İstanbul’a, Kadıköy’e ilgili, kent kültürü, sanat, edebiyat gibi konulara meyilli bir Kadıköylüyseniz onun adını duymuş olabilirsiniz. Ben ilk kez 8 sene evvel Modalı yazar İzel Rozental’ın “Moda Sevgilim” kitabında rastlamıştım. Sonrasında Kadıköy’de yapılan pek çok etkinlikte denk geldim. 2019 senesinde de tanışarak, bir röportaj yapmıştık. Zira “Azınlıkların Gündelik Yaşamında Kültürel Süreçler: İstanbul Örneği (Moda, Tatavla, Samatya, Burgazada)” adlı bir tez kaleme almıştı.
Moda sakini yazar/akademisyen Dr. Berken Döner’den bahsediyorum. Kent sosyolojisi, kültürel bellek, gündelik hayat ve azınlıklar üzerine çalışan bu ismi bir kez daha sayfalarımıza konuk alıyoruz çünkü bu kez de bir kitapla karşımızda; “Öyle Bir İstanbul”.
“Semtler, Hayatlar, Hatıralar” alt başlığını taşıyan bu eser, Döner’in İstanbul’da iz bırakanlarla ve adeta kentle yaptığı sohbetlerden oluşuyor. Döner’in Gazete Duvar’da yayımlanmış makalelerinden oluşan kitap, bireylerin ve ailelerin hatıraları üzerinden şekillenen anlatılar aracılığıyla, İstanbul’u türlü yaşam portreleriyle okumayı öneriyor. Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun ilk baleti Garbis Baltaoğlu’ndan Zıvartnots Korosu’nu ayakta tutmak için çabalayan Kevork Çağlıçubukçu’ya, Büyük Yeni Han’ın gümüş ustası Bedros Damar’dan şapkalarıyla İstanbul atlasında iz bırakan Katia Kiracı’ya kadar birçok ismin hikâyesi, kentin dokusunu keşfetmek isteyenlere alternatif bir tarih anlatısı sunuyor.
Aras Yayıncılık’tan çıkan, geçtiğimiz günlerde ikinci baskıyı yapan kitabı Berken Döner’le Kadıköy’de konuştuk.
Adana’da doğdunuz, Kocaeli’de okudunuz, Kadıköy’de yaşıyorsunuz. İstanbul’a olan ilginiz nasıl başladı ve bu şehri çalışmaya nasıl karar verdiniz?
İstanbul ilgisi, sevgisi çocukluk yıllarıma dayanır. Evet, Adana’da yaşıyorduk ama akrabalarımızın bir kısmı da İstanbul’daydı. Okul tatillerinde onları ziyaret etmek için İstanbul’a gelirdik. Şehri ilk görüşüm bu sebepledir. Bende yavaş yavaş bir tutkuya dönüşmesi ise okumalarla oldu. Adana’yken İstanbul üzerine o kadar çok okumuştum ki, yaşadığım şehirden daha iyi tanır hâle gelmiştim. İlkgençlik yıllarımda tek isteğim vardı: İstanbul’da yaşamak! Sonraki yıllarda kenti yazmaya giden sürecin arka planında bunlar var. Bir gün o çok istediğim şey oldu, İstanbul’a yerleştim! On sekiz yaşındaydım. O günden bu güne, benim için yanı başımda ikinci bir insan gibidir. Konuşurum, duyarım…
“BENİM İSTANBUL’UM” NOSTALJİK DEĞİL”
Kitabınızın başlığından yola çıkarak sorayım; sizinkisi nasıl bir İstanbul?
Öyleyse kitabın adından başlayalım… “Öyle Bir İstanbul”, Ruhi Su’nun “Şişli Meydanında Üç Kız” şiirinden adını aldı. Hatırlayalım… Ruhi Su, 1977 yılının 28 Nisan günü, Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu’ndan çıkan üç kadının anısına yazmıştı: Meliha, Şükran ve Çiğdem… Üç gün sonra 1 Mayıs kutlanacaktı. Faşistler tarafından pusuya düşürülen üç kadının üzerine kurşunlar yağdı, Şişli Meydanı kana bulandı. Su, daha şiiri bitirmemişti bile, üç gün sonra, 1 Mayıs kutlamalarında katliam yapıldı. Sular İdaresi ve Taksim Intercontinental Oteli’nden kitlenin üzerine açılan ateş sonucunda otuz dört devrimci katledildi. Ruhi Su, bu destansı şiirinde Şişli Meydanı’nda katledilen üç kadını anar, 1977 1 Mayıs’ında öldürülenleri anar… İki olayı birbirine bağlar ve söyler: ÖYLE BİR İSTANBUL gördük/Sorarlar bir gün sorarlar”.
Hem öldürülen insanlarımızın anısını yaşatmak hem de ardından gelen “sorarlar bir gün sorarlar”a kendimce bir selam göndermek için bu adı verdim. Barbarlığın yıkımlarına karşı koymak, tarifsiz bir talanla altüst edilen bir kentin hafızasını korumaya çalışmaktı amacım. Dolayısıyla “Benim İstanbul’um”, kesinlikle nostaljik bir yer değil. Geçiciliğin mekânı değil, durağan değil, hafızasız değil, müzeleştirilmiş değil… Heterojen ve devinim hâlinde bir yer!
Rum, Ermeni ve Süryani azınlıkların geçmiş hikâyelerine yer veriyorsunuz. O dönem bu toplulukların İstanbul’daki toplumsal hayatta daha faal oldukları dönemdi. Müslüman olmayan cemaatlerin geçmişten günümüze İstanbul’daki yeri, bu toplulukların kentle olan ilişkileri nasıl evrildi?
En başta söylemem gerekir ki, İstanbul’daki azınlıklar odağında bir kitap değil. Söyleşi yaptığım insanların hemen hepsi tesadüfen biraraya geldi. Hiçbiriyle belirli bir yöntemle temasa geçmedim. Sistematik bir yol izlemedim. Tek ortak noktaları, kişisel hikayelerinde İstanbul’un yer alması. Sıradan insanların anılarını, tanıklıklarını kayda geçirerek unutulmamasını sağlamakta büyük bir yaşamışlık bulurum. Öyle ki kendimi de böyle var edebiliyorum.
Diğer yandan “azınlıklar” dediğimizde homojen bir yapı olarak anlatmış oluyoruz. Oysa her cemaatin İstanbul’daki varlığı (kamusal alanda görünürlük, demografik yapı, tarihsel süreç, geniş topluma açılma vb.) ayrı değerlendirilmesi gereken konular. Birbirine karıştırmamak gerekiyor. Cumhuriyet tarihi boyunca sistematik olarak uygulanan politikalar sonucu bugün yoğun bir nüfustan söz edemiyoruz. Bu doğru fakat… Kentle kurdukları ilişki donmuş, durağan, karar verme mekanizmasının dışında olarak da adlandırılmaz. Bu bunca emeğe, çabaya, “rağmen yaşama”ya büyük haksızlık olur. “Rağmen yaşamak”ı konuşmak gerek. Görüştüğüm insanlar, kendilerine “İstanbullu’yum!” bile demiyorlar. “Samatyalı’yım!” diyor, “Bakırköylüyüm” diyor. Yaşadıkları semtle o kadar bütünleşmişler ki… Tam da burada, aklıma sokak isimlerinin bilinçli bir politika ile değiştirilmesi geliyor. Bunca yıl orada yaşayan için yer –yurt imgesinin yok edilme çabasıdır bu. Buna rağmen kendilerini semtleriyle ifade ediyorlar. Çoğunluğun iktidar aracı ve alanı olarak işleyen mekân, azınlık gruplarının öznel deneyim ve pratiklerinde yeniden tanımlanıyor ve üretiliyor.
(Berken Döner, kitaptaki hikayelerinden birinin mekanı olan Mühürdar’daki köşkün önünde)
Kitabınızda İstanbul’un farklı semtlerinden kesitler sunuyorsunuz. Bu semtler, toplumsal ve kültürel hafızamızda nasıl bir yere sahip?
İstanbul’un her bir semtinin sosyo-ekonomik ve kültürel ayırt edici özellikleri farklı. Bu farklılıklar her semtin kendi kimliğini oluşturuyor ve İstanbul dediğimiz kent, farklı kimlikteki semtler üstünden yükseliyor. İstanbul, kültür ve kimliğin, zaman ve mekânın gerilimli fakat yine de bir aradalık sergilediği heterojen bir alan. Toplumsal ilişkiler de buna dahil. Kullanıcıları için “mekân” olmanın ötesinde toplumsal/politik aidiyetlere, farklı yaşamlara, kültürel çoğulculuğa cevap veriyor. Bu yönüyle de kültürel çeşitliliğin ve farklı yaşam tarzlarının ortaya çıkmasına olanak sağlayan bir yapısı var. Kitapta yer alan semtlerin hepsini yan yana getirdiğimizde, “birlikte yaşamak” üzerinden şekillenen çoğulcu bir kent kültürünün olup olmadığının sorgulanmasının kaçınılmaz olacağını düşünüyorum.
Günümüzde özgün dokusunu kaybetmemiş bir semt yok. Bu noktada, “Eski İstanbul” anlatısının en azından bir nirengi noktası olarak korunup, günümüzde aldığı iç ve dış göçlerle birlikte nüfusu gittikçe artan İstanbul için birleştirici bir rol oynayıp oynamadığı da ayrı bir tartışma olabilir. Geçmişten çok az izin kaldığı, cemaatlerin kurumsal altyapılarına dair eskiden var olan, günümüzde izi bile kalmamış semtlerin başında Yenikapı ve Gedikpaşa geliyor. Buralarda dolaşırken “bir zamanlar burada güzel bir hayat yaşanmış” bile diyemezseniz. Öyle bir yıkım! Her iki semtin de iktisadi, politik, kültürel yapıyı yansıtan yapılarının hiçbir izi kalmadı. Yenikapı bir gazinolar, çay bahçeleri semtiydi. Gedikpaşa başlı başına bir tiyatro tarihine ev sahipliği yapmıştı. Bugün semtlerin bu simgesel yapıları üzerinden, İstanbul’un toplumsal/kültürel çözümlemesini yapamayız. Çünkü öyle bir yapı yok.
Görüştüğünüz kişilere ‘İstanbul’un görkemli çok kültürlü geçmişinden kalan antikalar’ gibi yaklaşmaktan imtina ettiğinizi vurguluyorsunuz. Müzecilik tarzı bir nostaljiye karşısınız gibi yorumladım.
Bunu özellikle Rum ve Ermeni tanıklarım için şerh düştüm. Onlar üzerinden üretilen bir İstanbul nostaljisi var ki bu beni son derece rahatsız ediyor. “Müzeleştirme” yerine, toplumsal belleğin canlı tutulmasını savunuyorum. Toplumsal bellek de nostalji ile değil, tarih bilinciyle ile oluşur. Kent hafızasını korumanın, kitap özelinde konuşursak Rum ve Ermeni toplumlarının kamusal alandaki görünürlüklerini çoğaltmanın ve hatta bu toplumların İstanbul’daki mekânsal alt yapılarını korumanın anlamı barbarlığın yıkımlarına karşı koymaktır. Belleksizlik yaratma çabalarına karşı çıkmaktır.
“İSTANBUL’UN TÜKENMEYECEĞİNE İNANIYORUM”
İstanbul’un özgün insan dokusunu kaybettiğini düşünüyor musunuz, yoksa şehrin bu sürekli değişimi doğal bir süreç mi?
İnsani ve mekânsal faktörleriyle büyük bir yıkımdan söz ediyoruz. İstanbul gezi rehberi kitapları, gazetelerin haftasonu ekleri, son yıllardaki nostaljik İstanbul kitapları bize hep “terbiyeli, efendi, sakin” bir İstanbul anlatıyor. Hepsi böyle demiyorum ama çoğunluğu böyle. Hiçbiri yeri aksamayan bir İstanbul anlatıyorlar. Aklıma ilk Balat ve Kuzguncuk geliyor. Buralar mimar eliyle düzeltilmiş, organik yaşantısını kaybetmiş, “insanlarını” yitirmiş semtler. Azınlık politikalarıyla, rantla, talanla “dönüştürülmüş” semtlerimiz var. Oysa ki sizin ifadenizle, “sürekli değişim”, kendi doğal sürecinde kent için kaçınılmaz bir olgu zaten. Kentsel niteliğin belirleyicisi, farklılıkların etkileşime açık olarak bir araya gelmesidir. Çok çeşitli sosyo-kültürel katmanları, etnik ve dinsel kökenleri bir araya getirmek kentlere özgüdür. Bu özgün yapılanmayı nasıl bir toplumun oluşturduğu önemli. Kentin kültürel ortamına bakıldığında, çok çeşitli etnik köken, dil, din ve ekonomik yapıyı temsil eden yapıların mevcut olduğu görülecektir. Bu yapılar birbirinden soyutlanmış değil, birbiriyle bütünleşmiş ve o kente özgü olarak ortaya çıkıyor. Her şeye rağmen İstanbul’un tükenmeyeceğine inanıyorum.
Kitapta yer verdiğiniz anlatılar, İstanbul’un hatıralarını yaşatıyor. Bu hatıralar, gelecek nesiller için nasıl bir değer taşıyor?
Kentle aidiyet ve duygusal bağ kurulmasında, kentin ve o kentte yaşayan insanların geçmişini bilmek önemlidir. Kentin tarihinin bilinmesi, o yerle doğrudan bir ilişki kurmayı, kentin sahiplenilmesini kolaylaştırır. Tabiî Türkiye’nin kendi koşullarını düşündüğümüzde, bunca adaletsizliğin, işsizliğin, katliamın, düşünce suçunun, ekmek kavgasının olduğu bir toplumda bütün bunlar ne işe yarar? En azından, insana ve mekâna bir bakış kazandırır. Bu da az şey değildir. Devamında bir “tavır”ı da getirebilir. Derken…
“KİŞİLİĞİMİN YÖRESİ” KADIKÖY
Son olarak Kadıköyümüze de değinelim. Buradan iki hikaye anlatıyorsunuz. Kadıköy sizin için ne ifade ediyor? Ve bu hikayelerle İstanbul’un genel portresi arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?
On altı yıldır Kadıköy’de yaşıyorum. Gidecek başka bir yer henüz bulamadım. İstanbul’u Kadıköy’den adımlamaya başladım. Pavese’den ödünçle, “kişiliğimin yöresi” Kadıköy’dür. Kadıköy üzerine başka yazılar da yazdım. Kitapta sadece iki tanesi var. İkisinde de İstanbul’un geçirdiği sosyo-kültürel ve mekânsal değişimi rahatlıkla bulursunuz. Görüştüğüm iki kişi de kadındı. Kadınların semtle ilişkisi, kamusal alandaki görünürlükleri erkeklerden farklıdır. Her iki söyleşi, bu gözle okunmayı da hak ediyor kanımca.