“Sosyal yardım paraları yetmez”

Prof. Dr. Hatice Kurtuluş: “Salgın, yaşlı nüfusun karşı karşıya olduğu risklerin sınırlı maddi sosyal yardım paralarıyla çözülebilecek bir konu olmadığını ve çok daha kapsamlı bir politikaya ihtiyaç duyulduğunu açıkça ortaya çıkardı”

20 Mayıs 2020 - 13:39

Salgın nedeniyle ciddi risk grubunda yer alan yaşlılar hâlâ belirlenen günlerde ve saatlerde dışarı çıkabiliyorlar. Salgının ilk günlerinde ciddi bir şekilde ayrımcılığa uğrayan yaşlılar için yürütülen uygulamalar yeterli mi, ileriki dönemde  hangi politikalar izlenmeli? Kent sosyolojisi, İstanbul’un kentleşme deneyimi ve kent politikalarının yaşlılarla olan ilişkisi üzerine araştırmalar yapan Prof. Dr. Hatice Kurtuluş ile salgında en kırılgan kesimi oluşturan yaşlıları konuştuk. Kurtuluş, asıl tartışılması gereken konunun yaşlıları toplumun en dayanıksız grubu hâline getiren nedenler olduğunu söylüyor.

“MADDİ KOŞULLARI KÖTÜLEŞİYOR”

Salgının başlangıcında ilk olarak tartışılan toplumsal kesim yaşlı nüfus olmuştu. Siz bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Covid-19 salgınında en dayanıksız yaş grubunun 65 yaş üstü olduğu daha salgının ilk ayında dünyanın farklı bölgelerinden gelen verilerle kesinleşmişti. Bu dayanıksızlığın nedenli tıbbi açıdan yaşlı nüfusun orta ve genç yaşlardaki nüfusa kıyasla daha fazla kronik hastalıklara sahip olması olarak açıklandı ve bu açıklama ile bu dayanıksızlığın diğer nedenlerinin üstü kolayca örtülmüş oldu. Yaşlıları en yüksek risk grubu olarak tanımlamak, toplumda, yaşlı nüfus sanki bu riskin farkında olmadan sokaklarda gezerek hastalığın yayılmasına neden oluyormuş algısı da oluşturdu. Bu nedenle konu yaşlıları evde tutma meselesi olarak gündeme oturdu ve asıl mesele göz ardı edildi. Oysa asıl tartışılması gereken konu - bu salgının açıkça gösterdiği gibi - yaşlıları toplumun en dayanıksız grubu hâline getiren nedenler, ki kronik sağlık sorunları da bunun içinde ele alınmalıydı, yaşlıların içinde bulunduğu maddi koşulların kötüleşmiş ve toplumsal desteklerin azalmış olmasıydı.

Bu konuyu biraz daha açar mısınız?

Kronik hastalıkları iyi takip edilmeyen, aktif yaşlanmayı destekleyecek refah koşullarının sağlanmadığı, sahip oldukları görece refah unsurlarını da (konut sahipliği, emekli maaşı, sosyal yardım ödeneği, vb) işsiz ve gelecek kaygısı olan çocukları ve torunlarıyla paylaşmak zorunda kalan yaşlıların çeşitli kırılganlık zamanlarının en dayanıksız yaş grubu olmaları kaçınılmazdı. Diğer yandan yaşlılıkla birlikte artan kronik hastalıkların bile sadece yaşa bağlı olmadığı, çevresel koşullar, sağlıklı gıdaya erişim imkânı, aile ve komşuluk ilişkileri gibi güçlü sosyal dayanışma ağları ile doğrudan ilişkili olduğu açıktır. Bütün toplumsal dayanışma ağlarının hızla çözülmesine neden olan gayrimenkul piyasasının yönlendirdiği kentleşme politikaları ve daha da önemlisi hızlı sermaye birikimini ulusal refah artışı olarak topluma empoze eden ekonomi politikaları, bu birikimden toplumun hangi kesimlerinin ne kadar pay aldığına bakılmaksızın neredeyse kutsandı. Bu kutsama aynı zamanda bu birikimin önünde engel oluşturduğu düşünülen bütün toplumsal gruplara karşı son derecede saygısız ve incitici bir retoriğin oluşmasına neden oldu. Çok çalışanlar, sabahın 6’sında kalkıp gece 12’ye kadar çalışanlar, büyük riskler alan girişimciler, sermaye birikimine spin attıracak yaratıcı sektörlerin yaratıcı çalışanları kutsanırken, işsizleri ya da kendi profesyonel alanlarının dışındaki işleri yapmayı reddedenleri, emeklileri, engellileri ve yaşlıları toplumun sırtında yük olarak görmek bu retoriğin bir parçası oldu. Bu retorik o kadar hakim hâle geldi ki yaşlılar gibi artık aktif birikim alanının dışında kalmış bir kesim için harcanacak her kuruşun çocukların ve gençlerin payından alındığını söyleyen iktisatçıların sözleri bile yadırganmadı. Yaşlıların varlığının aile ve topluma kattığı değeri ve onların insan haklarını savunmak bu egemen retorik karşısında hızla romantize edildi.

YAŞLI NÜFUS ARTIYOR

 Bütün bu politikalara rağmen dünya nüfusunun büyük bir kesimini yaşlılar oluşturuyor. Dolayısıyla politikaların da bu gerçeğe göre belirlenmesi gerekmez mi?

Evet, bu retoriğe karşın demografik çalışmalar, hızla kentleşen dünyanın aynı zamanda hızla yaşlanmakta olduğunu gösteriyor. Birleşmiş Milletler’in nüfus kriterlerine göre, Japonya yüzde 26 yaşlı nüfusuyla dünyanın süper yaşlı toplumu, Avrupa ortalamada yüzde 15-20 arasında yaşlısıyla çok yaşlı toplumu ve Türkiye ise yüzde 8.8 yaşlı nüfusu ile yaşlı toplum olarak tanımlanıyor. Türkiye’nin nüfus projeksiyonuna göre 2023’te Türkiye’de yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı yüzde 9.1 olacak. Bu rakamlar yaşlılığın çok daha dikkatli ele alınması gerektiğini ve yaşlı refahının gelecekteki en önemli konulardan biri olacağını bize gösteriyor. Bu çerçeveden bakıldığında Covid-19 salgınının yaşlılar üzerindeki etkileri bütün dünyada ve Türkiye’de henüz tam olarak açıklanmış olmamakla birlikte, bu politikaların ve retoriğin dramatik sonuçları yaşlı bakım evlerindeki kitlesel ölümlerle, evlerinde ölü bulunan bakıma muhtaç yaşlılarla açıkça izlenmektedir. Yaşlı nüfusun karşı karşıya olduğu risklerin son derecede sınırlı maddi sosyal yardım paralarıyla çözülebilecek bir konu olmadığını ve çok daha kapsamlı bir politikaya ihtiyaç duyulduğunu bu salgın açıkça ortaya çıkarmıştır.

 Salgının uzun süreceğini düşünürsek özellikle yaşlılar ile ilgili nasıl bir politika izlenmeli?

Öncelikle yaşlılara yönelik bu çok sıkı dışarı çıkma yasağı değişmeli ve her gün belli saatlerde açık havaya çıkmalarının en güvenli yolu bulunmalıdır. Evde kaldıkları süreler içinde de refahlarını artırıcı sosyal hizmet uygulamaları daha sistematik hale getirilmeli ve mahalle dayanışması güçlendirilmelidir. Yaşlıların mahalle muhtarlarına ve iyi örgütlenmiş mahalle dayanışma gruplarına kolaylıkla ulaşması sağlanmalıdır. Her mahallede yaşlılara destek gönüllü grupları oluşturulabilir. Elbette en önemlisi yaşlılara dair daha geniş bir veri tabanına ihtiyaç vardır. Uzun vadede bu tür salgınlar ve diğer afetler karşısında yaşlıların dayanıklılığını artırmak için Türkiye’de yaşlıların yaşam koşullarının iyi bilinmesi gerekir. Yaşlılara yönelik daha çok araştırma yapılması ve bu araştırmalara dayanarak dayanıklılığı artırıcı sosyal hizmet uygulamaları geliştirilmesi gerekir.

“YAŞLILARIN KOŞULLARI DÜŞÜNÜLMEDİ

Yaşlılar 50 günün sonunda kısa süreliğine dışarı çıktılar ve çok mutlu görünüyorlardı. Özellikle İstanbul gibi binalarla izole edilmiş bir şehirde yaşlıların evlere kapatılması onları nasıl etkiledi sizce?

Yaşlıların bu salgında en dayanıksız grup olduğunun ortaya çıkması ile alınacak önlemlerin başında elbette yaşlıları hastalık bulaşma riskinden uzak tutmak için evde kalmalarını sağlamak geliyordu. Bu genel olarak doğru bir yaklaşım. Ancak bunun daha az incitici ve diğer yaş gruplarından da fedakârlık isteyen bir biçimde yapılması gerekirdi. Örneğin günün belli saatlerinde (iş saatlerinin dışında olabilirdi) sadece yaşlıların dışarı çıkmasına izin verilip, diğer gruplar evde tutulabilirdi. Ama yukarıda da değindiğim gibi genel olarak ekonomik olarak aktif olmayan bir grup olduğu için 65 yaş üstünün evde tutularak daha aktif nüfusun hareket alanı daha az daraltılarak bulaşma engellenmeye çalışıldı.

Bu süreci en zor yaşayanların evdeki koşulları yeterince iyi olmayan ya da bakıma muhtaç olan yaşlılar olduğu açık. 65 yaş üstünün evde kalma kararı açıklanırken elimizde evde kalacak olan yaşlıların koşullarına dair bir veri yoktu. Bakıma muhtaç olduğu için belediyelere başvurmuş ve ilçe belediyeleri eliyle evde bakım hizmeti verilen yaşlılar dışındaki yaşlıların dışarı çıkamayınca yaşadıkları mağduriyetleri henüz yeterince bilmiyoruz. Ayrıca ev ve evde kalma hâli toplumsal cinsiyetle çok ilişkili bir durumdur. Evde kalmanın yaşlı kadın ve erkekleri farklı biçimlerde etkilediğini tahmin etmek zor değil. Ama kişisel olarak çevremizden edindiğimiz izlenimler dışında 65 yaş üstünün 50 günlük evde kalma deneyimine dair elimizde bir veri yok. Tek bildiğimiz, yaşlıların büyük oranda evde kalma yasağına uydukları ve uymayanların da oldukça saygısız ve incitici tavırlarla karşı karşıya kaldıkları. 50 gün sonra dışarı çıkan yaşlılar mutlu görünüyorlardı gerçekten. Kadıköy’de yaşadığım için bunu açıkça izledim

 Kent meselesi de gündeme geldi bu sayede. Yani yaşlı bireylerin kentle kurduğu ilişki tartışma konusu oldu. Siz bu tartışmaya nasıl bakıyorsunuz?

Türkiye’nin hızla kentleştiği 1950’lerden 1980’li yıllara kadar, özellikle belirli kentlerimiz aldıkları genç işgücü göçünün yoğunluğuna bağlı olarak görece genç nüfuslara sahipti. İç göçler kentleri gençleştirmişti. Ancak artık kentlerimiz yaşlanıyor. İstanbul özellikle yabancı göçmen işgücü için cazip olmaya devam etmesine rağmen nüfusu yaşlanıyor. Türkiye nüfusu içinde yüzde 8.8 olan yaşlı nüfus oranı İstanbul içinde yüzde 7 civarındadır. Bu oran giderek artacaktır. Bu nedenle kentlerimize dair her türlü politikada bu yaşlı nüfusu dikkate almak gerekir. Yaşlı dostu kent kriterlerinin artık bizim kentlerimiz için de tartışılması gerekir.

  Salgın bir sağlık konusu olmanın ötesinde kent politikalarının da merkezinde yer alıyor. Katılır mısınız buna?

Bu salgın bize bütün dünyanın içinde bulunduğu bu kentleşme modelinin kentliler için nasıl bir tehdit barındırdığını çok açık bir biçimde gösterdi. Salgında en yüksek vaka sayıları ve can kayıpları dünyanın büyük metropollerinde, modern dünyanın kalbinin attığı o gösterişli kentlerde, New York’ta, Londra’da, Paris’te, Milano’da, Barselona’da gerçekleşiyor. Aynı şekilde Türkiye’de de İstanbul salgının merkezi konumunda. Bu kentlerin en büyük ortak yanı bitmek bilmeyen bir gayrimenkul yatırım arzusuna kurban edilmiş olmaları. Harvey bunu irrasyonel bir büyüme olarak yorumluyor. Gerçekten de bu salgın, bu irrasyonel büyüme modelinin kentleri nasıl kırılgan hâle getirdiğini gözler önüne serdi. Salgın sadece son derece ticarileşmiş sağlık sistemlerini çökertmekle kalmadı, belli metropoliten bölgelerde aşırı yoğunlaşmış emek ve sermaye piyasalarında da ciddi bir krize neden oldu. Bu büyüme modeli toplumun belli kesimlerini o kadar kırılgan hâle getirmişti ki oralarda dramatik kırılmalar olmaya başladı. Diğer yandan bu salgın herkese, gezegenin artık bu birikim modelinin yarattığı ekolojik bozulmaya karşı verdiği tepkiyi de göstermiş oldu. Şimdi bütün dünya bu kentleşme modelinin dramatik sonuçları karşısında yeniden düşünmek zorunda. 


ARŞİV