlerim de çok desteklerdi. Gebze’de oturuyorduk ve orada okuyordum. Lisede üniversite seçeneklerini düşündüğümde müzik, spor, tarih gibi üç seçeneğim vardı. Bir arkadaşım Mint Akademi’nin açıldığını söyledi. Oraya kayıt oldum, konservatuara hazırlandım. Kadir Has Üniversitesi'ni kazandım. Hemen okula başlayamadım, çünkü peşi sıra birkaç dizi oldu. 2013’te aktif olarak okul hayatım başladı. Bu süre içinde aynı zamanda tiyatrolara gitmeye, mutfağında çalışmaya başladım. 2018’de mezun oldum. Şimdi de Kadir Has Üniversitesi’nin son sınıflarına bireysel projelerde danışmanlık yapıyorum.
Boğa Boğa’ya gelelim. Kadroda nasıl yer aldınız?
Onur Saylak'ı tanıyor, Hakan Günday’ı da çok seviyordum. TRT1 için çektiğimiz Kara Tahta dizisi sırasında Ay Yapım’dan teklif geldi. “Programlayabilirsek seve seve oynarım” dedim. Aslında biraz Onur’la ahbaplığımdan oldu. Zaten daha önce beni sahnede de izlemişlerdi.
“BU ANLAYIŞ YOK OLMALI”
Boğa Boğa’daki karakteriniz hakkında ne düşünüyorsunuz?
Karakter hem mağdur, hem de zalim. Dükkâna gelen turistleri kazıklıyor, annesinin elinde ne var ne yoksa satıyor çünkü karşısına kendisinden daha büyük bir dolandırıcı geliyor. Bu günümüzle de çok bağlantılı bir durum. 20 senelik geçmişe baktığımızda finali kocaman bir liyakatsizlikle bitiyor. Karaktere hakkını vermem gerekiyordu, ama şahsi görüşüm; bu anlayışın yok olması üzerine.
Filmi izleyenlerden nasıl yorumlar aldınız?
Oyuncu arkadaşlarımdan ve hocalarımdan çok güzel geri dönüşler aldım. Bundan dolayı çok mutluyum.
Oyuncular bu projede nasıl yer aldınız sorusuna genelde projeyi çok sevdim der. Bu ne kadar gerçek? Gerçekten projeyi mi seviyorsunuz, yoksa faturaların mı ödenmesi gerekiyor?
(Gülüyor) Bu denklem sürekli değişiyor. Ben tiyatro kısmında daha çok aktiftim. Politik olarak bir görüşüm, bir duruşum var. Bunu sergilemekten de çekinmiyorum. Haliyle seçim yaparken politik duruştan, alacağım ücrete, işin içinde kimler olduğuna, ne deyip ne demediğine göre oldukça çok değişken var.
Karaktere hazırlanma ve karakterden çıkma çıkamama konularını sormak istiyorum. Bunlar ne demek nasıl oluyor?
Bunun bir iş olduğunu unutmamak, abartmadan kutsallaştırmadan, bir esnaf işini nasıl yapıyorsa bizim de öyle yapmamız gerekiyor. Mental sağlık her şeyden önemli. Oyunculukta kaybolmak diye bir şey var. Ben karakterin ön hazırlığına uzun süre çalışırım. Oynadıkça çok fazla ona dönüşmek diye bir şey var, bunu yapanlardan biriyim. Gece onu düşünerek uyurum, sabah onunla kalkarım. Ama bu onun gibi yaşarım demek değil. Bunu sağlıklı bulmuyor, hiç kimseye de tavsiye etmiyorum.
“BİR YERDEN TANIYORUM ÜNLÜSÜ”
Tanınır olduğunuzu ne zaman nasıl anladınız?
2010’da Öğretmen Kemal dizisinde oynamıştım. O zamanlar sosyal medya da pek yoktu. Bir gece yarısı yemekten dönüyordum, kokoreççilerin, bekçilerin olduğu alandan geçerken insanların seslendiğini duydum. Meğer dizinin o saatlerde tekrarı yayınlanıyormuş. Allahtan o dizide çok patlama olmadı. Çünkü ünlülüğün biraz tehlikeli ve zehirli olduğunu düşünüyorum. Sonrasında oynadığım dizilerde ya tutmadı ya da kısa sürdü. O yüzden genellikle bana “abi bir yerden tanıyorum” diyorlar. Kutsal Motor’da Zeynep’i de anmış olalım. Onların bir bölümünde “Seni nereden tanıyorum ünlüsü” vardı. Ben tam oraya oturuyorum. Birileri bir yerden beni tanıyor ama tam kestiremiyor. Açıkcası tam o kadar ünlü değilim (Gülüyor).
“DEPREM BİZİM İÇİN BİR TRAVMA”
Depreme gelelim ilk günden itibaren dayanışma çalışmalarının içinde yer aldınız. Ve o vakit sizinle kısa bir röportaj yaptığımda sizi buraya ne getirdi sorusuna “vicdan yükü” demiştiniz. O yük sizi Hatay’a da gönderdi.
Ben Sakaryalıyım. 99 depreminde aile dostlarımızı kaybettik, arkadaşımı kaybettim. Depremin ne demek olduğunu ve büyüklüğünü köydeki abimlere ulaşmak için yolda şahit olduğumuz görüntülerde anladım. İzmit yolundaki bir binanın Pisa kulesi gibi yan yattığını görmüştüm, binanın altına beş tane kalas koyup durdurmaya çalışmaları hala aklımdadır. Sonra köye gittiğimizde köy yollarının yıkıldığını gördüm. Erzak bittiğinde halamın unu çorba yapıp içirmesi gibi bir geçmişimiz var. Deprem o yüzden bizim için hassas bir yerdeydi. Ben o günden sonra girdiğim her yerde ilk önce nasıl çıkarım diye bakıyorum. Bu bence herhangi bir travma gibi psikologa anlatılıp geçebilecek bir travma değil. Japonya’da deprem olduğunda iki çocuk yataklarında gülüştüğünün videolarını izliyoruz. Bu güvenin burada da sağlanması gerekir. Bu travma ancak böyle geçer.
Ev arkadaşım Diyarbakırlı ona “burada çok büyük deprem oldu” diye telefon geldi. O dakikadan itibaren “ne yapabiliriz ?” diye düşünmeye başladık. Sonrasında haber takibiyle ve ağlamakla olmayacak deyip kendimizi dışarı attık. En son noktamız belediyenin yardım TIR’ları oldu. Yanılmıyorsam ikinci veya üçüncü TIR’dan sonra yükleme işlerine dâhil oldum. Biz ailece TIR’cılık yapıyoruz, bu işi de bildiğim için bir yerden sonra yükleme yöntemi bana kaldı gibi bir şey oldu. Beş gün boyunca çalıştık. Gece üçe kadar en az üç yüz insan gıkı çıkmadan, konuşmadan sadece TIR’ları yükledi. Bizi buluşturan şey o zaman da dediğim gibi vicdan yüküydü. Sonra yardımlar devletin, belediyelerin yönetebileceği bir seviyeye geldi. Yeniden “ne yapabiliriz” diye düşünmeye başladım. Benim de kişisel tecrübelerimden bildiğim üzere konteyner kentler kurulduktan sonra, belli bir standart oluyor ve gönüllüler çekiliyor. Sonrasında yalnızlık başlıyor. Yakın arkadaşlarımla birlikte çocuk oyunu hazırlayalım diye düşündük. Daha önce neler yapıldığına baktık, tecrübeleri dinledik. Tam bu sırada Kadıköy Belediyesi’nin Alan Kadıköy’de ortak bir çalışma başlattığını duyduk, oraya eklemlendik. Çocuklarla nasıl eğitim kuracağımız konusunda eğitimler aldık. Kadıköy Belediyesi öncülüğünde organize olup Hatay Samandağ’a gittik. Bunun hem 23 Nisan hem de Ramazan Bayramı’na denk gelmesi çok daha anlamlıydı. Ben çocuklarla çalışan arkadaşlarımı da bulup, eğitim de içeren yaklaşık 30 tane etkinlik hazırlamıştım. Oraya gittiğimde çocukların sadece iletişim kurmak ve oynamak istediğini gördüm. Bir yerden sonra kendimi çocuklarla mendil kapmaca, top sektirme oynarken buldum.
“PAYLAŞMAK ÖNEMLİ “
Peki çocukların psikolojileri nasıldı?
Çocukların orayı çoktan geçtiğini düşünüyorum. Hiçbirinin gözünün arkasında umutsuzluk, üzgünlük, kırgınlık görmedim. Bizden ne çıkacak diye merak ediyorlardı. Aralarda şöyle şeyler var tabii ki, mesela çember yapıyoruz, bir çocuk çembere dahil oluyor ama elleri cebinde, yüzü gülmüyor, kollarını kaldırmak istemiyor. Gördüğümüz eğitimlerde bu konuda bilgilendirildiğimiz için onu kabul edip onun o varlığıyla da devam ettik. Bazen de çok hassas cümleler duyabiliyorsunuz. Örneğin bir çocuk bana “baba” dedi. Hiç bıçaklanmadım ama o sözle kaburgamın altına bir bıçak girmiş gibi hissettim. Böyle ben üzerinde durdum ama o durmadı. Onun ağzından çıktı sadece, yani o an birini gördü ve o hissi yaşadı. Ben sarsıldım ama ona takılamazdım çünkü onun derdi başkaydı, hızlıca devam ettik. Oraya gidecek eğitmen veya gönüllülere söyleyeceğim şey de şu; ağlayacaksanız yani durumu dramatize edecekseniz akşam çadıra döndüğünüzde ya da İstanbul'a döndüğünüzde ağlayın. Çünkü oradaki insanların şu anki tek derdi gerçekten yaşamakla ilgili. Dramatize etmekten çok paylaşmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Yetişkinlerin çok etkilendiğini gördüm. Halkın bu kadar kapsayıcı, paylaşımcı olması da beni çok etkiledi. Yolda birine market soruyorsun, yemeğe davet ediyorlar. Çadırda yaşayan insanlar neleri varsa seninle paylaşmak istiyor. Bizim üzerimizde görevli yeleklerimiz vardı. İnsanlar ilk başta su veya başka bir şey isterken çekiniyorlarmış yoklukta nasıl eşitlendiyse ve nasıl yokluğa mecbur bırakıldılarsa beni o yelekle gördüklerinde koşup ne getirdiğimi soruyorlardı. Bence bu devletin, hepimizin düşünmesi gereken bir şey. Bu insanlar çok ciddi bir yoklukla sınanıyorlar. Numarayla her gün bir kumanya beş ya da on litrelik suyu alıp evlerine götürüyor, ertesi gün aynı rutini tekrarlıyorlar. Şartlar çok sert. İyi ki STK’lar ve belediyeler var.
“BİRBİRİMİZE SAYGISIZ DEĞİLİZ”
Kadıköy’de oturuyorsunuz, Kadıköylülük sizce nasıl bir şey?
Yere göğe sığdıramayacağım bir şey. 2007-2008’de liseyi okurken Gebze’den trenle buralara gelirdik. Burada etkinliklere katılırdık. O dönemde üniversiteye başladığımda burada okumalıyım dedim. 2010’da Kadıköy’e taşındım. Bahariye, Moda, Yeldeğirmeni ve Hasanpaşa’da yaşadım. Şimdi Fenerbahçe’de oturuyorum. İnsanın nezaketinden tutunda yerdeki çöpe kadar çok şey değişiyor. Kadir Has Üniversitesi’nde okurken her sabah vapura binmek çok büyük bir lükstü. Karşının taksisi konuşulur ya ben Anadolu Yakası’nın taksisiyim. Buradaki nezaket çok önemli. Burada başım sıkışırsa ben herhangi bir dükkâna sığınabilirim, herhangi birine ‘yardıma ihtiyacım var’ desem yardımcı olabileceğini biliyorum. Çok fazla genç popülasyon var ama birbirimize saygısız değiliz.