Geçtiğimiz hafta Kaan Karsan söyleşisiyle başladığımız “Rexx’in İzleri” serisine bu hafta gazeteci ve sinema yazarı Burçak Evren ile devam ediyoruz. Rexx Sineması ile tanışıklığı ve ilişkisi 50’li yılların ortalarına denk gelen Evren, Kadıköylü olması sebebiyle, bu salona bir sinema izleyicisi olmanın ötesinde duygusal bir bağlılık içinde. Evren, ilkokul yıllarında ilk olarak Hale Sineması olarak bildiği Rexx ile kişisel anılarını, kapısı sokağa açılan sinemanın bir semt için ne anlam ifade ettiğini ve salgınla birlikte değişen sinema izleme pratiklerini anlattı.
HİKÂYE YENİ DEĞİL
Rexx ile anılarınızı dinlemek istiyoruz ama sizin bu sinema binasıyla tanışıklığınız daha eskilere dayanıyor değil mi?
Rexx’le daha doğrusu Hale Sinemasıyla tanışmam 50’li yılların ortalarına denk düşer. Yani ilkokul çağları. O yıllarda doğup büyüdüğüm semt Erenköy’den Kadıköy’e gitmek sanıldığı gibi pek kolay değildi. Mutlaka yanınızda bir büyüğünüz olması gerekirdi. çoğunlukla ağabeyim ve de annemle gittiğimi anımsıyorum.
Nasıldı bu yolculuklar?
O yıllarda evimizin önünden geçen İçerenköy ile Kadıköy arasında işleyen halk otobüsleri vardı. Anımsadığım kadarıyla iki ya da üç saat arayla geçerlerdi. Onun için “hadi şimdi sinemaya gidelim” diye gidilmez, uzunca bir hazırlık yapılırdı. Otobüslerin saati kontrol edilir, kapımızın önünden geçtiği halde en az yarım saat önceden durağa gidilir ve beklenirdi. Bugün olduğu gibi bu yolculuk 15-20 dakika değil, hem otobüsün konumu, hem de yolların durumu yüzünden ortalama bir buçuk iki saat sürerdi. Çünkü otobüs, Sahrayıcedid, Göztepe, Kuyubaşı gibi merkezi duruklarda yalnız bekleyen yolcuyu almaz, aksine gelecek yolcuları da uzun bir süre bekleyerek zaman kaybederdi. Tabii bu zaman yitirmeleri hiçbir zaman sinemanın seanslarıyla denk düşmez, bir de seans başlarını beklemeniz gerekirdi. Dönüş ise çoğunlukla Söğütlüçeşme’den Erenköy’e trenle olurdu. Yani bir gününüz tümüyle sinemaya ayrılmış olurdu.
O yıllarda Hale Sineması, tek bilete iki ya da üç film gösterirdi. Bunun için sinemaya gelenlerin tümü hazırlıklıydı. Sinemaya gidileceği günlerin öncesinde, mutlaka beraberimizde götüreceğimiz sandviç cinsinden yiyecekler de önceden hazırlanıp beraberimizde götürülürdü. Hatta kimileri –ki bu kimilerinden biri bizim sinema meraklısı olan yakın komşumuzdu- tencere içinde dolma ile sinemaya gider, sabahtan akşama dek üç-dört film seyrederdi. Hatta bu yoğun seyretme olayını haftada bir değil, iki üç kez yapardı. Tam anlamıyla bir sinema aşığı idi.
AND, SÜREYYA VE OPERA...
Şimdi çoğu tarih olsa da sizin ilkokul çağı yıllarınızda Kadıköy’de çok sayıda sinema salonu olduğunu biliyoruz. Rexx’in değerinin daha çok anlaşılması için o sinemaları da konuşmak gerekiyor sanırım.
O dönemde Kadıköy’de birbirlerine uzaklığı aşağı yukarı yüz metre olan dört büyük sinema vardı. Her sinemanın, hem gösterdiği film türünden, hem de biletlere yansıyan farklı fiyatlarından kendilerine özgü bir konumu vardı. Örneğin bugünkü Halkevinin olduğu yerde daha çok-belki de devamlı- Türk filmlerini gösteren And Sineması vardı. Kalite açısından Hale’nin bir üstüydü. Hafta sonları hariç, kadınların ve de ailelerin çoğunlukta olduğu bir sinemaydı. Çocuklar için en önde, perdenin hemen altında 3.sınıf olarak bilinen bir yeri vardı. En ucuz bilet burasıydı. Burada film izlemek adeta bir işkenceydi. Boynunuzu devamlı doksan derece yukarıda tutmanız ama aynı zamanda da sağa ve sola çevirmeniz gerekirdi.
Süreyya Sineması bugünkü gibiydi. Kaliteli ve birinci vizyon filmleri gösterirdi. Bu sinemaya hemen bilet alıp giremezdiniz. Özellikle de hafta sonlarında, yağmurda ve kar yağışında saatlerce bilet kuyruğunda beklediğimi anımsıyorum. Bu sinemada bir filmi izlemek için, en az iki seans önce kuyruğa girmeniz gerekiyordu. Karaborsacısı en çok olan sinemalardan biriydi. Rivayete göre karaborsacıların tümü sinemanın gişesiyle ortak çalışırdı. Bu sinemaya hafta sonları sabahın erken saatlerinde de gitseniz ancak 12.30 seansına bilet bulurdunuz. Bu sinemada, bizim gibi öğrencilere düşen mevki ise, en üst balkondu. Buradan film izlemek ise And Sinemasının tam tersiydi. Bu kez de perdeye çok yukarlardan aşağıya doğru bakmak zorundaydınız. Biraz palazlanıp, yeni yetme çağına adım attığımızda yine bu üst balkonu tercih eder, ama bu kez perdeden çok, localardaki gerçek yaşamdan bire bir esinlenmiş eylemleri izlerdik. Bu izlemede belki biraz bizim suçumuz ve bir ayıbımız vardı ama, inanın localarda oturup sözüm ona film izleyenlerin de bir kısmı pek günahsız sayılmazdı. Bir ara Hürriyet Gazetesi de bu localara kafayı takmış, ne kadar doğrudur bilinmez, birkaç haber yayınlamıştı. Bu haberlerden biri de localarda unutulan ya da bulunan eşyalarla ilgiliydi. Bu unutulan eşyalar arasında neler yoktu ki; bir adet ipek çorap, puantiyeli kadın iç çamaşırı...
Bir diğer sinema ise Opera sinemasıydı. En şık sinema buydu. Şıklığı hem fark edilen dekorundan, hem de gösterdiği filmlerden ötürü kaliteli izleyeninden kaynaklanıyordu. Çoğunlukla Beyoğlu’nun Emek, İpek ayağının salon filmlerine ağırlık veriyordu. Ve bunları çoğunlukla orjinaliyle alt yazılı olarak gösteriyordu. Son yıllarında Sinematek Derneği’nin Kadıköy ayağını oluşturdu. Şarlo filmlerinin tümünü bir yılbaşı akşamı bu sinemada izlediğimi anımsıyorum. Sonra bilindiği gibi pasaj oldu.
Öyle bir anlatınız ki bütün sinemalar gözümüzde canlandı. Ya Rexx?
Rexx yani Hale’ye gelince… En ucuz, en salaş sinemalardan biriydi. Çoğunlukla küçük çocuklara seslenen birden fazla filmle kendisine istenilen seyirciyi çekebiliyordu. Tabii çocuklar da büyükleriyle gelince istenilen oranda seyirciyi topluyordu. O yıllarda kapıda “şu yaştaki çocukların sinemaya girmesi yasak” gibisinden yazılı asılı olsa da büyükler yanınızda olunca bir sorun çıkmıyordu. Bu sinemaya ilişkin sayısız anım var. Çoğu da çocukluk yıllarıma ait. Unutamadığım birisi de şöyle: Annemle gittiğim bu sinemada tahta koltuklarından birine arkamı yaslamak istemiştim. Yaslar yaslamaz da, zifiri karanlığın içinde arkadaki kadının kucağına düşüp onun küçük bir çığlık atmasına neden oldum. Herkes filmi bırakmış, bu çığlığın kaynağına dönmüştü… Koltuk çürüktü ve benim yaslanmamla da kırılmıştı. Çocuk da olsam bu durumdan çok utanmıştım. Sinemada bir kadının kucağına düşmem, aile içinde uzun bir süre espri kaynağı olmuş, hatta abilerim, bunu kasıtlı yaptığıma ilişkin bir dedikodu bile çıkarmışlardı.
Yeni yetme çağlarımızda ise anne elini bırakıp, kaçak olarak bu sinemaya gitmeye başladık. Ama her seferinde yakalanır ve babamızdan büyük azarlar işitirdik. Yakayı ele vermemiz ise kaçınılmazdı. Çünkü, bir bilete üç film izlemek için güneşli bir havada sinemaya girer, onca zamanın nasıl geçtiğini hiç fark etmeden, karın çiselediği bir kararmış havada sinemadan çıkardık. Üstelik cepte de para yok…Altıyol’dan yürüyerek Erenköy’e vardığımızda ise evde bizi bekleyen eylemlerin de ne olduğunu söylemeye sanırım hiç gerek yok.
“HER YIKIM BİR ŞEYLERİ GÖTÜRÜYOR”
Çocukluk anılarınızdan çıkıp sizin sinema yazarı olarak Rexx ile kurduğunuz ilişkiye gelmek istiyorum. Bir sinema yazarı ve araştırmacısı olarak Rexx sizin için ne ifade ediyor?
Anılarınızın bir yerlerinde saklı kaldığı bu tür mekanlar eksilince, ister istemez bizler de biraz hiçleşiyoruz. Belki bilirsiniz bir Afrika atasözü vardır: “Leoparın kuyruğunu sakın tutma, tutarsan da sakın bırakma.” Çok küçük yaşlarda sinemanın kuyruğunu bu mekanda tuttum, ve hala da bırakmıyorum. İşte onun içindir bu sinemaya meyilim…Gel de şimdi anlat AVM’lerde film izleyenlere, “Nerede o eski mekanlar” diye. Kim dinler.
Rexx’in yıkılacağını öğrendiğinizde ne hissettiniz?
Bir kentin yaşanmışlıklarla kuşatılmış her bir mekanın yok oluşu, daha önce de söylediğim gibi, kaçınılmaz olarak bir hiçlik duygusunu da oluşturuyor. Onun için her bir yıkım, her bir yok oluş, sizin de yaşamınızın bir döneminden bir şeyleri alıp götürüyor, eksiliyorsunuz. Ne bileyim bu ve buna benzer karmaşık, ama sonuncunda insana hüzün veren duygular. Sanki eski bir dostu yitirmek gibi bir şey. AVM’lerin kimliksizleştirilmiş, numaralı, ama isimsiz tekdüze salonlarında film izleme alışkanlığını elde etmişlere bunu anlatmak, anlatabilmek pek kolay değil. Çünkü onların bizim gibi, anılarını onca yıl, saklı tuttuğu çocukluğunun, yeni yetme çağlarının böylesine düş mekanları hiç olmadı ki. Onun içindir ki anlatamazsınız.
“BELLEKSİZ BİR KENTLİ OLUYORUZ”
İstanbul’un ve Kadıköy’ün sokağa açılan son sinemalarından biridir Rexx. Siz de bir dönemin kapandığını düşünüyor musunuz?
Bir düşünün sokağa açılan kaç sinema kaldı koskoca İstanbul’da. Beyoğlu bile sinemanın orta yeri olmaktan çıktı. Son Atlas Sineması vardı, o da gitti. İlerde açılacak, ama eskisi gibi hiç olmayacak. Kentin odağı, alışveriş merkezleri nereye evriliyorsa, sinema salonları da onu izliyor. Tabii bu değişim-dönüşümün bedelini de ödeyerek. Parçalanıyorlar, küçülüyorlar, giderek kimliksizleşip tekdüze olup, isimler yerine numaralanıyorlar. Artık “Rexx’e gidelim, Süreyya’ya, Emek’e gidelim”in yerini, yabancılaşmayı içeren şirketlerin adları alıyor. Artık hiçbir sinema salonunun kişiliği yok. Aynı dizayn, aynı renk, aynı boyut, aynı numaralandırmalar. Ha evde izlemişsiniz, ha buralarda. Hiç fark etmiyor.
Zamanın bizlere sunduklarına asla direnemezsiniz. Ama, yine de hiç olmazsa göstermelik, ya da genç kuşaklara geçmişten, topluca bir film izlemenin keyfini yaşatmak için birkaç tanesini pekala günümüze taşıyabilirdik. Beceremedik, koruyamadık. Yakıp, yıktık, kapattık. Kapatırken de yalnızca bu salonların köküne değil, aynı zamanda bir kentin belleğine de kazmayı vurup yok ettik. İnanmazsanız, Rexx’in önüne gidip durun. Ve de sorun bu sinemanın geçmişini? Bakalım kaç kişi bilebilecek. Yaşarken farkına varmadığımız mekanların gittikten sonra ardından ağıt düzmenin de bir yararı yok. Giden gidiyor. Kimliksiz, belleksiz bir kentli oluyoruz.
Sinemaların yok olması ya da korunamamasının sinema kültürüne ne gibi zararı olabilir. Çoğu kişi “AVM’de de izliyoruz” diyebilir.
Evet, şimdi herkes filmleri AVM’lerde izliyor. Ama başka seçenekleri yok ki. Bir AVM’de film izleyenlere bakalım, bir de İstanbul’daki film festivallerinde “sokağa açılan sinemalar”da izlenenlere. Aralarındaki nicelik ve de nitelik farkının adı, aslında sinema kültürüdür. İlkinde yalnızlık, diğerinde ise topluca film izlemenin keyfi ile coşkusu. Bana göre genç kuşak çok talihsiz. Çünkü onların bizim gibi, şehrin merkezinde, semtinde, hatta ve hatta mahallesinde ailecek gidilecek o devasa, bin-iki bin kişilik sinema salonları hiç olmadı ki? Genç kuşağın, sinemaya gitme ritüelinden ve de kültüründen uzak olmaları, inanın onların suçu değil. Aksine, suçlu olan; bu tür salonları onlara miras bırakma direncini, titizliğini ve öngörüsünü yeterince gösteremediğimiz için, biziz.
Salgın nedeniyle sinema izleme alışkanlıklarımızın ve pratiğimizin değişeceğini söylüyorsunuz. Nasıl bir değişim bekliyor bizi?
Bu salgında en çok sözü edilen sözcük “Artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” oldu. Ve buna en çok uyum sağlayan da ne yazık ki sinema oldu. Bugüne dek hiç online yapılan festival gördünüz mü? Ama salgınla birlikte bu tür festivaller de çığ gibi büyüdü. Yani sinema izleme mekanları önce bölündü, sonra küçüldü, derken AVM’lerin en üst katlarından, bu kez de evlerimizin içine, odalarımıza dek geldi. Perde yerini ise ekranlar aldı. Bugün sinemada film izleyenlerle, dijital platformlarda film izleyenleri bir kıyaslayın. Hatta kimi yapımcılar, sinemalar yerine bu platformları tercih etmeye başladı. Hele hele içinde yaşadığımız krizin uzun bir süre daha bizimle olacağı bilindiğinde, AVM sinemalarının tercih nedenleri de doğal olarak azalacak. Ama buna karşılık bilet fiyatları da yükselecek. Bir de bu sorun var.
Evet, sonuç olarak eskiye dönülüp AVM sinemaları tümüyle kapanmayacak ama, başka arayışlar da devreye girecek. Tıpkı festivallerde olduğu gibi. Kimse “film sinemada izlenir” ya da “Sinemanın keyfi başkadır” a bakmıyor. Herkes biletin getirisi peşinde. Ha festival olsun, ha işletmeci, hiç değişmiyor.
“DİRENMEK GEREKİYOR”
Aslında salgın bir yanıyla küçük ve sokak arasında faaliyet gösteren sinemaların da kurulmasını sağlayabilir. Çünkü bu yapılar AVM gibi büyük yapıların içine hapsolmayı engelleyebilir. Ne dersiniz?
Niye olmasın. Hele hele nostaljinin değer gördüğü şu günlerde. Yalnızca ülkemizdeki dev Amerikan şirketleri (majörlerin) ile diğer yabancı şirketlerin dağıtım ve gösterim tekelini ortadan kaldırmak gerekir. Önemli olan sinema açmak değil, ona AVM’deki tekellerle yarış edecek filmleri bulabilmek. Eskiden belediye sinemaları vardı. Çok ucuzdular ve genellikle de ikinci vizyon filmler gösterirlerdi. Birçok semtte belediyelerle ortaklaşa bir sinematek tarzı salonlar oluşturulabilir. Sanıyorum bu tür salonların örneklerini birkaç semtte görebileceğiz. Bu konuda benim de içinde olduğum çalışmalar var. Amaç her ilçede bir sinematek açmak... Tekellerle ancak, eski ama kaliteli filmler göstererek yarışılır. Ayrıca bu salonlar çok amaçlı olarak da kullanılabilir. Sergi, tiyatro, konferans...
Rexx’e aynı zamanda bir Kadıköylü olarak kent bilinciyle sahip çıkıyorsunuz. Buna dair neler söylersiniz?
Kentli olmanın birinci koşulu o kente sahip çıkmakla başlar. Ama ne var ki bu bilince yeterince sahip olduğumuz söylenemez. Örneğin, bir kenti kent yapan tüm simgesel yapılar bir bir el değiştirip başka şeylere dönüştürülüyor. Ama çıt yok. İşte Haydarpaşa Garı, işte Galata Kulesi, işte Rexx, işte Emek vs. Yalnızca konuşmak, kendimizin bile duyamayacağı sessiz eylemler yapar gibi görünmek, bu değerlerin kurtarılması için yeterli olmuyor. Kadıköylüler olarak gidip Haydarpaşa’nın merdivenlerinde, İstanbullu olmak için de Emek’in önünde yatmak gerek. Yasal yollardan her türlü eylemleri yapma cesaretini kendimizde bulmalıyız. Yeter ki yalnızca mırıldanmakla kalmayıp, gerçekten istemeliyiz. İstemek yaşadığımız semte, kente sahip çıkma anlamına gelir. Onun için eski Hale, yeni Rexx’i kimse yıkmadı. Kimsenin suçu yok. Bizler, AVM’deki salonları tercih ederek onu ve onun gibilerini yalnız, seyircisiz bırakıp, yıkılmaları karşında edilgin, sessiz kaldık. Tıpkı, Emek, Alkazar, Atatürk’ün film izlediği Elhamra ve Saray sinemalarında olduğu gibi.
Her gidenin ardından ağıt yakıp, yalnızca nostaljinin ardına gizlenmek yetmiyor. Biraz direnme, yasal yollardan etkin bir karşı koymak da gerekiyor.