İnsanlığın başındaki “illetler”

Kolera ve İspanyol Gribi İstanbul’da nasıl yayıldı? Salgının tedavisinde hangi yöntemler ve ilaçlar kullanıldı? Kolera salgını sırasında hekimlere neden şiddet uygulandı? Nuran Yıldırım, Murat Yolun ve İsmail Yaşayanlar’ın Toplumsal Tarih dergisindeki yazıları, geçmişte insanlığın yaşadığı salgın hastalıkları, şu an deneyimlediğimiz korona virüsü salgını ile karşılaştırmamıza olanak sunuyor

07 Mayıs 2020 - 09:34

Toplumsal Tarih dergisi, korona virüsü salgını nedeniyle nisan sayısını ücretsiz ve online olarak okuyuculara açmıştı. Derginin bu sayısında salgın hastalıklar hakkında 3 yazı yer alıyor. Nuran Yıldırım, Murat Yolun ve İsmail Yaşayanlar’ın yazıları, bugün yaşadığımız olağanüstü durumu anlayabilmek için geçmişin deneyimlerini incelememize imkan tanıyor.

Dosyanın ilk makalesinde Nuran Yıldırım, yaklaşık 200 yıl önce “illet-i cedide” (yeni hastalık) olarak tanımlanan o zamanın bilinmeyen hastalığı koleranın İstanbul’da yaptığı ilk salgın ile dönemin uygulamalarını mercek altına alıyor. Yıldırım, “İstanbul’un Kolera ile Tanışması: 1831” başlıklı yazıda kolera hakkında şu bilgileri veriyor: “Kolera yüzyıllarca Hindistan’ın Ganj Nehri sahillerinde, özellikle Bengal eyaletinde, yöresel olarak bulunmaktayken İngiliz askerlerin bölgeye gitmesi ve İngiliz ticari faaliyetlerinin başlaması üzerine önce Kalküta’ya, 1817-1823 yıllarında Asya ve Uzak Doğu’ya yayılarak ilk pandemik (küresel) salgınını yapmıştır. Çok geçmeden patlak veren ve 1829-1851 yıllarını kapsayan ikinci pandemi bütün kıtalara yayılarak küresel salgına dönüştü. Avrupa’ya yayılan kolera İstanbul’a gelmekte gecikmedi. Ardından ortaya çıkan pandemik kolera salgınları büyük çapta ölümlere neden olmuştur.”

HASTALIK İSTANBUL’DA

İstanbul’da ilk kolera vakalarının, ikinci küresel salgının bir uzantısı olarak 26 Temmuz 1831’de görülmeye başladığını aktaran Yıldırım, şöyle devam ediyor: “Karadeniz’deki Odessa limanından gelen bir yelkenliyle Galata’ya ulaşır. Kolera, 26 Temmuz-1 Ağustos arasında günde 12 civarında ölümle hafif seyrederken 3-5 Ağustos günlerinde şiddetlenir ve günlük ölü sayısı 120’ye çıkar. Ölü sayısının 5-10 Ağustos arasında 200’ü aşması şehirde büyük heyecan yaratır. Eylül ortasına kadar süren salgın sonunda beş-altı bin İstanbullu hayatını kaybetmiştir. Hemen ardından Mart 1832’de Paris’te çıkan kolera salgınında 13 günde koleraya yakalanan 3.903 kişiden 1.494’ü hayatını kaybetmiş; 2 altı ay süren salgın 19 bin ölüm ile son bulmuştu.”

Koleranın Osmanlı Devleti’nde olduğu kadar tıp dünyası için de yeni bir hastalık olduğunu belirten Yıldırım, o yıllarda Fransız tıbbını rehber almış olan Osmanlı Devleti’nin Fransa Devleti’nin tanınmış Fransız hekimlerine kolera hakkında hazırlatmış olduğu bir talimatı aynen Türkçeye çevirterek Takvim-i Vekayi’de yayımlattığı bilgisini de paylaşıyor. Yıldırım bu talimatların neleri içerdiğini ise şu bölümle anlatıyor: “Koleraya yakalanmamak için uyulması gereken kurallar, salgın zamanında neler yenip içilmesi gerektiği, doktor beklerken koleralı hastaya tez elden yapılması gereken ilaçları anlatmaktaydı. Fransız doktorların önerdiği korunma önlemlerinin başında, ‘yüreği kavi, korkusu az olmak’ geliyordu. Havası hoş yerlerde oturulmalı, odalar sık sık havalandırılmalı, temizliğe özen gösterilmeliydi. Vücut, içki gibi hararet getirici şeylerden kollanmalı, ağır yiyeceklerden sakınılmalı; hıyar, marul, hindiba, yer elması gibi sebzeler yenmeliydi. İçme suyunun gayet saf ve berrak olmasına dikkat edilmeliydi. Hatta süzgeçten geçirilip içine pek az sirke katmakta fayda vardı. Bu duyuruda yer alan en önemli uyarılarından biri, kolera hastalarının ayrı bir odaya yatırılması ve giysilerinin sıcak sabunlu su içine atılmasıydı. Sirkeli su içmek de uzun yıllar uygulanacak bir tedbirdi.”

Yıldırım’ın yazısında dikkat çeken en önemli noktalardan biri, yaklaşık 200 yıl önce salgından korunmak için uygulanan yöntemlerin bir kısmının bugünkü tedbirlere benzemesi.

KOLERA RİSALESİ

Yıldırım yazısının devamında, Osmanlı’da hekimbaşı olan Mustafa Behçet Efendi’nin (1774-1834); padişaha sunduğu bir yazısında, koleranın da veba gibi temasla insandan insana sirayet ettiğini ve hastalık cevherinin havaya karışıp teneffüs yoluyla bulaştığını bildirdiğini  belirtiyor. 

Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi; salgın sırasında resmi yazışmalarda “illet-i muvahhişe” (ürkütücü hastalık) olarak anılan kolerayı ve korunma yöntemlerini anlatan bir kılavuz kitapçık yazar. Yıldırım bu konu hakkında ise şu ayrıntılara yer veriyor: “Henüz bir isim konmadığı için (sonraları Asya Kolerası, kolera morbüs adlarıyla anılacak olan) bu hastalığı, “illet-i cedide” (yeni hastalık) olarak tanımladı. Sonradan Kolera Risalesi (Matbaa-i Âmire İstanbul 1247/1831) adıyla ünlenen bu kılavuz kitapçık 4 bin adet basıldı ve tanesi 30 paradan 3 bin kuruş tutan basım masrafı hazineden ödendi. Devlet ricali, askeri görevliler ve devlet memurlarına birer adet verildi, mahalle muhtarlarına da ikişer adet dağıtıldı. Kolera Risalesi, Almancaya ve Tunus’ta Arapçaya çevrildi. Kolera Risalesi’nin ilk bölümünde hastalığın başlangıcı ve belirtileri anlatılmaktadır. Hastalık genellikle görülen ve bilinen bir sebep yokken, şiddetli bir baş dönmesi ile başlar. Eller ve ayaklar büzülür. Midede veya karnın iki tarafında şiddetli sancı olur. Çehre ve diğer organlar morarır, ardından kanlı ve kötü kokulu kusma ve ishal başlar. Genellikle hastanın damarları o kadar içeriye gömülür ki kan almak mümkün olmaz. Hasta bazen sekiz saatte bazen daha az bir zamanda ölür.”

SALGININ SONUÇLARI

Yıldırım, İstanbul’u etkisi altına alan ilk kolera salgınının en önemli sonucunun Osmanlı Devleti’nde karantina teşkilatının kurulması olduğunu vurguluyor. Yazıda ayrıca şu bilgiler de yer alıyor: “Salgın sırasında İstanbul’un denizden korunması gündeme gelmiş, Galata Nazırı Sârım Bey’in dost ülkelerin sefaret tercümanları ile yaptığı toplantıda alınan karar uyarınca Boğaziçi-İstinye Körfezi Karadeniz’den gelen yabancı gemilere; Liman-ı Kebir/Büyük Liman Sarıyer ise Osmanlı Devleti gemilerine karantina yeri olarak tahsis edilmiş. Ardından Boğaz’ın iki yakasına karantina istasyonları ile karakollar yapılmış. Adalar ve Rumeli sahillerinden kalkıp Çanakkale Boğazı’na gidecek ve Akdeniz Boğazı’ndan İstanbul’a geçecek gemilerin ve kayıkların karantina yoklamalarına başlanmış. Akabinde ilk karantina yönetmeliği sayılan yedi maddelik bir talimatname hazırlanmış (1837), ertesi sene de karantina uygulamalarını belirlemek üzere Meclis-i Sıhhiye (Conseil Supérieur de Santé) adıyla karantina idaresi kurulmuş ve Osmanlı Devleti’nin ilk tahaffuzhanesi/karantina istasyonu, Kuleli Kışlası’nın bir bölümünde faaliyete geçmiş.”

İsmail Yaşayanlar’ın “Salgınlar Çağında Osmanlı’da Hekim Olmak” başlıklı yazısında ise  dünyanın çeşitli kentlerinde yaşayan alt sınıfların, 19. yüzyılda ortaya çıkan küresel kolera salgınını, kendilerine doğrultulan bir silah olarak gördüklerini ve hekimlere karşı yürüttükleri “mücadeleyi” ele alıyor.

TALİMAT-I TIBBİYE

Yaşayanlar, 19. yüzyıla kadar medreseler ve darüşşifalar dahilinde teorik ve pratik eğitimler neticesinde izinlerle hekim olunabildiğini ancak Tıbhane-i Amire’nin (1827) açılmasıyla birlikte hekim olmak ve bu mesleği icra etmek için öncelikle buradan izin alınması şartının getirildiğini aktarıyor. 2 Nisan 1849’da yürürlüğe giren Talimat-ı Tıbbiye metninin, hekimlerin vazifelerinde uymaları gereken kuralları bir araya getirdiğini belirten Yaşayanlar,  şöyle devam ediyor: “Bu talimatnameye göre kent merkezinde görevli hekimler, her kim hastalanırsa hastalansın, çağırıldığında onu muayeneye gitmek, hastanın gelmesi durumunda ise bekletmeden muayene etmek durumundaydı. Kent civarındaki köy, kasaba ve nahiyelerdeki hastalara da bakmakla yükümlü olan hekim, eğer buralara hasta bakmak üzere gitmişse, yol ücreti alabilecekti. Yoksulların ödeyecekleri yol giderleri kaza idare meclisince karşılanacaktı. Bölgede salgın görülürse hekim derhal ilgililere haber verecek; hastalık yapıcı lağım, bataklık ve kirlilik gibi hususların önlenmesi için çaba sarf edecekti.1861 yılında uygulamaya konan Tababet-i Belediye İcrasına Dair Nizamname’de ise diplomasız kimselerin hekimlik yapması kesinlikle yasaklandı.”

HEKİMLER SUÇLANDI

Sağlık çalışanlarının maruz kaldıkları tehdit ve şiddetin geçmişte de yaşandığını ifade eden Yaşayanlar, bunun temel sebebini ise hastalıkların yönetici sınıf ve zenginler tarafından alt sınıfı yok etmek için hekimlere icat ettirilen suni silahlar olarak görülmesinin olduğunu belirtiyor. Yaşayanlar, yazısının devamında ise şu görüşlere yer veriyor: “Veba yüzyıllarca Asya, Afrika ve Avrupa’da hakim olduğundan insanlar bu hastalığa karşı tecrübe kazanmıştı. Bu sebeple veba fakirleri öldürecek bir silah olarak görülmüyordu. Ancak 19. yüzyılda birdenbire ortaya çıkan ve kıtaları saran kolera salgınları, kentlerde yaşayan orta ve üst sınıfın rahatsızlık duydukları alt kesimin teşkil ettiği varoşları yok etmek için icat edilmiş bir silah olarak görüldü. Bir başka deyişle alt sınıfın ortak düşüncesi, varoşlarda şişen nüfusun kolera vasıtasıyla yok edilmek isteniyor olduğuydu. Bu örnekler sadece Müslüman ülkelerde değil, Hristiyan ülkelerde de gözlemlendi. Amerika’da ve Avrupa’da hekimlerin kolera tedavisi bahanesiyle insanları katlettiği düşüncesi hakimdi. Almanya’da halk, hekimlerin koleradan ölen her hasta için devletten para aldığını düşünüyordu. Rusya, Tunus ve Mısır’da da benzer tepkiler görüldü.”

HEKİMLERE ŞİDDET

“Osmanlı topraklarında da bu türden olaylara rastlandı. Osmanlı’da hekimlere uygulanan şiddet ya da şiddet girişimi hususunda henüz derli toplu bir araştırma yapılmamış olup, burada sadece saldırı ve tehdit hadiselerine örnek teşkil edecek iki kenti ele aldık. Bunlardan ilki 1848 kolera epidemisini yaşayan Antep’tir. Salgın esnasında Antep’e American Board misyonunun üyesi olan bir hekim geldi. Azariah Smith isimli bu hekim, kentteki Gregoryen Ermenilerin tepkisiyle karşılaştı; kenti derhal terk etmemesi durumunda, elinde taş ve sopalarla bekleyen kalabalık tarafından saldırıya uğrayacağı yönünde tehditler aldı. Dr. Smith, kentin küçük Protestan cemaatinin liderinin evindeyken yakalandığı bu grubun gazabından Müslümanlar sayesinde kurtuldu. Zira salgının şiddetli olduğu dönemde kente bir hekim gelmesi, özellikle misyonerlik faaliyetlerinden endişe duymaları için herhangi bir sebepleri olmayan Müslüman halk için bir umut kaynağı oldu.”

Yaşayan, ikinci örnek olarak 1910’da Trabzon’da yaşanan kolera epidemisini şöyle anlatıyor: “Trabzon Vilayeti Umur-ı Sıhhiye Müdürü Dr. Depino’nun 14 Eylül 1910 tarihinde Sıhhiye Meclisi’ne gönderdiği raporda, Trabzon halkının kolera tedavisinde görevli olan hekimlere karşı tepkili oldukları ve hastalığı yaymak için hekimlerin kendilerine zehir verildiğini iddia ettikleri ifade ediliyordu. Raporun devamında hekimlerden birinin bu sebeple tehditlere maruz kaldığı, bir grup tarafından sıkıştırıldığı ve ancak mahalli idarenin müdahalesiyle kurtarılabildiği hatta kızgın grubun hekimin halka verdiği kolera ilacını zorla karısına içirttikleri yazıyordu. Trabzon’da meydana gelen bu olaydan birkaç ay sonra şehrin karantina hekimi Dr. Ekonomis de bir tehdit mektubu aldı. Mektupta hekimin on gün içinde şehri terk etmesi gerektiği yazıyordu. Bu tehdidin sebebi kentte yaşanan kolera salgını sebebiyle alınan tedbir ve tecrit önlemleri idi. Konu derhal tetkik edildi, Dr. Ekonomis’in şüphelendiği kişiler sorgulandı, şüphelilerin el yazılarıyla mektuptaki yazı karşılaştırıldı; bu esnada mektupta belirtilen on gün geçmiş olmasına rağmen hiçbir olay vukua gelmediğinden dosya kapatıldı. Bu olayın ardından eylül ayında Trabzon Belediye Hekimi Dr. Leon’a bir saldırı düzenlenmişti. Dr. Leon şehir merkezinde bir grup tarafından sıkıştırıldı ve neredeyse parçalanmak üzereyken zabitlerce kurtarıldı. Hekime saldıran grubun isteği, Dr. Leon’un istifa etmesiydi.18 kentte kolera salgını olduğu ve hekime en çok ihtiyaç duyulduğu günlerde zaten az sayıda olan hekimlere yönelik bu saldırı merkezin tepkisini çekti. Trabzon Vilayeti’nin yaptığı tahkikat neticesinde olayın ortaya çıkış sebebi anlaşıldı: Buna göre Dr. Leon kolera hastası olan birini muayene etmiş ve ardından hastaya ilaç vermişti. Hasta ilacı içtikten bir gün sonra hayatını kaybetmişti. Hastanın yakınları Dr. Leon’un hastayı kasten öldürdüğüne dair bir dedikodu çıkararak halkı galeyana getirmiş ve bunun neticesinde kızgın bir kalabalık hekime saldırmıştı.”

İSPANYOL GRİBİ

Dosyanın son yazısında Murat Yolun ise Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde İspanyol nezlesi veya İspanyol hastalığı olarak bilinen grip pandemisinin başlangıç noktası ile Osmanlı’yı etkisi altına alması arasında geçen süreci inceliyor. İspanyol Gribinin ortaya çıkış nedenlerini ve hangi ülkeleri etkilediğine dair bilgiler sunan Yolun, salgının Osmanlı topraklarındaki tesirini şöyle anlatıyor: “Osmanlı İmparatorluğu son demlerinde Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı gibi yıkıcı deneyimlerin yanı sıra halk arasında İspanyol nezlesi veya İspanyol hastalığı olarak bilinen grip pandemisi faciasından da derinden etkilendi. Salgının Osmanlı’ya hangi yollardan sirayet ettiğini tespit etmek güç olsa da Avrupa’dan gelmiş olması biraz daha muhtemel olarak görünmektedir. Demiryollarının ve deniz ulaşımının görece daha iyi olduğu yerlerde bulunan insanlar ilk enfekte olanların başında geliyordu. Salgın esnasında İstanbul’da bulunan ve bununla ilgili raporlar hazırlamış olan Alman hekim M. Weinberg gribe başta motorlu taşıt kullanan, muhaberede ve demiryollarında görev yapan askerlerin yakalandığını tespit etti.15 Osmanlı ordusunun menzil hizmetlerinde yer alan askerler en fazla risk altında olan gruptu. Grip pandemisinin her üç dalgası da Osmanlı’da etkili oldu ancak tüm dünyada olduğu gibi son ikisinin öldürücülüğü daha yüksekti.”

MUSTAFA KEMAL DE SALGINA YAKALANMIŞ

Yolun’un paylaştığı bilgilere göre, Osmanlı’da İspanyol gribine yakalananlar arasında en dikkat çekici kişilerin başında ise Mustafa Kemal yer alıyordu. Yolun o yıllara ilişkin şu bilgileri aktarıyor: “Mustafa Kemal, 1917’de şehzade veliaht olan Vahdettin Efendi ile birlikte gittiği Almanya seyahatinin dönüşünde böbreklerinden rahatsız olduğu için İstanbul’a hemen dönmez ve Viyana’ya gider. Buradan da günümüzde Çekya sınırları içinde bulunan ve kaplıcaları ile ünlü Karlsbad’a gidip bir süre dinlendikten sonra İstanbul’a dönmek

için tekrar Viyana’ya gelir. Avusturya’da İspanyol gribine yakalanır ve birkaç gün gecikmeyle İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Mustafa Kemal grip virüsünü herhangi bir komplikasyonu olmadan atlatmayı başardı. Ancak salgının üçüncü dalgasında 1919’da

Samsun’a gitmesine yakın bir tarihte bir kez daha İspanyol gribine yakalansa da yaveri Cevad Abbas (Gürer) tarafından çağrılan doktorların muayenesi sonucunda hastalığın bünyesinde fazla etkili olmadığı tespit edildi.”

İSTANBUL’DA KAÇ KİŞİ ÖLDÜ?

Yolun’un yazısına göre salgından en fazla etkilenen ülkeler ABD, İtalya ve Kamerun olmuş. Yolun salgının İstanbul’da yarattığı sonuçları ise şöyle özetliyor: Osmanlı Devleti’nde ise grip salgının ülkenin dört bir yanında görüldüğünü bilmemize rağmen net bir sayı vermek zor görünüyor ancak başkent İstanbul için verilen sayı İstanbul Şehremaneti ve Sıhhiye Mecmuası’na göre binde 5 dolaylarındadır. Bu kentin nüfusu 1918’de 1 milyon 100 bin civarında olduğunu varsayarsak buradaki toplam ölü sayısını 5,500 olarak tahmin edebiliriz. Ahmed Emin (Yalman) İstanbul’da sebebine bakılmaksızın toplam ölümlerin 1917’de 25 bin 270 iken bir sene sonra yani İspanyol faciasının olduğu yıl 40 bin 594’e sıçradığı bilgisini veriyor. Takriben 15 bin kişilik ani artışın bir kısmının gripten kaynaklandığını düşünebiliriz. İspanyol gribi, tarihin en azılı biyolojik katillerinden birisi olarak tarih sayfalarındaki yerini bu şekilde almış oldu.”

Yazıda kullanılan görseller Toplumsal Tarih degisinden alındı. Yazıların tamamına buradan erişebilirsiniz.


ARŞİV