Genç yazar Sonat Yurtçu, ilk öykü kitabı “Aramızdaki Fikret”te, toplumun içinde barınamayanları, şemsiyelerinin altında gizlenerek gezenleri, yaşamaktan yorulanları anlatmıştı. Kendisiyle o vakitlerde, iki sene evvel ilk söyleşimizi yapmıştık. Yurtçu, şimdilerde ilk romanı “Vuslatlar Fasarya”nın heyecanında. Everest Yayınları’ndan çıkan 232 sayfalık eser Aziz'in içsel arayışla dolu hayatını, arkadaşlıklar, aşk ve Kadıköy sokaklarında şekillenen bir yolculukla aktarıyor okuruna.
Biz de Sonat Yurtçu ile ikinci kez, yine çok sevdiği Kadıköy’ünde buluştuk.
İlk kitabınız öykü kitabıydı, şimdi bir ilk romanla okur karşısındasınız. Roman ve öykü yazmak arasında ne gibi farklar deneyimlediniz?
En önemli farklardan biri; öyküde kısa sürede olayı/durumu göstermeniz gerekiyor. Karakterleri ayrıntılarıyla, derinlemesine anlatmak zor. Bi’nevi dar alanda kısa paslaşmalar tadında ilerliyor öykü. Romansa şehirlerarası uzun yolculuk gibi; mola yerleriniz, otobüs camından yolu izleyecek, uyuyacak vaktiniz var. Roman dosyasını hazırlarken öykü diye başına oturup Aziz’le geçirdiğim vakti sevince ilerlemesini istedim. Dosyanın ilk 30 sayfasını yazdıktan 7 ay sonra dosyaya döndüm ve 20 sayfasını silip düzenli bir şekilde yazmaya başladım. Öykü kitabım yayımlandığında birçok okur, romana evirilecek metinler olduğunu söylemişlerdi. Haksız değillermiş.
"Vuslatlar Fasarya" başlığı merak uyandırıcı. Kavuşmanın değersiz olduğunu söyleyen bir ifade seçmek cesur bir tercih. Bu başlıkla okura ne diyorsunuz?
Vuslat kelime anlamıyla sevgiliye kavuşmak. Zaman değiştikçe dil ve kelimelerin anlamları da değişiyor. Kavuşmak eylemi ülke, inanç, arkadaş, ölüm için de kullanılabilir. Ama her vuslatın sonunda “Peki, ya şimdi?” sorusu geliyor aklıma. Bir mesaj vermiyorum ama vuslata erdikten sonra büyüsü kaybolmuş bir özlem gibi hissediyorum.
“GEÇMİŞİ ARKADA BIRAKMA ÇABASI”
Romanı okudum elbette ama henüz okumamış okurlar için yazarının ağzından duymak isteriz; neyin romanı bu?
Aziz’in hikâyesi… Dostlarıyla, yolda tanıştıklarıyla, aşk acısıyla, nostalji kanseriyle, Aziz’i bir karakter olarak izliyoruz. Romanın karakterleri geçmişten kurtulup, eskiyi yıkmaya çalışan insanlardır. Hepsinin hayattaki kırılma noktasıyla başlıyoruz. Çünkü geçmiş garip bir şekilde sadece hüzünle ilişkilendiriliyor. Bugünümüz geçmişten daha iyiyse ne güzel günlerdi deyip hüzünleniyoruz. Şimdiki hayatımız eskiye nazaran daha kötü ilerliyorsa bu sefer de ben ne hale geldim, diye hüzünleniyoruz. İşte Aziz, Yakup, Eyüp bunlardan kurtulmaya, geçmişi arkada bırakmaya çalışıyorlar.
Klasik bir soruyla devam edeyim; her eserin bir derdi olur ya, sizinkinin nedir?
Geçmişe özlemimi, nostalji kanserimi iyileştirebilmek. Romanın içindeki karakterler her ne kadar bir noktadan sonra kendi sözlerini söylemeye başlasalar da onlardan farklı düşünmediğim yerler var. Hem dert biter mi?
Gerçekle kurmacanın muğlaklaştığı alanlar sözkonusu. Kitapta Kadıköy’ün altındaki tünellerde yer alan bir define arayışı var ki bu gerçek bir gazete haberine dayanıyor. Siz de romanın kahramanlarından biri gibi, bu söylencenin peşine düşmüşsünüz. Bu olayla nasıl karşılaştınız ve romanınıza nasıl dahil etmeye karar verdiniz?
Kitaptaki Yakup çocuksu bir karaktere sahip ve bir maceraya atılacaktı. Ben de Kadıköy üzerine merakları olan, araştırmayı seven biriyim. Eski gazete arşivlerinde bir gün “Kadıköy’den Büyükada’ya tünel mi var?” haberini gördüm. Bunun mümkün olmayacağına emindim. Araştırmaya devam ettikçe yirmi dört-yirmi beş yaşlarındaki tünel mütehassısı bir gencin elinde haritayla Kadıköy’de belli noktalardan tüneller olduğunu, bu tünellerin Üsküdar’a Erenköy’e kadar çıktığını söylüyordu. Ama esas aradığı on iki heykelli bir salondu. Define arıyordu ve bunun peşindeydi. Tahminimce Bahariye girişinde bir evin bahçesindeki kuyudan kemerli bir yapıya ulaşıyorlar, ama devamını getiremiyorlar, imkânlar elvermiyor. Sonra bu genç adam ortadan kayboluyor. Esas soru o harita eline nereden geçti? Onun da hikâyesi şehir efsanesi olarak yayılıyor. Vaktiyle İstanbul’dan çalınan bir kitaptan bahsediliyor. Bu kitabın içinde İstanbul’daki birçok gravür, değerli eşya ve definenin yerinin gösterildiği söylentisi yayılıyor.
(Yurtçu’nun Yolda Sahaf’taki imza gününden/Eylül 2024)
Suat Derviş'in kitabı “Kadıköy'de Muhakkak Bir Define Var”ı romanınıza ilham mı oldu?
Olmadı. Ben dosyayı 2022 senesinde bitirmiştim, tefrika roman bu sene yayımlandı. Suat Derviş’in bu tefrika romanını müstear isimle yazdığı gazete arşivinden bulmuştum. Romanın hepsine de ulaşamadım. Derviş de böyle yazdığına göre muhakkak bir şeyler var diye düşünmüştüm. İsmini kitabımdan geçirmemin sebebi; Kadıköy’de böyle bir maceraya atılmış karakter yani Yakup illa ki bu kitabı duymalıydı.
“NOSTALJİ ÜSTÜME BOCA EDİLDİ”
Roman 2000’lerin hemen başında geçiyor. Bu zaman dilimi, hikâyenin ruhuna nasıl katkı sağladı?
90’larda çocuktum, ama babam 1950 doğumluydu. Haliyle çok fazla nostalji üstüme boca edildi. Kasetler, plaklar, eski gazeteler, kitaplar, ansiklopediler, sürekli açık olan bir televizyon vs. Bu zamanlar elbette ki her gün güzel olayların olduğu bir dönem değildi. Ben çocukluğumda geçen en güzel yılların bu tarih aralığında olduğuna inandım, çünkü hayatın kendisi yetişkinler için iyi gitmese de o yaşlarda çam ağaçlarının arasında bir yerde büyüdüm. Her gün benim için eğlenceli, arkadaşlarımla bisiklet sürdüğüm, ağaçlara tırmanıp kafamızı gözümüzü yardığımız zamanlardı. Sonra o senelerde otuzlu yaşlarımda olsam neler olurdu, diye düşündüm. Tabii ki dönemin siyaseti televizyonlardan, gazetelerden yığın halinde istemesek de önümüze koyuluyordu. Bu yüzden hikâye doksanların sonunda başlar, iki binli yılların başında biter.
Aziz ve diğer karakterlerin hikâyesi sona erdi mi, yoksa başka bir vuslatın peşine düşecekler mi?
Sonrası için düşünmedim, ama birkaç kişi daha hikâyenin devamı gelir, yorumunu yaptılar. Sanırım her şey tadında güzel. Belki Aziz’i başka bir anlatıda yan karakter olarak görürüz, neden olmasın.
(Yurtçu, Müze Gazhane'de)
“ KADIKÖY KOCA BİR ŞEHİR”
İlk kitabınızda Fikret'i Kadıköy sokaklarında görmüştük, şimdi ise Aziz. Kadıköy, hikâyelerinizde neden bu kadar önemli bir yer tutuyor?
Kadıköy’de yaşayanlar için genelde “elit, entel dantel, dertsiz tasasız, çiçekle böcekle vakit geçiriyorlar” gibi söylemler duydum, duyuyorum da. Belki bir kesim gerçekten böyledir. Ama ben burada doğup büyümedim, buraya sonradan gelip sonradan Kadıköylü oldum. Hatta İzel Rozental da buna benzer bir cümle söylemişti: “Sonradan Modalı oldum.” Burası benden önce babamın, dedemin yaşadığı bir semt. Yeldeğirmeni’nde Celâl Muhtar ve Ankara Apartmanları’nda yaşamışlar. 1963’te Osmangazi’de okumuş. Moda’da yüzmüş, dolaşmış. Kalamış’ta içip sarhoş olmuşlar. Bu hikâyelerle büyümek beni de bu semte bağladı. Yirmili yaşlarımın başında geldiğim Kadıköy’de on iki senedir yaşıyorum. Sokağından apartmanına, esnafından sahafına kadar her şeyi öğrenip anlamaya ve anı biriktirmeye çalışıyorum. Kadıköy bir ilçe değil koca bir şehirdir bence. Her ne kadar değişse de ben içinde olmaktan ve hikâyelerimde mekân olarak kullanmaktan mutluyum.
Yazarlara sorduğum klasik sorumla bitireyim; kim/neden okusun istersiniz Vuslatlar Fasarya’yı?
Yazar olarak bunu cevaplamak zor. Herkes okusun, anlasın istersiniz. Neden okusun diye düşündüğümde nostalji kanserinden mustarip olanların belki bir nebze de olsa işine yarar.