Salgınlarla değişen sinema adabı

Eye Filmmuseum’un Sessiz Sinema Küratörü Elif Rongen Kaynakçı ile İspanyol Gribi salgınının değişime zorladığı sinema salonları ve sinema adabını; korona virüsü salgının gelecek yıllarda sinema izleme alışkanlıklarımızı nasıl değiştireceğini konuştuk

10 Eylül 2020 - 09:21

Salgınla birlikte, hayatımızın birçok alanında uyguladığımız kurallar, alışkanlıklar ve eylemlerimiz değişecek gibi görünüyor. Bunun en bariz örneklerini bir topluluk halinde izlenen kültür sanat etkinliklerinde göreceğiz. Sinema ve sinema salonları da bu örneklerden biri. Normalleşmeyle birlikte sinema salonları açıldı ama yeni kurallarla. Sinema salonlarına giren seyircilerin ateşi ölçülüyor, maskesi olmayanlara maske temin ediliyor, seyirciler salona girerken ellerini dezenfekte ediyor. Gişeden fiziksel temas olmadan bilet satışı online şekilde gerçekleştiriliyor. Kapasiteleri yarıya düşürülen salonların koltuklarında ise sosyal mesafe uyarıları yer alıyor. Bu kuralların hepsinin uzun süre hayatta kalması mümkün olmasa da bazılarının gelecekte de uygulanacağı aşikâr. Ancak sinema salonlarında uygulanan bu kurallar ilk değil. Salgın öncesinde salonlarda uygulanan kuralların birçoğu, 100 yıl önce dünyayı etkisi altına alan İspanyol Gribi salgının ardından hayata geçirilmiş. Aslen Kadıköylü olan, Amsterdam’daki Eye Filmmuseum’un Sessiz Sinema Küratörü Elif Rongen Kaynakçı, Altyazı Sinema Dergisi’nde “Geçmişten Günümüze Sinema Adabı” adlı bir yazı kaleme almıştı. Sinema tarihçileri ve sinemaseverler açısından hayli ilgi uyandırıcı olan bu yazının üzerinden sinema ile ilgili birçok konuyu Elif Rongen Kaynakçı ile konuştuk.

HAVALANDIRMASI OLAN TEMİZ SİNEMALAR

"Geçmişten Günümüze Sinema Adabı" yazınızla başlamak istiyorum. Nedir sinema adabı? 

Sinema farklı insanların film seyretmek amacıyla birarada bulunduğu bir yer ve bu etkinlik için geçerli bazı davranış kuralları var. Sinema adabından kastımız bu. Mesela yüksek sesle konuşmamak, birbirini rahatsız etmemek, telefonu sessize almak filan gibi bütün kurallar bu adabın bir parçası. Bunların çoğunu zaten hepimiz biliyoruz, ancak bazı kuralları devamlı hatırlatmak gerekebiliyor. Elbette yeni eklenen kuralları ise seyirciye duyurmak ve anlatmak lazım. 

Salgınla birlikte kamusal mekânların kullanımı sınırlandırıldı. Sinema salonları da bunlardan biri. Büyük olasılıkla sinema izleme pratiklerimiz değişecek ya da buna zorlanacağız. Siz şu an sinema salonlarında uygulanan kuralların İspanyol Gribinin etkisiyle oluştuğunu ifade ediyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?

Aslında sinema davranış kuralları elbette 1895’teki ilk gösterimden itibaren şekillendi; İspanyol Gribinin getirdiği ek önlemler genelde sağlıkla ilgili olan kurallar. Fakat aslında bunların da bir kısmı zaten daha önceden de akılları kurcalıyordu. Şöyle anlatayım; sinemanın başlangıcı yani 19. yüzyılın son senelerinde henüz bazı hastalıkların nasıl bulaştığı anlaşılmamıştı, virüs ve bakteri arasındaki farklar net değildi. Veba gibi salgın hastalıklar da vardı ve bunlarla nasıl başa çıkılacağı sorusu hep gündemdeydi. Özellikle 20.yüzyılın ilk yıllarından itibaren güneş ışığı, temiz hava gibi unsurların sağlık için iyi olduğu kanısı yaygınlaştı. Neredeyse her türlü hastalığı iyileştirmek için insanlar sanatoryuma gönderiliyordu. 1909’dan itibaren iyice yerleşik hale gelen sinemalar ise kapalı, izbe ve kalabalık yerlerdi. Bu nedenle de sinemaların sağlığa zararlı olduğu düşünülüyordu. Bir de şöyle düşünün; sinema en ucuz eğlence şekillerinden biriydi, ilk başta zaten panayır çadırında yapılıyordu. Yerleşik sinemalar açıldığında da bunlar döküntü, bazen ahır gibi yerlerdi. Sinemaya giden insanlar da en alt tabakadan insanlardı, kişisel hijyenleri doğru düzgün değildi. Hani belki bir opera binasına baktığınızda, zaten yüksek tavanlı filan binalar, oraya giden kitle de üst tabakaydı. Bu yüzden böyle endişeler daha çok sinema için geçerliydi. İşte Birinci Dünya Savaşının hemen ardından gelen İspanyol Gribi, zaten bünyesi çok zayıflamış olan halkı kolayca etkisi altına aldı. Otoriteler ise zaten sağlıksız buldukları sinemaları kapatma yoluna gittiler. Yeniden açarken de havalandırma, dezenfekte etme vs. gibi kuralları şart koştular.   

Eye Filmmuseum / Desmet Koleksiyonu-The Picture Idol (ABD, 1912) filminden bir kare

İZBE YERLERDEN “SARAYLARA”

 İspanyol Gribi olmasaydı sizce sinema salonlarında farklı bir hava mı olurdu?

Salonların izbe olmaması, kötü kokmaması, havalandırılması gibi kurallar o sıralarda yerleşik hale geldi. Belki o zaman olmasa bir başka salgın sırasında da sırası geldikçe bu kurallar koyulacaktı, ancak İspanyol Gribi salgını bütün dünya çapında bu müdahaleyi hızlandırdı. Sinema sahipleri de bu mesajı aldılar ve dikkat ederseniz, grip salgını bittikten sonra yani 1920’lerde yapılan sinemalar, öncekinin tam tersine büyük bir lüks mekân haline geldi. Sinema sahipleri adeta minik saraylar, mabetler filan yaptılar; bunlar da kubbeli, yüksek tavanlı, localı filan binlerce kişilik kapasiteli oldu. İsimlerine de baktığınızda bütün dünyada aynı ipuçlarını bulursunuz; “palas”, ‘lüks’ veya kraliyeti çağrıştıran “majestik”, “royal” filan gibi isimleri vardır hep. Yani 1920’lerde ondan önceki o izbe yerleri unutturmak, o sağlıksız imajdan kurtulmak zorunda hissettiler kendilerini.

 Özellikle İstanbul’da hem mimari hem de isim açısından “saray” diye tabir ettiğiniz sinema salonlarını görmek mümkün. İstanbul’daki sinema salonlarının inşası 1920’lerdeki süreçten etkilenerek yapılmış olabilir mi?

Evet, bence öyle. Sadece İstanbul’da da değil, bütün dünyada 1940’lara kadar böyle saray tarzında sinemalar yapılmaya devam etti diyebiliriz. İstanbul’da akla gelen örnekler şunlar; 1920’den Beyoğlu’nda Elhamra Sineması, Taksim’deki Majik Sineması, 1923’te Electra ismiyle açılan Alkazar, 1933’te adı Saray olarak değiştirilen 1924 tarihli Lüksemburg Sineması.

Salgınla beraber sinema salonları da kapandı. Uzun bir aradan sonra geçtiğimiz günlerde yeniden kapılarını açtılar. Sizce 100 yıl sonra gelen bu salgın sinema salonlarında neleri değiştirecek?

Simdi de o zamanki gibi salonlar duyurularında hijyenik ve havadar olduklarına filan daha bir vurgu yapacaklardır sanıyorum. Yani burada izleyiciyi sinemaya çağırırken gösterdiği filmle değil de, salonunun hijyenik özellikleriyle övünen bir salon sahibi tipi ortaya çıkıyor. Haklılar çünkü izleyici de böyle şeylere dikkat edecek; hatta ‘risk almayayım, evimde Netflix’ten izlerim filmimi’ diyebilir. İşte salonlar da buna karşı kendilerini çekici kılacak ne varsa ona yatırım yapacaktır.

AÇIK HAVA SİNEMALARI

Hastalığın devam etmesi durumunda insanlarda tedirginlik hali devam edecek. Bu durumun seyirlik zevki azaltacağını düşünüyor musunuz? 

Bu konuda yorum yapmak bana zor geliyor. Ben bütün hayatını film izleyerek geçiren biri olmama rağmen, şu sıralar ille de sinemaya gideyim demiyorum. Evde, bilgisayar başında da izleyebiliyorum. Öte yandan bu benim işim. Eğlence olarak gidenler ne düşünür bilemiyorum. Bu yaz Avrupa’nın çeşitli yerlerinde Amerikan usulü “drive in” (arabada) sinema etkinlikleri denendi, korona tedbirlerine uygun alternatif olarak. Ayrıca açık hava sinemaları da yeniden değer kazandı. Türkiye açısından açık hava sineması da ilginç bir konu. Benim bildiğim kadarıyla Beykoz Kundura’da yapılıyor.

 Sinema izleyicileri sosyalleşmeyi bir kenara bırakıp dijital platformlara da yöneliyorlar. Sizin bu konuda öngörüleriniz neler, büyük çoğunluk sinema salonlarını terk eder mi? 

Bu konuda da farklı senaryolar var. Biliyorsunuz ‘Netflix sinemayı öldürür mü?’ tartışması zaten birkaç senedir sürüyor. Ama bakın ne oldu, Alfonso Cuaron’un Roma filmi aynı anda sinemalarda da gösterildi ve salonlar doldu taştı. Bazı sinemalar bu tür platformların dizilerini izleme maratonu filan düzenler oldu. Yani burada platformlar ve sinemalar ille de birbirlerine rakip değil, hatta birbirini besleyen unsurlar da olabiliyor. Bakın mesela birçok festival bu sene ya iptal oldu, veya streaming video olarak yapılıyor. Bu da bir rahatlık; evimde oturduğum yerden, kendi içeceğimle filan filmi izlemek. Ama bu size filmi seyrettiriyor olsa da festivalin yerini tutmuyor. Çünkü festivalde önemli olan bambaşka şeyler var; profesyoneller birbiriyle sohbet ediyor, yapımcılar dağıtımcılarla buluşuyor. Her ne kadar birbirimizi tanısak ve rahatça ulaşabilecek olsak da, bir festivalde yan yana geldiğimizde o gün yeni izlediğimiz film hakkında konuşup doğrudan sonuca odaklanıyoruz.

Genel izleyici için de bunları söylemek mümkün mü?

Genel izleyiciler için de benzeri şeyler geçerli; “sinemaya gitmek” ve “film seyretmek” birebir aynı şey değil. Sanırım benim de aralarında bulunduğum, sinemaya yalnız gitmeyi tercih eden grup belki sinemadan biraz kopacaktır. Ama onu söylemek de zor; çünkü yalnız da olsam ben de özellikle yolculuklarım sırasında sırf az önce bahsettiğimiz “saray yavrusu” binaların içini görmek, keyfini sürmek için tarihi sinemalara, ne oynattıklarını fazla da umursamadan gitmeyi seviyorum. Demek ki hepimiz için ayrı bir gereksinimi karşılıyor sinemaya gitme eylemi!


ARŞİV