Palavracı, dolandırıcı, dedikoducu, mirasyedi, kral, imam, akıllı deli… 1900’lü yılların başlarında İstanbul’un hatta Kadıköy’ün, yazdıkları, çizdikleriyle değil bizzat kişilikleriyle ünlü simaları kimlerdi? Merak ettiniz mi? Edebiyatımızın değeri sonradan anlaşılan hatta hala anlaşılamamış olan yazarlarından olan Mahmut Yesari’nin bir zamanlar gazetede yayımlanan İstanbul’un ilginç tiplerini anlattığı yazıları Can Yayınları tarafından kitaplaştırılarak okuyucuyla buluşturuldu. 20. yüzyıl başı İstanbul’unun şehir hayatına dair keyifli bir okuma olanağı sunan kitapta birbirinden renkli tipler Yesari’nin kıvrak kalemi sayesinde canlanıp hayat buluyor.
İlk baskısı 2019 yılında yapılan “İstanbul’un Antika Tipleri” kitabında Gazelhun Nimet Efendi, İmam Sadrettin, Haver Bey, Mardik Reis, Sivrisinekler Kralı, Koço Bey, Palavra Hasan, Müjgan Bacı, Çinli Mahmut, Fatma Molla gibi Yesari’nin ve elbette dönemin İstanbul’unun gündeminde yer eden isimlere dair anlatımlar yer alıyor.
İstanbul’un Antika Tipleri kitabından özellikle Kadıköylü olduğunu düşündüğümüz tiplere dair anlatımlardan bir kaçına dair kısa alıntıları paylaşıyoruz.
DİNLE BENİ
İnanır mısınız? İsmini ben de unuttum. Zaten isme ne hacet. Yiğit lakabıyla anılır. Ondan bahsedildi mi hep “Dinle Beni” derler:
“Dinle Beni’yi gördüm.”
“Dinle Beni nerelerde?”
“…”
Bu lakabı kim koymuştur bilmiyorum. Yalnız pek yerindedir. Dinle Beni’nin zaafı sözünü dinletmektir. Ama her zaman sanmayın. Her zaman olsa katiyen çekilmez.
Tek başına oturup rakı içmez, muhakkak karşısında bir kavuk sallayan ister. Harcıalem traşçılar gibi mütemadiyen söylese belki dinleyen olur. Lakin o her söylediğinin tekrar edilmesini ister. Buna mukabil rakı masrafını o görür.
MARDİK EFENDİ
Ortanın üzeri bir boy, fakat lop sarkık değil, heybetli bir göbek, hafif ağırmış kıvırcık saçlar… Yanları makasla alınmış, çeneye uzatılmış bir sakal, uçları kıvrık ufak bıyıklar...
Ceketli gezdiği pek enderdir. Yazsa yeleği, yakalığı, boyunbağını çıkarır, kollarını sıvayarak dolaşır.
Naziktir, mültefittir (güler yüzlü) fakat kafasını kızdırmaya gelmez; güz, azıcık çatlak sesiyle ortalığı gürletir. Hiddeti saman alevi gibidir, parlaması da sönmesi de bir olur.
Köyün en eski, en aşina çehrelerinden biri şüphe yok ki odur. Sabahları iskeleye doğru gidenler, akşamları vapurdan çıkanlar ona tesadüf ederlerse merhabayı bastırırlar.
O, can ve gönülden mukabele eder.
Şaka kaldırır, yalnız damarına basmamak şartıyla… Her şeye eyvallah diyen, herkese güler yüz gösteren kuzu gibi bir adam, bir de hiddetlendi mi artık zapt olunmaz, köpürür, küplere biner.
MARDİK REİS
Mardik’in resiliğini bilmiyorum. Tarihe karışmış. Onunla Ahmet Rasim pek ahbaptı. Dükkânına gider, uzun uzun konuşurlardı. Benim dostluğum olmadığı için hatıralarına da yabancıyım. Ancak şöyle tanıyorum, ahbaplığı ilerletme yaşım müsait değildi. Ama uzaktan dikkat ediyordum. Gözden kaçılır insan mı? İhtiyarlığında bile tahakküm eden bir kuruluşu vardı.
Bir kış günü, akşamüstü Ahırpalas’a uğramıştım. Daha tenhaydı. Çok geçmeden kapıdan Mardik Reis göründü, ağır ağır girdi, köşeye oturdu. Aristidi, bir şey söylemiyordu, o girdikten sonra dükkândan çıktı, hemen döndü, Mardik’e bir şey sormuyordu.
Aristidi, içerideki hazırlığını bitirince elindeki bardak kadehle geldi. Mardik’in masasına koydu. Sonra boğazına lastik halka geçirilmiş küçük karınlı bir şişe getirdi. Bu lastikli halkalı şişeler o zamanın Soma birinci nevi sert rakısı Protolara mahsustu.
Mardik kadehe el sürmüyordu. Dükkânın kapısı açıldı, bir çocuk bir çukur tabak içinde tahin helvası getirdi. Mardik’in önüne bıraktı çıktı. Aristidi de bir nargile doldurmuş getirmişti. Mardik, aba yeleğinin cebinden bir kağıda sarılı mangırlar çıkardı, tömbekinin üzerine koydu, kibritle ateşledi, üfledi, yaktı. Nargile çekmeye başlayınca yine yeleğinin cebinden bir şey çıkardı, parmaklarının arasında biraz yumuşatır gibi ezdi, mangırın üzerine yerleştirdi. Nargileyi, çekti etrafa hafif bir dumanla ağır yağlı bir koku yayıldı. Aristidi ona, bir de kesilmiş büyük bir limon getirmişti. Mardik çakısı ile tahin helvasını dilim dilim kesti, üzerine limonu sıktı. Ne yapıyor diye bakıyordum. Barut gibi sert rakıdan kadehe doldurdu, yuvarladı. Su içmesi. Üstüne limonlu tahin helvasından alıp ve kokulu duman saçarak nargileyi fokurdatmaya başladı.
Keyfi yerinde. Bir şey istemek bahanesiyle Aristidi’yi çağırdım.
“Nargilenin üstüne koyduğu ne?”
Aristidi fısıldadı:
“Esrar!”
Proto, limonlu tahin helvası, tömbeki, esrar. Bu kadarına taş olsan insan dayanmazdı.
CEMAL ÇAVUŞ
Boyuna posuna bakan onu Karamürsel sepeti zanneder, halbuki yumruğu Bozdoğan armudu gibidir. Dokunduğu yerden ses çıkarır.
Filhakika bunu gözüyle gören, tesadüf edemezsiniz. Lakin kabahat Cemal Çavuş’ta değildir. Çünkü o kahramanlıklarını gösteriş için yapmaz. Esasen gösterişten de hazzetmez.
Bir gün “Aman çocuklar,” dedi “Dün gece olanları sormayın…”
Hepimiz kulak kesilmiş dinliyorduk. O sardığı kalın cigara ağızlığını ağır ağır geçirdi:
“Sizden iyi olmasın, eski dostlardan biri gelmişti. Dükkânda müşteriler çekildi. Biz şurdan burdan, dereden tepeden konuşurken vaktin geçtiğinin farkında olmamışız. Arkadaşın evi de uzak. Hani uzak dersem, inanın…
Ta Uzunçayır’dan öte… Bizim dükkândan yarım saat, üç çeyrek çeker… Sağ olsun, arkadaşta da yürek Selanik! Dükkanı kapatacağım, tutturmaz mı, bu vakit ben yalnız gidemem korkarım diye… Bre aman, bre zaman… Söz anlatabilirsen anlat. Haydi beraber gideyim. O vakitte de dükkânı kime bırakırsın. Nihayet arkadaşa bir çare buldum, dedim ki, “Şayet yolda önüne çıkan olursa hiç korkma, ben Cemal Çavuşun adamıyım de. Kılına bile dokunmazlar… Buna arkadaşın aklı yatmıştı. Kalktı gitti. Bu sabah dükkânı açmış nargilemi kurmuştum. Bizimki sökün etmez mi? Ne var ne yok dememe vakit bırakmadı, beni kolları arasına aldı, kucakladı, alnımdan öptü, yaman adammışsın, yaşa, diyor, bir daha demiyordu.”
KOÇO BEY
Tanıyalı aşağı yukarı yirmi seneye yakındır fakat ilk defa nasıl gördümse hâlâ odur. Hiç değişmemiştir ve zannediyorum ki herkes sırası gelince ihtiyarlayacak, çökecek lakin o ince sarı bıyıkları, bebekleri gülen şen bakışlı gözleri, dik vücuduyla gençliğini muhafaza edecek.
Evet, Koço Bey, her dem tazedir ve bu her dem tazeliği, etrafına da tesir eder, en neşesiz adamı bile keyiflendirir.
Koço Bey için derler ki, biraz çokça söyler. Daha saygısızları ileri gider, tıraşçı derler. Halbuki onun sohbetine doyum olmaz.
Gazinosunun önünden geçerken sizi görürse dünyada bırakmaz:
“Buyursunlar efendim, artık beyimizi kaybettik… Burada bir Koço vardı ya, hatırlayın canım… Eski dost düşman olmaz”
S’lerin noktalarını yiyerek konuşması pek eğlencelidir.
DİĞER KOÇO BEY
Koço Bey, öyle ihmal olunacak bir şahsiyet değildir. Bütün manasıyla güngörmüş, feleğin germ ü serdini (iyilik kötülük, acı tatlı) çekmişti.
Kendi nakleder, gençliğinde tam kırk bin sarı lirayı eritmiştir. Bu parayı kumarda, işrette, sefahatte yememiştir. Memleket gezmiş, dünyayı dolaşmıştır.
Biraz onu dinlemek lütfunda bulunur musunuz?
“Hey gidi günler.. Şimdi öldük... Neydik… Ben cebimde kırk bin sarı altın, İstanbul’dan çıktım… Eh o zaman gençtim, kanım kaynıyordu. Durmak, oturmak, benim için değil. Bekarım da… Aldım başımı düştüm yollara. Viyana, Paris, Londra, gezmediğim yer kalmadı. Oralardan sıkıldım. Afrika’ya gitmek istedim. Marsilya’dan bir vapura atlayınca doğru Cezayir’e oradan Tunus, Tunustan da Mısır.”
Mütemadiyen terlediği için mendiliyle alnından şakaklarından sızan ter taneciklerini kurular:
“Mısırda da hoşlanmadım. Çölü geçmek istedim, çölden deve sırtında, Timbuktu’ya gittim. Timbuktu nerede bilir misiniz? Afrika’nın en sonu. Ne zannediyorsunuz Koço’yu siz?”
Kapak Fotoğrafı: https://www.facebook.com/EskiZamanlardaIstanbulunEnGuzelFotograflari/