İstanbul aşığı, araştırmacı yazar, akademisyen, sanat tarihçisi, eski bir müzisyen olan İstanbul hakkında bugüne dek tam 16 kitap kaleme alan Haldun Hürel, bu kitaplara bir yenisi ekledi; Tuhaf ve Kısa Öykülerde İstanbul.
Kapı Yayınları’ndan çıkan 383 sayfalık kitapta Hürel, bu efsane kente dair bilinmeyen ilginç sırları okuyucusuyla paylaşıyor. Hürel, kitabın önsözünde asırlar boyunca çok sayıda seyyah, araştırmacı, yazar, alim, tarihçi, rahip, ressam, şair ve daha pek çok kişinin yolunun asırlar boyunca İstanbul’la kesiştiğini belirterek, ‘’Eski asırlarda çok büyük bir cazibesi olan İstanbul’u merak edip de, buralara gelmemek mümkün müydü ki zaten? Özellikle 16. Yüzyıldan itibaren İstanbul herkes için ‘masal diyarı’ gibi algılandı. Burayı gezip görmek, araştırmak, resimlerini çizmek, 19. yüzyılda da başkentin köşe bucağının fotoğrafını çekmek için can atıyordu adeta insanlar’’ diyor.
Yerli-yabancı yazar-çizerlerin yazdıkları kitaplar/çizdikleri resimlerle insanlara o eski günlerin bilinmeyen İstanbul’unu anlattıklarını anımsatan Hürel, ‘’Bunlara, Osmanlıların kaleme aldığı, daha sonra da Cumhuriyet dönemi yazarlarının katkılarıyla donattığı sayfalar eklenince, çok kışkırtıcı, heyecan verici bilgiler ve ilginç yaşanmışlıklarla dolu hatıralar, inci taneleri gibi gözlerimizin önüne döküldüler bir bir… Bu kitap, işte o unutulmaz İstanbul hatıralarından, benim çok “ilginç” ve hatta biraz da “tuhaf” bulduğum, kah üzücü, kah gülümsetici, ya da düşündürücü diye nitelediğim ve bu doğrultudaki yaşanmışlıkları, küçük hikayeler bütünü olarak yazdığım satırlarla dolu.’’ açıklamasını yapıyor
‘’İstanbul yakanızı bırakmaz’’
Haldun Hürel’e göre bu kitabın amacı, gönüller İstanbul sevgisini, ilgisini ve tarih bilincini arttırmak, okuyucuyu çok derin bir kültür ve tarih geçmişine sahip bu güzide şehrin anılarında, bir o yana, bir bu yana savurarak gezdirip dolaştırmak… Hürel, ‘’İnanın ki, İstanbul’a dair birbirinden ilginç ve tuhaf hatıraların derin kuyusuna daldığınızda, o heyecan içinde bu efsaneler şehrini öğrenebilmek için giderek daha da içten ve fazla bir gayret göstereceksiniz. Bunu yaptığınızda göreceksiniz ki, İstanbul sizin “yakanızı” bir daha asla bırakmayacaktır!’’ diyor.
Kitabının önsözünde İstanbul’un geldiği duruma dair gözlemler de yapan Haldun Hürel, ‘’Bu şehir yıllarca, büyük sermayelere, liberal ekonomilere, “uydu kent” kompozisyonlarına açılarak ezildi, büzüldü, büyüdü, aşırı kalabalıklaştı. Tarihi varlıkların pek çoğu unutulmaya, bakımsız kalmaya mahkum edildi. Kuşkusuz bu durumun yaratılmasında ve sürdürülmesinde, içinde yaşayan insanların da etkisi büyük oldu, İstanbul yıprandıkça yıprandı, her yeri beton azmanlarla dolduruldu. Yüksek bina yapılmasına izin verilmeyen tarihi bölgeler bile, bu kez “daha kısa boylu çirkin yapılarla” dolduruldu’’ tespitlerini aktarıyor. . Bu gidişle neredeyse, 15. yüzyılda İstanbul’u “fetheden” insanlar olarak değil, 21. yüzyılda, sanki “tüketip yok etmeye çalışan” bir toplum olarak tarihe geçmenin utancını yaşayacak duruma geleceğiz!’’ uyarısında bulunan Hürel, ‘’Bu güzide tarihi şehrin sahipleri olarak bir an evvel “silkinerek” hareke geçmeliyiz. Yoksa tarihi İstanbul sadece “anılarda ve soluk kitap sayfalarında” kalacak! İstanbul, geçmişinde ne kadar güzel, naif ve saftı, sessiz ve kibardı! İnsanları hazımlıydı, öteki dünya ağırlıklı, “madde”den elden geldiğince uzaklaşarak, tevekküle yönelik yaşam modelleri çerçevesinde sade ve “basit” bir ömür sürerler, ahret yolculuğu için adeta “suni dünyada” hazırlık yaparlardı. İşte, bu kitapla birlikte, İstanbul’un gizli kalmış kuytularında saklanan bin bir türlü hatıranın izinde yürürken, vaktiyle bu eşsiz şehrimizin salt “kompozisyonal” değil, sosyal yaşam ölçütleriyle de ne denli değerli ve göz alıcı olduğunu, bir o kadar da “ilginç, sıradan ve de tuhaf” anıları bünyesinde muhafaza ettiğini hayretle okuyacaksınız’’ görüşünü ifade diyor. Hürel, ‘’Haydi, dönün geçmişe, İstanbul’un kuytularında kaybolun… Evliya’nın deyimiyle “dillerin tabir, kalemlerin tasvir etmesi mümkün olmayan” İstanbul’un içinde yitip gidin…’’ çağrısını yapıyor.
Kendisi de bi Kadıköylü olan Haldun Hürel’in kitabından Kadıköy öykülerini sizler için derledik;
SADECE YOĞURT: Kadıköy’ün güzel yöresi Fenerbahçe’nin, tarihinde yaşadığı en önemli ve ilginç hadiselerden biri 18. yüzyılda olanıydı. 1741 Mart’ında bahçedeki yazlık sarayda (temelleri duruyor) İran şahının elçisine, maiyetindekilerle beraber şatafatlı bir ziyafet verildi. Fakat ziyafetin bunca zenginlikte ve neşe içinde geçmesine karşın, elçi Hacı Han’ın suratında bir memnuniyetsizlik sezilmesi oldukça garipti. Hacı Han, yemeklere elini sürmeden, sadece “yoğurt” yemekle meşgul oluyordu. Kimse bu konuda bir şey söyleyemiyordu. Durum daha sonra anlaşıldı. Meğer elçi Fenerbahçesi’ne gelirken, tüm protokol kurallarına aykırı olarak Osmanlı “yemek emini”nin onun “sağ tarafında” yürümüş olması nedeniyle Hacı Han suratını asmıştı!
KAHVECİ YAMAĞI: Sultan 2. Mahmut bir denetleme gezisi sırasında uğradığı bir kahvede, aklı başında, çalışkan, saygılı ve terbiyeli bir çocuk gördü. Onunla konuştu, halini hatrını sordu. Yoksul biri olan bu çocuğu derhal sarayına aldırdı ve yaşamı boyunca eğitimini ve bakımını üstlendi. Çocuk askeri eğitim aldı, subay oldu, bir gün geldi, koskoca Osmanlı Devleti’nin seraskeri tayin edildi. Kadıköy’ünden Moda’ya giden Mühürdar yolunun kıyısında adını taşıyan bir karakol ve çeşme yapıldı. Küçük “kahveci yamağı” büyüdü, yükseldikçe yükseldi ve “Serasker Rıza Paşa” oldu…
FENERBAHÇESİ’NDE KESİLEN BAŞ: Fenerbahçesi Parkı, Osmanlı yazlık saraylarından birinin kalıntıları ve hamamı, yüzlerce yıllık sakız ağaçları, şirin dinlenme yerleriyle, gerçekten de cennetten bir köşe gibidir burası. Bizans döneminin erken yıllarındaki meşhur Hiera Sarayı da buradaydı. Ben her gezişimde, doğal ortamın hoşluğunun yanı sıra, tarihin derin kuyularına da dalarım Fenerbahçesi’nde. İşte Lale Devri… Sultan 3. Ahmet’in kubbe vezirlerinden Firari Seyid Hasan Paşa, sultanın hışmına uğradığı için, parkın ucundaki fenerin bir odasında başı vurularak idam edildi ve o kesik baş saraya götürülerek 3. Ahmet’ e gösterildikten sonra, Sarayburnu’ndan fırlatılarak denize atıldı. Hasan’ın başsız gövdesi ise Fenerbahçesi burnunda denizi boyladı!
HER NE GELİRSE YAHŞİDİR: Günümüzde Kızıltoprak’ın merkezinde mahalle adı verilen ve Bağdat Caddesi üzerinde camisiyle türbesi görülen Zühtü Paşa, Sultan Abdülhamit’in Maarif Nazırı idi. 20. yüzyılın başlarından kalan bu güzel camisinin beri yanında (şimdi Kadıköy Müftülüğü) azametli bir konağı dururdu paşanın. Ama bir gün geldi, o güzelim konak cayır cayır yanmaya başladı. Paşa çaresiz, alevler içindeki köşkünün karşısına oturdu ve şunları söyledi: “Her ne gelirse yahşidir, zira o dostun bahşidir!..”
İSRAİL’İN ŞEFKATİ: 19. yüzyıldaki İstanbullu Rumlar ve Ermeniler, Yahudi cemaatini pek sevmezlerdi. Hatta 1899’da, Haydarpaşa’da bir sinagog inşa etmeye çalışan Yahudilere saldırmışlar ve pek çok kişiyi katletmişlerdi. Oysa 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda 439 bin Yahudi bulunmaktaydı. Dönemin sultanı 2. Abdülhamit’in, sinagog yapımına izin vermiş olması bir yana, Selimiye Kışlası’ndan bir bölüğü oraya göndererek Yahudiler’in korunmasını sağlamıştı. Bu nedenle Yahudi cemaati sultana bağlılığını göstermek amacıyla, Yeldeğirmeni’nde hala duran bu sinagoga “Hemdet İsrael” (İsrail’in Şefkati) adını vermişti.
FENERBAHÇE’NİN BAŞBAKANI: Kadıköyü’ndeki Fenerbahçe Stadı’nın çevresini kaplayan Zühtüpaşa Mahallesi, cadde üzerindeki Zühtü Paşa Camii’nden adını alır. Zühtü Paşa, 20. Yüzyıl başlarında Osmanlı Maarif nazırlığı yapmış ve burada ikamet ettiği için de, hayır eseri olarak muhitinde bir külliye inşa ettirmişti. Türbesi de camii haziresinde. Zühtü Paşa’nın oğlu Zahit Bey, paşanın 2. Karısı Vahide Kamer Hanım’dan dünyaya gelmişti. Paşazadenin de daha sonra tatlı bir kızı dünyaya geldi, büyüdü ve evlenme zamanı kapıyı çaldı… Ona eş olarak ise, Fenerbahçe kulübüne de başkanlık etmiş ve siyasete atılmış bir kişi seçilmişti: Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Şükrü Saraçoğlu!
BAĞDAT CADDESİ’NDE FABRİKA: 19. yüzyıl sonlarına doğru Bağdat Caddesi’nin “mutena” semti Çiftehavuzlar mevkiinde bir kibrit fabrikası (!) kurulması gündeme gelmişti. Fakat, o zamanlarda buralarda bahçeler içinde güzel konaklar, bağlar ve çiftlik arazileri vardı. Düşünüldü, taşınıldı ve eğer burada bir sanayi tesisi kurulursa, çevrenin önemli zararlar göreceği konusunda bir anlaşmaya varıldı. Sonra da bu kibrit fabrikası Küçükçekmece’de kuruldu.
SUAD HANIM’DAN SUADİYE’YE: Reşat Paşa, Abdülhamit devrinin önemli devlet adamlarından biriydi ve mutlu bir ailesi vardı. Evliliğinden olan kızına da “Suad” adını vermişti. Çok sevdiği kızının anısına Kadıköyü’nde bir eser yaptırmak istedi; yıllar boyunca buraya ibadete gelenler, önünden gelip geçenler bu kıza dua edip, hayırla ansınlar diye. Paşa, Caddebostan ve Bostancı arasında, çayır çimenlik, bağlık bostanlık bir arazi içinde şık bir cami inşa ettirdi 1905’te. Eser, bundan bir yıl önce 1904’te Ticaret Nazırı Zihni Paşa’nın komşu semt Erenköy’de yaptırdığı camiyle ayı dönem mimari üslubunu yansıtıyordu. İşte bu cami, paşanın kızının adını taşıdığı gibi, bulunduğu yöreye de ismini hatıra bıraktı: “Suadiye”
İTTİHATSPOR SAHASI: Kadıköy’ün Kızıltoprak semtinde bulunan devasa Fenerbahçe Stadı, aslında geçmişi oldukça eski olan sportif bir alandır. İlk beden eğitimi faaliyetlerine yönelik gösteriler, 12 Mayıs 1916 günü buradaki “çayırlık” alanda icra edilmişti. Çevrede yapılaşma yok gibiydi, sadece eski bir mezarlık alanı görülürdü. Eski Salıpazarı mevkiinde ve itfaiye karşısındaki tarihi mezarlık günümüzde de yerinde duruyor. Burası esasen tarihi Karacahmet Mezarlığı’nın güneydoğusundaki en son kısmıdır. İşte, mezarlığın kıyısında ve günümüzdeki stadın yerinde, o gün yapılan etkinlik sahasına “İttihatspor Sahası” deniliyordu.
PAPAZIN ARAZİSİ: Kadıköyü’ndeki Fenerbahçe Stadı’nın bulunduğu bölge Zühtüpaşa Mahallesi’dir. Bu paşa, 2. Abdülhamit’in 20. Yüzyıl başlarındaki “maarif nazırı” idi ve anayol üzerinde halen görülebilen güzel bir külliye yaptırmıştı. Ama şimdi, sadece cami ve mezarlık bölümü kalmıştır. Zühtü Paşa, zamanında mevcut olan Rum okulu ismini “Yunan okulu” olarak değiştirmesiyle bilinir. Kalamış sahillerine kadar bütün bu araziler onundu, iki oğlunun da buralarda konakları vardı. O zamanlar hayli ıssız bir bölge olan mahalleye “Papazın Çayırı” derlerdi. Bu adı da, 1809 doğumlu, Ermeni bir papaz olan “Andon Asunyan”dan almıştı.
KADIKÖYÜ’NDE VAHŞİ DOMUZ: Kızıltoprak semti, buradaki devasa Fenerbahçe Stadı’nın ağır kalabalık yüküyle, özellikle maç günlerinde, zaten her an yoğun olan trafiği saç yolduran hale sokar. Kadıköyü’nün en fazla nüfusa sahip semtlerinden olan bu bölgede, 1920’lerde, 1930’larda bomboş çayırlıklarda avcılar “vahşi domuz” avlarlardı!..
KALAMİSİA-PENTİKON: Düşünün bir an Bizans dönemindesiniz ve Kadıköyü’nden yola çıkıp doğuya, Pendik’e doğru yol alıyorsunuz. Bakalım yolunuzun üzerinde nerelere uğrayacaksınız? Önce Kalamisia (Kalamış), sonra Hiereia (Fenerbahçesi) ve Ruffinianes (Caddebostan). Doğuya doğru ilerliyorsunuz; Poleatikon (Bostancı), Bryas (Küçükyalı), Kartalimen (Kartal), Pentikon (Pendik)…
SATILIK SEMT: Günümüz Kadıköyü’nün tanınmış bir eski semti olan Hasanpaşa, Osmanlı zamanında İstanbul’da yapılan 4 büyük havagazı istasyonundan birine ev sahipliği yapar. İşte bu semt, 17. yüzyılda saray ağalarından Mısırlı Osman Ağa’nın “şahsi malıydı!..” Bu zatın, Altıyol’dan iskeleye inilirken sağ yanda hayli bakımsız bir de çeşmesi görülür. Arazi 19. Yüzyıl içinde bir başkasının, Abdülmecit’in kapıcıbaşısı Hüsamettin Ağa’nın oldu. Daha sonra semtin parça parça bölünerek halka satıldı!
FENERDEN FENERE IŞIK: Çok eski asırlarda “Halkidon” ya da “Khalkedon” diye bilinen ve “bakır yeri” anlamı taşıyan şimdiki Kadıköyü yakasının doğusundaki ünlü Kayışdağı Tepesi’nde eski bir manastır kalıntısı görülürdü. Bunun yakınında da bir “işaret kulesi” dururdu. Eski zamanlarda bu kulenin tepesinde ateş yakılarak, o zamanların ilkel metoduyla haberleşmeye çalışılırdı. Ateşten gönderilen “işaret”, buradan Fenerbahçesi burnunda halen görülen fenere, bu fenerden de, İstanbul yakasında yine yerinde duran Ahırkapı Feneri’ne ulaştırılırdı!
SARAYDA HAYVAN BOLLUĞU: Sultan Abdülaziz, heykel ve resim sanatını sever, desteklerdi. Özellikle hayvanlara ve hayvan heykellerine çok düşkündü. Kadıköyü Altıyol’daki ünlü “dövüşen boğa” heykeli onun zamanında bir Fransız heykelciye yaptırılmıştı. Sultanın atının üzerindeki kendi heykeli ise muhteşem güzelliktedir ve günümüzde Beylerbeyi Sarayı içinde görülebilmektedir. Abdülaziz’in hayvanlara düşkünlüğü ve özellikle aslanı çok sevmesi dilden dile anlatılır ki, bu sarayda epeyce aslan heykeli de vardır. Beylerbeyi Sarayı onun zamanında adeta bir hayvanat bahçesi gibiydi ve burada tam “381 çeşit hayvan” besleniyordu!
ACIBADEMLİ MİMAR: Günümüzde kullandığımız 20 liralık banknotların arkasında resmi bulunan Mimar Kemalettin Bey, İstanbul’daki “ilk betonarme bina” olarak inşa ettiği Laleli’deki “Harikzedeler” apartmanı ile gerçekten göz kamaştırır. Ayrıca, Çamlıca Kız Lisesi (Ahmet Ratip Paşa Köşkü), Yeşilköy-Mecidiye Camii, Bostancı, Bebek, ve Bakırköy camileri de onun eseridir. Beyazıt Camii haziresinde yatan Mimar Kemalettin Bey, Acıbadem’deki Ata ve Sarayardı sokaklarının birleştiği köşede bulunan 3 no’lu ahşap bir evde doğmuş ve yaşamıştı!
MALATYA-BOSTANCI: Mimar Kemalettin Bey’in erken 20. yüzyılda yaptığı güzel eseri “Bostancı Camii” görülür. Bunun bitişiğindeki İbrahim Paşa Mektebi de 1913’te camii ile birlikte inşa edilmişti. Bu İbrahim kimdi acaba? Söyleyeyim; Sirkeci’deki Sultan 1. Abdülhamit’in yaptırdığı külliyeye ait sıbyan mektebi yıktırılınca, işte o mektebin yerine Bostancı’daki bu mektep yapılmış. Ama Sirkeci nere, Bostancı nere… Onu da anlatayım; Sirkeci’deki bu arazi, 1767’de ölen Sadrazam İbrahim Paşa’nın mülküydü ve dolayısıyla okul da ona ait oluyordu. Bostancı’daki mektebe “İbrahim Paşa Mekteb-i İbtidaisi” denmesinin nedeni, işte budur.