Yüzyıllar geçiyor, toplumlar dönüşüyor, Ay’da hayat, Mars’a yolculuk diyoruz. “Kara deliğin sırrı çözüldü” diyoruz lakin aşkın sırrı bir muamma olarak duruyor. Aşkın tarifine, hallerine yönelik tartışmalar asla bitmiyor.
Sevgilisi olan için ayrı, olmayan için ayrı bir dert olan 14 Şubat yine geldi çattı. Biz de günü fırsat bilerek sevgi neydi, aşk ve ilişkilere dair soruları klinik psikolog / psikoterapist Tuğçe Isıyel’e sorduk.
Isıyel'in, kendimiz ve ötekiyle kurduğumuz ilişkilere, yaşamdaki türlü karşılaşmalara dair yazdığı denemelerinden oluşan “Ya Hiç Karşılaşmasaydık” isimli kitap Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Isıyel kitabında psikoterapi odasında, sokakta, evde gözlemlenen insan hallerinin edebiyattan psikanalize, sinemadan mimariye uzanan biçimlerini ele alıyor. İnsan ve insan ilişkilerinin karanlık taraflarına ve değişkenliğine bilinçdışının izini sürme konusunda cesaretlendiren kitap , kendimize ve başkalarına yeni bir pencereden bakma fırsatı veriyor…
“İLLÜZYON TARAFI OLDUĞU KESİN”
- Neden âşık oluyoruz?
Bu sorunun biyolojik, psikolojik çok fazla açılımı olabilir. Aşkın hormonal, biyolojik kısmına girmezsem aşk ötekiyle bütünleşme arzusuna denk düşen bir şey gibi geliyor bana. Öteki üzerinden bir tamamlanma, eksik gedik kapatma arzusu sanki. Bu açıdan aşkın bir illüzyon tarafı olduğu kesin. Kişinin neredeyse kendisini unutmasını sağlayan, hatta tüm libidinal yatırımını karşısındaki kişiye yaptıran çok yüksek bir duygu. O yüksekliğin bitişi ya da ayakları yere basan bir hale gelmesi çoğu zaman kişiyi hüsrana uğratabiliyor ama asıl hikâye de ondan sonra başlıyor zaten. Aşkın yaşanma biçimine bağlı olarak da kişiyi çok dönüştüren, kendisiyle karşılaştıran, ona kendisini hatırlatan hatta kendisini “başka türlü” sevmesini sağlayan da bir duygu olduğunu da düşünüyorum.
- Sevmeyi mi yoksa sevilmeyi mi seviyoruz?
İnsanın temel ihtiyacı ilişki kurmak. Sahici bir ilişkide ise bu ikisini birbirinden ayırmak çok mümkün değil. Beraber düşünmek gerekiyor. Zira sevebilme becerisi olmayan birinin sevilebileceğine, sevilebilme becerisi olmayan birinin de seveceğine pek inanmıyorum. Çünkü sevmeye izin vermek kadar sevilebilmeye izin vermek de önemli. İkisi çok iç içe, birbirini besleyen ve tamamlayan şeyler…
“AŞK ÇOK DEĞİŞKEN BİR KONU”
- Kişiliğimiz, alışkanlıklarımız ilişkilerimizi nasıl belirliyor? Nasıl seviyoruz? Âşık olacağımız kişiyi neye göre, nasıl seçiyoruz?
Bu “aşk” meselesi çok değişkenli bir konu. Kişilik özelliklerimiz elbette tüm seçimlerimizi etkilediği gibi ilişki seçimlerimizi de etkiliyor. Ancak bence her dönemin ihtiyaçları, öncelikleri de birbirinden farklı. İnsan sürekli değişen bir varlık olduğu için sevme biçimi de aynı kalmıyor. Ailemizden miras aldığımız özellikler, karşılanan ve karşılanmayan ihtiyaçlarımız, ideallerimiz, zaaflarımız, bilinçdışı süreçlerimiz ilişki seçimlerimizde hep etkisi olan şeyler.
“Nasıl seviyoruz” sorusu ise önemli. Sanırım küçüklüğümüzden itibaren nasıl sevildiysek ya da nasıl sevilmeyi arzuladıysak sevme biçimimiz biraz bunun üzerinden biçimleniyor.
- İlk görüşte aşk diye bir şey var mı?
Bu soruyu zaman zaman ben de düşünüyorum. Çok net bir sonuca varabilmiş değilim. Ama sanırım ilk görüşte aşk denilen şeyin bize çok ama çok tanıdık gelen bir şeyle ilgisi olduğunu düşünüyorum. Bu her zaman bilinçli olmasa da özellikle bilinçdışımıza tanıdık gelen bir şey. Bir bakış, bir koku, bir eda; bazen bir çatışma, bize tanıdık gelen bir his…
- Aşkın yaşı var mı? Ergenlik, gençlik aşkları ile yetişkinlik aşkları arasında farklar neler?
Aşkın ne yaşı ne de toplumsal cinsiyeti var bence. Ama elbette her dönemin, her yaşın getirisi başka. İnsan kendini tanıdıkça, kendiyle ilgili yeni şeyler keşfettikçe, kendiyle ilgili dertlerini fark edip onları çözdükçe ya da çözemedikçe karşısına çıkan kişiler de, onlarla ilişki yaşama biçimi de farklılaşıyor.
“İNSAN BELLEĞİ SABİT DEĞİL”
- İlk aşkların unutulmadığı bir efsane mi? Yoksa doğru mu?
Siz burada “ilk” kavramına vurgu yapıyorsunuz ancak bu biraz da o ilk aşkın nasıl yaşandığıyla ilgili bir şey. Çok travmatik şeyler de yaşanmış olabilir, çok güzel şeyler de… Hatırlanan şeyler de bu eksende belirlenir. Fakat insanın belleği de sabit değil, bazen çok canlı hatırlanan şeyler silikleşebilir bazen de silik olduğunu düşündüğümüz anılar parlayabilir. Bu yine bizim dönüşümümüzle ilgili olarak zaman içerisinde değişkenlik gösterebilir.
- Bu yüzyılda ilişkilerin kısa süreli olduğundan yakınılıyor, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Biraz sonuç odaklı bir çağda yaşadığımızı düşünüyorum. Durabilmek, bekleyebilmek, süreçle hemhal olabilmek gitgide zorlaşıyor sanki. İlişki içerisinde yaşanacak iniş çıkışlara, belirsizliklere tahammülümüz çok az. Bir takılma kültürüdür ki alıp başını gidiyor. İlişki kurmak, ötekiyle temas edebilmekle mümkün. Ötekiyle temas edebilmek ise kendimizle gerçek bir ilişki kurabilmekle mümkün. Kitabımda da sık sık referans verdiğim Rollo May, “Yakınlık cesaret gerektirir” der. Çünkü biriyle sahici bir ilişki kurduğumuzda artık değişip dönüşmeye de hazırız anlamına geliyor bu. İlişkiler kimseyi durduğu yerde tutmaz, sabit kılmaz eğer öyle oluyorsa da burada bir sorun var demektir. Belki de olası bu değişimden kaçıyoruz. Bu yüzden de sık sık partner değiştirerek hep yüksek duygular içerisinde salınmak istiyoruz çünkü derinlere inildikçe işler karışacak, yaralar, zaaflar, kaygılar ortaya çıkacak.
“HAYAL KIRIKLIĞINDAN KORKUYORUZ”
- Bağlanma sorunlarımız mı var, yoksa aşktan mı korkuyoruz? Issız adam ve kadın olmak bir tercih mi sonuç mu?
Birine bağlanmayı yanlış algılıyoruz sanki. Bağ kurmanın ya da şöyle söyleyeyim biz olmanın “ben” olmayı yok edeceğini zannediyoruz. Birbirimizin hayatına dâhil olmaktan korkuyoruz çünkü dâhil olmayı, özerkliğin yitimi gibi algılıyoruz. Zorlandığımız konuların başında birliktelik-bireysellik dengesini kurmak geliyor. Issız adam/kadın olmak bir nevi kişilerin kendilerini korumak için geliştirdiği savunmalar gibi geliyor bana. Neyden korumak diye sorarsanız olası hayal kırıklıklarından, üzüntüden, karşı tarafı kaybetme korkusundan, bir ilişki içerisinde değişip dönüşmekten… Bu açıdan bakarsak ıssızlık konforlu bir alan sunuyor. Ama o zaman da yalnızlıktan mustarip, kendimize yabancılaşmış kişiler haline geliyoruz.