Meşin yuvarlağın peşinde 20 bin kilometre

Fenerbahçe aşığı Alp Eralp, geçen sezon takımın tüm maçlarını izleyebilmek için 13 şehir gezdi, 20 bin km yol kat etti. Deplasman maceralarını “Fenerbahçe Seyahatnamesi” adlı kitapta topladı.

31 Ekim 2014 - 09:43
 RÖPORTAJ:GÖKÇE UYGUN
Alp Eralp, Fenerbahçe taraftarı bir Kadıköylü. Ancak onu diğer taraftarlardan ayıran özelliği geçen sezor kendince bir rekor kırmış olması. Eralp, takımının sezondaki 34 maçının 34’ünü de seyretti. Bu demek ki onlarca deplasmana gitti. Bir de kitap yazdı sonra. Adı “Fenerbahçe Seyahatnamesi / 34'te 34”’. Kitapta sahanın dışında yaşananları, Türkiye'nin farklı coğrafyasında gezip gördüğü yerleri, tatmaya doyamadığı lezzetleri ve 30 yıldır gittiği maçlarda biriktirdiği anıları, dostlukları ve son dakikada gelen gollerin tarifsiz heyecanını anlattı.
Biz de 42 yaşındaki Alp Eralp ile Şükrü Saracoğlu Stadı’nın altındaki FB Müzesi’nde buluştuk, Fenerbahçe tutkusunu ve kitabını konuştuk.

-Elbette ki ilk sorum bu derin Fenerbahçe sevgisinin ne zamana dayandığı olacak. Aileden mi geliyor?
Çok küçük yaşta babam, aile büyüklerimiz, akrabalarımız biz çocukları elimizden tutup maça götürürdü. Stada girmek, o yeşil sahanın büyüsüne kapılmak bambaşka bir şey...
 
-İlk kez maça gittiğinizde yaşınız kaçtı?
İlk gittiğim maç Fenerbahçeli Yavuz’un jübilesiydi, 1978 olması lazım. Hayal meyal hatırlıyorum o maçı. Ama Kadıköy’de gittiğim ilk maçı çok net hatırlıyorum, 11 yaşımdaydım. 1982-1983 sezonu şampiyonluktan iki hafta evveldi, Fenerbahçe – Mersin İdmanyurdu maçıydı.  Futbola esas vurulma anım oydu. 
 
-O an futbolcu olmak istediniz mi?
Bu kadar futbola alakalı bir olup da, futbolcu olma hayali kurmayan çocuk var mıdır acaba? (gülümsüyor) Elbette ki!
 
-Ama olmadınız...
Bu yetenek işi. Bizim futbolculuk sevdamız, arkadaşlarla mahalle arasında top oynamakla kaldı... Kadıköy’de, İlhami Ahmet Örnekal İlkokulu’nun bahçesinde oynardık. 65- 70 kişilik bir sınıfta okuyoruz, 30 küsur tanesi erkek olsa yandaki sınıfla maç yapmak zorundasınız. Küçücük bir sahada taşla-top da yok-oynardık. (eski günleri anımsayıp gülümsüyor) Düşünsenize 60 kişi taşın peşinden koşuyor... İlk böyle oldu futbolla buluşmam.
 
-Fenerbahçe’nin evi Kadıköy’de doğup da herhalde başka bir takım tutmanız düşünülemezdi, değil mi?
İlla ki başka takım tutan da var ama ağırlık Fenerbahçeli. Bu atmosferi soluyup, şampiyonluk turlarını Bağdat Caddesi’nde yaşayıp da Fenerbahçeli olmamak mümkün mü?
 
-Yaşınız ilerleyip diğer takımları gördükçe Fenerbahçeli olmasaydım daha iyiymiş dediniz mi hiç?
Demedik hiç tabi canım!
 
-Fenerbahçe’nin peşinden bu sezon 13 şehre gittiniz. Normalde de deplasmanlara gidiyorsunuz zaten, değil mi?
Aynen öyle.  Normalde ben her sezon İstanbul dışında 5-6 tane deplasmana giderdim. Ama bu sene böyle farklı bir şey yaptım.
 
-Niye yaptınız? Nasıl oldu?
Arkadaşlarla aramızda konuşurken bunun hep lafı dönerdi; “34’te 34 olur mu? Bir denesek mi?” diye. Böyle bir hayalimiz hep vardı. Bu sene, ligin 5. haftasıydı Fenerbahçe-Elazığ maçını izlerken kuzenim Özgür dönüp bana dedi ki; “Alper abi bu sene 34’te 34 olur mu?”.  O zamana dek 5’te 5 yapmıştım ama aklımda ne 34’te 34 yapmak ne de  kitap yazmak var. Olur mu olmaz mı derken, Ankara deplasmanına gittim, derken devamı geldi. Bir yandan da kaleme almaya başladık yolculuklarını.
 
-Epey yoğun bir yıl yaşamışsınız. Hem maçları izlemek hem de sıcağı sıcağına notlar tutmak zevkli miydi?
O kadar şanslıyım ki renkli ve bir sezon denk geldim. Son saniye golleriyle kazandığımız maçlar yaşadım, kadınlarla çocukların gittiği maçlara gittim, deplasman yasağı olan maçlara girdim, Galatasaray, Beşiktaş, Trabzon maçlarını taraftarların arasında seyretmek zorunda kaldım. Ali İsmail Korkmaz’ın, Hababam Sınıfı’nın damga vurduğu, şampiyonluk kutlamalarıyla geçen unutulmaz bir sezona denk gelmiş oldum.
 
-Bir hesap yapmanızı istesem bu yaşa kadar kaç maça gitmişsinizdir?
1984-1985’ten beri tam 30 sezondur maçlara gidiyorum.  Maç ayısı da 1000’i geçti.
 
-Kitabın başında kızınız Ece’yi ihmal ettiğiniz itirafında bulunuyorsunuz. Size kırılmadı mı?
Tam Ece’nin sınav senesine denk geldi. Ben hafta sonları deplasmanlara gitmek zorunda kalıyordum bazen. Yok, öyle çok kırılmıyordu. İstanbul’da olduğumda zaten sürekli beraberdik, home-ofis çalışmam da bir avantajdı. Telafi ediyordum bir şekilde.
 
-Bir takımı tutkuyla seviyor olmak, kimi zaman aile sevginizin önüne geçiyor mu?
Valla biraz geçiyordu.  Bütün hayatımızı ona göre ayarlamak zorunda kalıyorduk. Benim eşim mesela hiç anlamaz futboldan ama lig fikstürünü herkesten daha iyi bilir! Çünkü bir haftasonu ailecek plan yapmadan önce, o gün maç olup olmadığını öğrenmek zorundadır. O ayarlamaları yapmak için fikstürü, benim diyen Fenerbahçeliden daha iyi bilir (gülüyor)
 
-Eşiniz Özlem’in ilgisini çekmeye çalıştınız mı futbola?
Üniversitede sınıf arkadaşımdı Özlem. Beraber birkaç kere maça da gittik deplasmana da geldi benimle. Ama pek sevmiyor futbolu. Ama sağolsun hep saygı duydu benim bu tedavisi olmayan hastalığıma! Eşimle çıkmaya başladığım gün 28 Kasım 1991, bir perşembe günüydü. Cuma günü okulda Özlem ilk haftasonumuz için heyecanla bekliyor, ne sürpriz hazırladığımı falan düşünüyor. Halbuki ben yokum hafta sonu. “Neredesin?” dedi. “Gaziantep’teyim” dedim. “Ne işin var” diye sorunca da, “maç var” dedim. O anda bir buruklaştı Özlem,” ilk hafta sonu ekti beni başka kızlara mı gidiyor acaba” diye düşündü sanırım. Pazartesi elimde baklavalarla okula gelince doğru söylediğime inandı. Orada anladı başına ne geldiğini! O gün bu gündür de sesini çıkarmıyor. Sağolsun, çok anlayışlıdır.
 
-Peki siz bir taraftar olarak, maçlarda ne hissediyorsunuz da bu kadar vazgeçemiyorsunuz?
Aidiyet duygusu...  hani maç bitimince futbolcular tribünün önüne geliyor ya  bazen karşılıklı tezahürat yapıyor bazen sadece selam verip gidiyorlar. O kadar önemli bir an ki... Bir nevi teşekkür ediyorlar size, iyi ki burdasınız diyorlar. Orda insan kendini değerli hissediyor,  iyi ki gelmişim diyor. O galibiyette  minicik de olsa bir katkınız olduğunu hissetmek harika.
 
-Ya yenilgide?
Hiç fark etmez. Öyle yenilgiler, öyle son saniyede kaçan şampiyonluklar, öyle buyuk hayal kırıklıkları yaşadık ki onların da yeri bambaşka. Hatta o anlar sizi takımınıza daha çok bağlıyor. Emin olun bu, Fenerbahce taraftarını diğer taraftarlardan ayıran önemli bir fark. Fenerbahçelilik böyle bir şey, üzüldükçe daha çok bağlanıyorsunuz.

-Deplasman hikâyelerinize dönelim. Tabi sadece maça gitmiyorsunuz, ziyaret ettiğiniz şehirleri geziyorsunuz ki onları da yazmışsınız kitapta.
Evet, sadece deplasmana gitmek, sadece Fenerbahçe’yi desteklemek değil, yeni keşifler yapmak da önemli.

 -Bazı maçlarda epey tehlikeli anlar yaşamışsınız, korkmadınız mı?

Çok korktum! Bir Trabzon deplasmanı var,  Denizli’de şampiyonluğu kaybetmeden iki hafta önce yaşamıştık. Açık ara  hayatımda en korktuğum anlardı. Otobüsün içinde başınızdan asağıya camlar iniyor, stadın içindeyken kafanıza yağmadık şey kalmıyor.
 
-Bu tehlikeler bile size durduramıyor ama...
O maçtan sonra eşime söz verdim “bir daha Trabzon yok” dedim. Sözümü de tuttum ta ki  bu kitaba dek. Bu yıl istisna olarak izin aldım hanımdan.
 
-Sıkı bir taraftar olmayanın anlamakta zorlanacağı bir tutku...
İşte bu sevgi karşılıksız sevgi. Size bir getirisi yok, sadece manevi hazzı var.
 
-Hatta maddi olarak götürüsü vardır.
Tabi olmaz mı? Eskiden futbol federasyonu maç programını son 1 hafta kala açıklardı, dolayısıyla uçak biletimizi son anda alırdık, pahalıya gelirdi. Bu sene neyse ki yeni uygulamaya geçtiler de bütün ilk yarıyı lig başlamadan açıkladılar.
 
-Sadece kadın ve çocuk taraflara açık maçlara girmişsiniz.
Evet, 3’ü İstanbul’da, biri Antep’teydi.
 
-O ilk Manisa maçı mıydı?
 Yok o 3 sene önce, tarihi bir maçtı. Siz o maçta var mıydınız? 

-Evet.
 O zaman siz eli öpülesi bir kadınsınız...
 
-Takım tutmuyorum ben, gazeteci olarak oradaydım.

 Olsun, orada olmak yeterli. Çünkü biliyorsunuz 3 Temmuz sürecini yaşadık. O direnişin en büyük simgesiydi o maç. Orada bulunmuş olmak tarihe tanıklık etmek demek aslında. Çok şanslısınız siz, ben o maçta yoktum. Kurtuluş Savaşı sırasında Fenerbahçeli kadınlarımız cephaneye kağnılarla mermi taşımışlar ya. İşte o Türkiye’nin kurtuluşu için kadınlar nasıl cefa çektiyse Fenerbahçe’nin kurtuluşu için de, 3 Temmuz sürecinde o kadınlar o direnişi gösterdiler.  


-Siyasi meselelere girmeyecektim, yargı süreci devam ediyor ama madem konu açıldı, şike iddiaları konusunda ne düşünüyorsunuz?
Artık bu konuda insanların birbirlerini ikna etmesi mümkün değil. Fenerbahçeliler net bir şekilde bu işin içinde bir tezgâh olduğuna inanıyorlar. Fenerbahçelilere bu fikirlerinden kimse alıkoyamaz. Rakip takım taraftarlarından da bir çoğu da ‘FB kesin şike yapmıştır’ diyor. Artık birbirlerini ikna etmeleri mümkün değil bu saatten sonra.. Ben çok net bir şekilde Fenerbahçe’nin şike yapmadığına inanıyorum.
 
-Kadınlı/çocuklu maçlara dönelim. Kadınların olduğu maçların diğelerienden atmosfer olarak nasıl bir farkı var sizce?
Bambaşka... ‘Maçın havasına  giremiyorlar, tezahüratlar yetersiz’ filan diye çok eleştiriler oldu. Ama bence erkek taraftarlardan kesinlikle çok daha fazla coşkulular. Sizin gittiğiniz Manisa maçı ilk maç olduğu için orda biraz şaşkınlık yaşanmış olabilir. Ama geçen sezon benim gittigim  maçlarda çok organizeydiler.
 
-Sizce iyi taraftar kimdir ?
İyi taraftar sadık taraftardır. Kötü gün dostu olan taraftar iyi taraftardır.
 
-Galibiyet kadar mağlubiyetlerde de takımı yanında mı olmalı?
Kesinlikle! Ben ilk 84-85’de maçlara gelmeye başladım. O sezon şampiyon olduk. Ondan sonraki 3 sezon Fenerbahçe tarihinin en başarısız dönemiydi. Ben o dönemde aşık oldum Fenerbahçe’ye, o dönemde bağlandım.
 
-Bazı holiganların stad içi ve dışındaki şiddet dolu eylemlerini nasıl yorumluyorsunuz?
30 yıldır tribünlerdeyim, en nefret etti”im şey biz bir takımla oynarken o anda orda olmayan üçünçü bir takıma küfür edilmesi! Hiçbir manası yok, sahadaki oyuncuya hiçbir katkısı yok, negatif enerjiden başka bir şey degil. Bu yüzden de stadımız kapanıyor, boşu boşuna milyarlarca zarar ediliyor. Siz tribünlere geleceksiniz, FB’yi  çok seviyorum diyeceksiniz ama küfür edip saha kapattıracaksınız. Böyle bir şey yok!
 
-Statlar erkekler için önemli bir deşarj alanı deniliyor.
O kadar deşarj olmak istiyorsan, zaten maç öncesi parklarda, restronlarda buluşup tezahürat yapılıyor, onlara katıl. Kimseyi rahatsız etmeden rahatla. Ama stadın içinde yapma. Gökçe hanım tam damarıma bastınız, en hassas olduğum konulardan biri bu maalesef.
 
DEREAĞZI’NDA ANTREMAN İZLEMEK...
Caddebostan doğumluyum. Şimdi kızıma diyorum ki ‘Caddebostan’da faytona binerdik, denize giderdik’. Kızım şaşırıyor tabi. O günleri özlüyorum. Bizim çocukluğumuz bahçelerde, sokaklarda, oyunlar özellikle de futbol oynayarak geçti. Mesela o zamanlar  Fenerbahçe antremanına gitmek mühim bir olaydı. Akşam üstü bir otobüse binerdik arkadaşlarla, Dereağzı’na giderdik. Tabi internet yok, antremanı hangi gün, saat kaçta olacağını bilmiyoruz. Yaz sıcağında oraya gider, kimi zaman satlerce beklerdik. Şanlsıysak denk gelirdik antrenmana. Futbolcular yavaş yavaş gelmeye başladığında, gol sevinci gibi mutlu olurduk. Antrenman demek futbolculardan imzalı fotoğraf almak demek aynı zamanda.  Sonra antrenman başladığında tel örgülerin arkasına geçer bir taşın üstüne oturup izlerdik. Çoğunlukla düz koşu yaparlardı ama biz bir hevesle bir antrenman maçı yapsalar da azıcık izlesek diye beklerdik. Yeni transferlerden birinin bir golü için güneşin altında saatlerce bekler, sonra otobüsle geri dönerdik evlerimize.  İşte bu şey, karşılıksız sevgi...
 
 

ARŞİV