Son bir aydır gündemimizde olan korona virüsü salgını günlük hayatı derinden etkiliyor. Pandemi, toplumsal ilişkileri, sağlık sistemini, ekonomiyi ve diğer alışkanlarımızı gözden geçirmemize neden oluyor. Ne ilk ne de son olan bu salgın, koleraya, vebaya, İspanyol Gribine ne kadar benziyor ? İnsanlar, yüzyıllar önce yaşanan salgınlarla nasıl mücadele ettiler? Birebir yaşadığımız korona virüsünün tıp tarihindeki yerini Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fatih Artvinli ile konuştuk.
Korona virüsünün ülkemizde bir tehdit unsuru olarak algılanmasının ardından özellikle sosyal medyada "nasıl bir çağa denk geldik" "tarihin en saçma dönemini yaşıyoruz" gibi yorumlar yapıldı. Tarih deneyimlediğimiz bir şey, geçmişi somut olarak deneyimleyemeden böyle yorumların yapılması sizce de tuhaf değil mi?Geçmişi birebir aynı biçimiyle yeniden yaşamamız mümkün değil elbette; her bir insan tekinin yaşam deneyimi kendi ömrüyle sınırlı ve insanlık tarihiyle karşılaştırınca bir insan ömrü ne ki? Yüzyıl bile değil. Örneğin geçen yüzyılın en büyük salgınını, 1918 İspanyol Gribini bizzat yaşayıp hatırlayan ve halen aramızda olan kişi sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Her kuşak, içinde bulunduğu çağ için “nasıl bir döneme rast geldik” gibi cümleler kurmuştur. Eğer, söz konusu olan şey ya da karşılaştırma kriterimiz, katlanılamayacak kadar felaketi ard arda yaşamak ya da bugün yaşanan küresel salgını önceki yüzyıllarda yaşananlar ile karşılaştırmak ise, bu çok anlamlı olmayabilir.
Korona virüsünü konuşacağız ama buraya gelene kadar tarihte insanlığın karşı karşıya kaldığı birçok salgın var. Siz Covid-19 pandemisini, tıp tarihi açısından nerede konumlandırıyorsunuz? Şu ana kadarki gözlemleriniz nelerdir?
Korona virüsünden kaynaklı Covid-19 bulaşıcı hastalığı üç ay gibi kısa süre içerisinde kıtalar arası kitlesel bir salgın yani pandemi halini aldı. Tarih boyunca sayısız salgınlar yaşandı elbette, bunların önemli bir kısmı da şu an yaşadığımız gibi aynı anda farklı coğrafyaları etkileyen ve yıkıcı sonuçları olan salgınlardı. Covid-19’u tıp tarihi açısından konumlandırırken birkaç temel ayrım yapabiliriz; örneğin bu salgın veba, kolera gibi bakteriyel kökenli değil virüs kökenli, daha özel olarak da korona virüsü grubuna dahil olan bir salgın. Son 20 yıl içinde, aynı korona virüsü ailesinden olup insanlarda salgına yol açan üçüncü hastalık bu, daha öncekiler 2003 yılındaki SARS ve 2012 yılındaki MERS. Covid-19 önceki iki salgınla karşılaştırılamayacak kadar hızlı ve yıkıcı bir salgın. Yani hem SARS, hem MERS salgınlarında ölenlerin sayısı binin altındaydı; Covid-19 ise daha şimdiden dünya genelinde 1 milyondan fazla kişiye bulaştı ve 60 binden fazla ölüme sebep oldu. Bu sayının katlanarak devam edeceği, yüzbinlerce –bazılarına göre milyonlarca– insanın ölüme neden olabileceği tahmin ediliyor. Bulaşma yolları, belirtiler ve yıkıcılık açısından yakın tarihte buna benzer tek pandemi, 1918 yılında başlayıp 2 yıl süren İspanyol Gribi salgını. Fakat yüzyıl önceki toplumsal ve tıbbi koşullar ile günümüzdeki durum arasında ciddi farklılıklar var. Öte yandan karantina uygulaması, izolasyon, toplumsal ve ekonomik etkiler, tepkiler vb. açısından düşünecek olursak Covid-19, tarihteki hemen tüm pandemiler ile bir şekilde karşılaştırılabilir. Ortaklıklar çok. Şimdilik, tıp tarihi açısından kesin olan şu: gündelik hayata etkileri ve salgının şiddeti açısından, son yüz yılın en büyük küresel salgınını yaşıyoruz.
Bruegel’in Tablosu: Pieter Bruegel’in Ölümün Zaferi isimli tablosu. 1562 yılına ait bu resimde Bruegel’in Kara Ölüm olarak adlandırılan veba salgını ve sonrasındaki toplumsal altüst oluşu anlattığı düşünülüyor
VİKSTEN TUVALET KAĞIDINA
Özellikle Orta Çağ dönemindeki vebanın sosyo-politik ve ekonomik etkileri olduğunu biliyoruz. Covid-19 salgınının da böyle bir etkisi olacağını söylemek gerçekçi olur mu?
İçinde bulunduğumuz salgının mutlaka siyasal, toplumsal etkileri olacak; bu etkilerin önemli bir kısmı küresel düzeyde de görülecek şüphesiz. Ortaçağ Avrupası’nda, 14. yüzyılda patlak veren ve Kara Ölüm olarak adlandırılan büyük veba salgını ile aynı etkileri göstereceğini düşünmek yanıltıcı olur. Kara Ölüm’ün etkisi yüzyıllar sürdü ve pek çok kurumu (Devlet, Kilise, Ticaret, Tıp vb.) derinden etkiledi. Hatta bazı tarihçilere göre feodalizmi bitiren, kapitalizmin tohumlarını atan bir salgın idi Kara Ölüm. Doğrudan ya da dolaylı olarak Reform hareketini, ardından Rönesans ve Aydınlanmaya giden yolu döşeyen bir salgın olduğu da söylenebilir. Vebaya neden olan bakterinin varlığını net öğrenebilmek için beş yüzyıldan fazla zaman geçti ama Covid-19 pandemisinin nedeni biliniyordu; hatta bu ölçekte yıkıcı olacağı belki tahmin edilemese bile korona virüsü kaynaklı yeni bir pandemi olasılığından bahseden bilim insanları olduğunu da öğrendik bu süreçte. Dolayısıyla nedenselliğin bilinirliği, bilinmezliği açısından ciddi fark var; sonuçlarını ise şimdiden kesin olarak bilmemiz mümkün değil fakat yine halihazırdaki duruma göre büyük olasılıkla yaşanacakları az çok herkes tahmin ediyor. Örneğin hemen bütün ülkelerde çok ciddi ekonomik sorunlara neden olacağı kesin, hemen tüm ülkelerde sağlık politikalarının, sağlık sistemlerinin, üretim, dağıtım, bölüşüm gibi konuların daha güçlü sorgulanacağı, bu alanları etkileyeceği de belli fakat bütün bunlarla birlikte bugünden bakarak Covid-19’un küresel kapitalizmin sonunu getireceğini söylemek ise aceleci bir tespit, iddialı bir yorum olur. Kesin olan, bu salgının dünyayı derinden etkileyecek olması, bunun hangi ölçekte ve özellikle hangi doğrultuda seyredeceğini ise yine salgın ile mücadelenin sonucu belirleyecek büyük ölçüde. Geçmiş salgınlarla, özellikle Kara Ölüm ile bir paralellik kurulacaksa, şunu söyleyebiliriz: salgınlar sırasında ve ertesinde insanlar genel olarak diğer insanlarla, yaşamla, toplumla, devletle, din ile, doğa ile kurdukları ilişkiyi sorguluyorlar.
Veba Doktoru: On yedinci yüzyılda bir veba doktorunun tipik görünümü.
Tıp bilimi açısından konuşursak, şu anki teknik ve bilimsel birikim salgınların atlatılmasında büyük bir avantaj değil mi? Bize en yakın küresel ve yıkıcı salgın İspanyol Gribi sırasında insanlar nasıl tedavi edildi? Biraz bundan bahseder misiniz?
Aslında bu soruyu şöyle de sorabiliriz: salgınların yönetimi ve tedavisi konusunda yüzyılda ne değişti? Elbette çok şey değişti, elbette şu an çok daha büyük bir bilimsel birikim ve deneyim var sağlık alanında. İspanyol Gribi döneminde henüz antibiyotikler yoktu her şeyden önce. Semptomlara yönelik ilaçlar da etki ve ulaşılabilirlik açısından şimdiki gibi değildi. En çok talep gören ilaçlardan biri Aspirin idi. Üstelik yıllar süren korkunç bir savaşın sonuna doğru patlak vermişti salgın. İspanyol Gribi, Covid-19’dan daha kısa sürede, belirtilerin başlamasını takip eden iki üç gün içinde ölüme neden oluyordu. Yegâne çözüm, hastalığın daha fazla kişiye bulaşmasını engelleyebilmekti. Bunun yöntemi aslında günümüzdeki durumla aynı: sosyal mesafe, izolasyon, maske takmak, karantina tedbirleri. Ve bu uygulamaların salgının etkisini azalttığı görüldü. Bazı şehirlerde daha erken tedbir alındı; kalabalık toplantılar yasaklandı, okullar, kiliseler kapatıldı. İspanyol Gribi en çok 20-45 yaş arası insanların ölümüne yol açıyordu, daha yukarı yaş grubundakileri daha az etkiliyordu. Bunu bazı tarihçiler, belirli yaşın üzerindeki kişileri büyük olasılıkla daha önceden bu virüsle karşılaştıkları için bağışıklık kazanmış olabilecekleri yönünde değerlendirdiler. Bu iki salgının ortak özellikleri olarak birkaç şey daha söylenebilir; örneğin panik temelli alışveriş. O dönemde özellikle ABD’de insanlar panikle marketlere ve eczanelere hücum etmişti; yığınla Vicks stoklamıştı ve tabii ki işe yaramamıştı. Bugün bir benzeri, tuvalet kağıdına hücum olarak yaşandı. Yine 1918 pandemisinde, etrafta bugün olduğu gibi “komplo teorileri” dolaşıyordu. Bugün nasıl korona virüsünü bir “Çin silahı” ya da bir “Amerikan biyolojik silahı” olarak adlandıranlar varsa, o dönemde de virüsün Almanya tarafından icat edilmiş bir biyolojik silah olduğuna inananlar vardı.
İspanyol Gribi:1918 İspanyol Gribi salgını sırasında, ABD Kansas’ta bir hastane. Kaynak: National Museum of Health and Medicine
SALGININ ÖTEKİLERİ
Tarihte birçok şey değişse de salgın dönemlerinde ötekine uygulanan ayrımcılık aynı kalıyor sanırım. Geçmişte de salgınların Doğu toplumlarından yayıldığı ifade ediliyordu şimdi de benzer şeyler söyleniyor. Orta Çağ vebasında Yahudiler ve Çingenelerin suçlandığını biliyoruz. Her büyük salgında bu türden suçlamalar, Batılıların Doğuluları, gençlerin yaşlıları, zenginlerin fakirleri suçladığını görmek ne anlama geliyor sizce?
Evet, salgınlar sırasında yaşanan ortak davranış biçimlerinden biri de bu söylediğiniz damgalama, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı gibi olaylar. Önceki salgınlarda buna benzer biçimde, toplum içinde farklı olanların, azınlık olanların ya da kırılgan olanların hedef gösterildiğini ve salgınların yabancı düşmanlığının (zenofobinin) yayılmasında önemli rol oynadığını görüyoruz. Toplumlarda ölümcül ve kitlesel salgın hastalığın ortaya çıkması, olağanüstü ve ciddi bir kriz durumudur ve bir salgın, toplumsal grupların bir birine duyduğu düşmanlığı da açığa çıkarabilir. Kara Ölüm, örneğin, insanlar arası ilişkileri, toplumsal gruplar arasındaki ilişkiyi derinden etkilemiştir. Veba Avrupa’da yayılmaya başladığında çeşitli ülkelerdeki Yahudiler kentteki su kuyularını zehirlemekle suçlanmış̧, günah keçisi ilan edilmiş, bir kısmı sürgüne gönderilmiş, bazı şehirlerde ise yakılarak ya da işkence ile öldürülmüş. Sadece Yahudiler değil Avrupa kıtasının muhtelif yerlerinde Çingeneler de baskı altına alınıyor. Salgınların nedeni olarak günah keçisi arama, belli bir grubu suçlama ya da damgalama her salgının tarihsel ve kültürel bağlamı içerisinde ortaya çıkmış ve günümüze dek birbirine benzer bir davranış örüntüsü sergilemiştir. Kara Ölüm’ün ardından 1630 yılında patlak veren veba dalgasında, İspanya’daki Fransızlar zehir saçan insanlar olarak damgalanmıştır mesela. Kolera ve veba salgınları sırasında özellikle Avrupa’da insanlar, bunun bir “Şark belası” olduğuna inanmıştır. ABD’de 1832 yılındaki kolera salgını sırasında İrlandalı Katolik göçmenler günah keçisi ilan edilmiş, 1876 yılındaki çiçek salgını sırasında ise San Francisco’da Çinlilerin yaşadığı bölge (Chinatown) hedef alınmıştır. Osmanlı Devleti’nde de örneğin 1810’ların başında ortaya çıkan ve birkaç yıl süren veba salgını sırasında, bekâr odaları günah keçisi seçilmiştir. Fuhuş ve zina mekânı olarak yaftalanan yerler, özellikle Galata civarındaki bekâr odaları yıktırılmış, eşyalar yağmalanmış ve bekârların bir kısmı da ibret olsun diye cezalandırılmıştır. Yani salgın zamanlarında kitle psikolojisinin devreye girdiğini ve insanların düşman ve günah keçisi aramaya başladıklarını ya da daha önceden var olan düşmanlığın salgın sırasında harekete geçtiğini, açığa çıktığını söyleyebiliriz.
1865 kolera salgınının yayılmasını açıklayan, Dr. Luigi Mongeri tarafından çizilmiş İstanbul Boğazı ve civarı haritası. Kaynak: SALT Araştırma.
OSMANLI DÖNEMİNDE NELER YAŞANDI?
Osmanlı örneğini vermişken, salgınlar konusunda Osmanlı Devleti’nde durum nasıldı? Salgınların bu coğrafyadaki tarihiyle ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Tabii ki dünyayı etkileyen büyük salgınlar Osmanlı toplumunu da etkiledi. Geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı yüzyıllarda, farklı bölgelerde veba ve kolera salgınları yaşandı. Tabii diğer bulaşıcı hastalıklar, yani tifo, tifüs, sifilis, sıtma, tüberküloz gibi diğer hastalıklar da ciddi kayıplara neden oldu. Yukarıda bahsettiğimiz, 1347 yılındaki büyük veba salgını ortaya çıktığında Osmanlılar henüz 50 yıllık bir beylikti fakat veba Osmanlı topraklarında tam 500 yıl hüküm sürdü ve Osmanlı Devleti’nde önemli değişimlere neden oldu.
Bu döneme dair hangi kaynaklara bakılabilir, var mı okuma önerileriniz?
Osmanlılarda veba konusu, yakın zamanlara kadar pek az araştırılmıştı ama Nükhet Varlık sayesinde artık Osmanlıların dünyasında vebanın nasıl yaşandığını daha iyi biliyoruz. Dünya çapında bir veba tarihçisi olan Nükhet Varlık, biraz önce bahsettiğimiz Batı ya da Avrupa-merkezci tarih anlayışının veba pandemisine bakışını değiştiren önemli çalışmalarda bulundu. Geçtiğimiz yıllarda Türkçe’ye çevrilen Akdeniz Dünyasında ve Osmanlılarda Veba (1347-1600) isimli kitabını kesinlikle öneririm. Salgının büyüklüğünü göstermesi ve bugün ile kıyaslanmasını kolaylaştırmak için Varlık’ın verdiği sayılardan birini söylemek bile yeterli olur sanırım: İstanbul’da 16. yüzyılda vebadan ölenlerin sayısı günde 1000–1200’e kadar çıkıyordu. Osmanlı Devletini aralıklarla vuran salgınlardan diğer önemlisi koleradır. On dokuzuncu yüzyılda defalarca patlak veren kolera salgınları aynı zamanda halk sağlığı uygulamalarının yaygınlaşmasını ve karantina teşkilatının kurulmasını beraberinde getirmiştir. Özellikle İstanbul’da patlak veren kolera salgınları gündelik hayatı ciddi biçimde etkilemişti. Tıp tarihi alanında yüzlerce makale ve kitap çalışmalarının yanı sıra, kolera salgınlarıyla ilgili olarak da yine tıp tarihçisi Nuran Yıldırım’ın eserlerini öneririm. Benim de doktora tez danışmanım olan Yıldırım’ın kolera makaleleri sayesinde şunu öğreniyoruz: halk sağlığı tedbirleri ve karantina uygulamalarını hayata geçirmek kolay olmadı. Karantina bir “Frenk adeti” olarak görülüyordu ve karantina kapsamındaki bazı uygulamaların da şeriata aykırı olduğu düşünülüyordu. Yani 1830’ların Osmanlı Devleti’nde karantina usulü kolay yerleşmedi. Bazı müftüler “karantina lazım değildir” diyor, halkın bir kısmı da karantina uygulanmasına isyan ediyordu. Yine ilgilenenler için, Gülden Sarıyıldız’ın karantinahaneler ve karantina teşkilatı hakkındaki kitap ve makalelerini, yakın zamanda Tarih Vakfı’ndan yayınlanan Osmanlı’dan Cumhuriyete Salgın Hastalıklar ve Kamu Sağlığı başlıklı derleme kitabı öneririm. Salgınların, insanlık tarihini ve tıp bilimini nasıl dönüştürdüğünü okumak isteyenler için de Dorothy H. Crawford’ın Ölümcül Yakınlıklar—Mikroplar Tarihimizi Nasıl Şekillendirdi? kitabını öneririm.
İspanyol Gribi sırasında maske takan insanlar.
SALGIN HAFIZASI
Siz akıl hastanelerinin tarihini de çalışan bir akademisyensiniz. Salgınlar döneminde akıl hastaneleri ve kapalı ortamlarda tutulan akıl hastaları bu durumdan nasıl etkileniyor?
Salgınlar, psikiyatri tarihinde de önemli bir yer tutuyor çünkü akıl hastanelerinde yaşanan salgınlar daha tahrip edici oluyor. Akıl hastaneleri, kolera başta olmak üzere tifo, dizanteri gibi çok defa salgınla baş başa kalmıştır. Osmanlının kolera uzmanlarından birisi aynı zamanda dönemin ünlü psikiyatristi Dr. Louis [Luigi] Mongeri’ydi. Mongeri, Sinop ve Girit karantinahanelerinde uzun yıllar çalışmış, ardından Süleymaniye Bimarhanesi’ne başhekim olmuştur. 1865 yılındaki kolera salgınının İstanbul Boğazı ve çevresinde yayılmasını gösteren ayrıntılı bir harita çizmiş, bu konuda çok sayıda yazı kaleme almıştır. Mongeri, Süleymaniye Bimarhanesi’nde (akıl hastanesinde) 1873 yılında çıkan salgın nedeniyle hastaları ve kurumu Toptaşı’na taşıyor. 1893 yılında bu defa Toptaşı’nda kolera patlak veriyor. Bir ay içinde 86 kişi hayatını kaybediyor. O dönem İstanbul’da büyük kolera salgını yaşandığı için, insanların bir kısmı bu salgının nedeni olarak Toptaşı Bimarhanesi’ndeki akıl hastalarını gösteriyor. Gerekçeleri de akıl hastalarının hijyen alışkanlıkları olmaması, temizliğe dikkat etmedikleri vs. yani yine bir damgalama veya günah keçisi arama söz konusu. Neyse ki sonuçta salgının kaynağının akıl hastanesi ve akıl hastaları olmadığı anlaşılıyor. İlerleyen yıllarda birkaç defa daha küçük çaplı kolera salgını yaşanıyor Toptaşı’nda. Benzer durumlar Manisa’da da yaşanıyor. Son olarak, 1970 yılında Sağmalcılar’da baş gösteren kolera salgını, Bakırköy Akıl Hastanesi’ne sıçradığında bir kere daha hastanede ciddi kayıplar veriliyor. Kısa sürede 100’den fazla hasta ölüyor. Dönemin tanıklarıyla konuştuğumuzda şu ortaya çıkıyor: kimse kolera salgını çıktığında ne yapacağını bilmiyormuş. Her gün koğuşlardan çıkan onlarca ölüyü, gözlerden uzak tutmak için süt kamyonlarına koyup, kimsesizler mezarlığına gömmekten başka ellerinden bir şey gelmediğini ifade ediyorlar. Aslında bu salgın vesilesiyle düşünmemiz gereken bir konu da bu bence: salgın hafızası.
Son yirmi yılda ebola, domuz ve kuş gribi gibi salgınları da yaşadık ama bu pandemi düzeyinde değildi. Afrika'da ortaya çıkan ya da Ortadoğu'yu etkileyen bir salgın ne yazık ki “Batıyı” etkilemediği sürece tartışılmıyor. Buna katılır mısınız?Kesinlikle. Bugün Covid-19 salgını daha sınırlı bir alanda, örneğin Çin ve Uzakdoğu ile sınırlı kalsaydı yine benzer bir durumla karşılaşabilirdik. Bunun birçok nedeni var, en önemlisi dünya medyasının ve küresel siyasetin daha çok Avrupa merkezci ya da Batı merkezci olması. 2013–2014 Ebola salgını, özellikle Sierra Leone, Gine ve Liberya’yı vurduğunda, 10 binden fazla kişi öldü ve zaten zor koşullarda yaşayan insanların hayatı daha da kötüleşti. Bu salgının Sierra Leone’da nasıl yaşandığını, salgın döneminde bir genç yönetmen kaydediyor. Bir yıl önce İstanbul’da da gösterilmişti bu belgesel ve yönetmeni uzaktan bağlanıp salgının devam eden izlerini anlatmıştı. Kesinlikle izlemenizi öneririm, Youtube’da kaydı bulunuyor, ismi Survivors: Inside Sierra Leone's Ebola Epidemic Coronavirus.
BİLMENİN PARANOYASI
100 yıl önce salgının havadan koklayarak yayıldığı düşünülüyordu ve hekimler gagaya benzer maske takıyorlardı. Gaganın ucuna temiz kokulu maddeler konuluyordu. Ama şimdi hem virüs hakkında hem de korunma yöntemleri hakkında daha fazla bilgiye sahibiz. Daha fazla bilme hali, sanki bir yandan da dezavantaj durumunu da ortaya çıkarıyor, insanlarda bir panik ya da paranoya hali de yaratıyor.
Bir ölçüde anlaşılabilir bir durum bu, yani salgınlar sadece bedensel olarak değil ruhsal olarak da etkiliyor bizi. Hatta ruhsallık alanında daha çok ve daha hızlı bir etkilenme, bulaşma hali olduğunu söyleyebiliriz. Buna psikolojik bulaşıcılık veya psikolojinin bulaşıcılığı da diyebiliriz. Sosyal psikolojide buna bulaşma kuramı (contagion theory) deniyor ve esasında uzun zamandır bilinen, üzerinde çokça yazılmış bir kitle davranış kuramı bu. Özetle, kalabalıkların ya da kitlenin, kişinin duygu ve davranışını ne şekilde ve hangi yollarla etkilediğini/belirlediğini açıklayan bir kuram. Yeni ortaya çıkan virüslerin, tedavisi olmayan bulaşıcı hastalıkların geniş çaplı bir korku ve paniğe sebebiyet verdiği söylenebilir fakat kesin olan, bu korku, panik ve anksiyetenin en çok sosyal medya aracılığıyla, giderek viral hâle, bulaşıcı hâle geldiğidir. Covid-19’un belki de tüm salgınlardan en önemli farkı inanılmaz hızlı bilgi akışının olduğu bir haberleşme ve sosyal medya çağında yaşanıyor olması. Bu salgınla mücadele konusunda hem bir avantaj hem de dezenformasyon ve yanlış bilgilerin de aynı hızla yayılıyor olması açısından ciddi bir sorun. Sosyal psikolojide bulaşıcılığın bir türü de “kuralları ihlal etme bulaşıcılığı”dır – ki şu günlerde karantina, sokağa çıkma yasağı ve sosyal mesafe ile ilgili sıkça tartışılan bir konu. Daha fazla bilme hali, kaygıyı tek başına açıklayamaz fakat aşırı bilgiye maruz kalma ya da saplantılı biçimde sadece salgına odaklanma, hem kaygıyı hem de bu ruhsal durumu başkalarına bulaştırma, yayma düzeyini aynı anda artırabilir.
SAĞLIK ALANINDAKİ AÇIK
Salgınları sadece tıp bilimi açısından konuşmak doğru olmaz tabii. İktisatçılar, sosyal bilimciler, felsefeciler, psikologlar, politikacılar da bu konuyu tartışıyor. Peki salgın bağlamında düşünecek olursak, sağlık politikası hakkında neler söylenebilir?
Salgının şu ana kadar tartışmasız biçimde açığa çıkardığı tek bir şey var ise o da ülkelerin sağlık alanındaki açığıdır. Yani yetersiz kalması, sağlık sistemlerinin bu ölçekte bir salgına hazır olmadığı ya da ciddi yönetme sorunları olduğudur. Türkiye’de de durum farklı değil. Sağlık politikalarının yalnızca tedaviye dayalı oluşturulması ve sistemin en merkezi noktasında hastanelerin yer alması bir sorun. Hastane merkezli tıbbın, sağlık politikalarının içine girdiği bir açmaz bu aynı zamanda. Toplum merkezli, yaygın, koruyucu ve iyi işleyen bir sağlık sistemi hastanelerin yükünü önemli ölçüde azaltabilir, salgının daha hızlı kontrol altına alınmasını ve takibini sağlayabilirdi. Diğer bir konu, devasa hastaneler inşa etmenin yine sorunu çözemeyeceği, daha yaygın ve esnek sistemler üzerinde düşünülmesi gerektiği. Örneğin tüm ülkede, şehir dışlarında devasa şehir hastaneleri kuruluyor bir süredir. Bunlar, yönetim, işletme açısından bütünüyle ve gerçek anlamda bir devlet hastanesi değiller, ayrıca ulaşılabilirlikleri de kısıtlı. İstanbul’da on dokuzuncu yüzyıldan kalma tarihi hastanelerin bir kısmının kapatılmış, taşınmış olması ya da farklı amaçlarla dönüştürülmesi projeleri de yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Salgınlar elbette ki sadece tıbbın konusu değil. Tıp yalnızca tedavi edici bir kurum değil aynı zamanda hastalığa yol açan nedenleri belirleyip bunlara müdahale etmeyi ve ortadan kaldırmayı amaçlayan, amaçlaması gereken bir kurum. Bu açıdan bakıldığında tıp sosyal bir bilimdir. Tıbbın sosyal bir bilim olduğunu, sosyal bir bilim olması gerektiğini içinde yaşadığımız salgının fazlasıyla gösterdiğini düşünüyorum. Tıbbın, bahsettiğiniz alanlardan, yani politikadan, iktisattan, sosyolojiden, psikolojiden, hukuktan çok ayrı ve çok uzak yerde bir bilim olmadığı, tam tersine bütün bu alanların karşılıklı şekillendirdiği bir bilim olduğunu hatırlatıyor bu salgın. Tabii ki unuttuğumuz bir şeyi hatırlatıyor yine. Unuttuğumuz şey sağlığın en temel bir insan hakkı olduğu, tekrarlamakta fayda var, tıbbın ise sosyal bir bilim olduğu. Bunu da 175 sene evvel yine bir salgın döneminde iki Alman hekim söylüyor. Salomon Neumann, 1847 yılında “tıp iliğine, kemiğine kadar bir sosyal bilimdir” diyor. Diğeri ise toplumcu tıbbın kurucularından Rudolf Virchow. 1847–1848 yıllarında Yukarı Silezya’da ortaya çıkan tifo salgınını araştıran, hastalığın biyolojik ve fiziksel kökenleri olduğu kadar, sosyal, ekonomik ve siyasi nedenleri olduğu sonucuna varan Virchow da bunu söylüyor: “tıp, bir sosyal bilimdir.”