Türkiye’de kadına uygulanan şiddet, taciz, tecavüz ve cinayetler, kadın ve cinsiyet odaklı araştırmaları daha görünür kılıyor. Maltepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Hülya Şimga da toplumsal cinsiyet alanında çalışma yürüten akademisyenlerden biri. Şimga, 12 Ocak Cumartesi günü Kadıköylülerle buluşarak cinsiyet eşitliğini, kadınların haklarını ve Türkiye’de cinsiyet eşitliğinin nasıl sağlanabileceğini tartıştı.
Şimga, ilk olarak toplumsal cinsiyet denince ne anlaşılması gerektiğini şöyle açıkladı:
“Kadın ya da erkek olmak farklılık oluşturan en doğal etken. Dilin, dinin, ırkın farklılık olarak ele alınması toplumsal şartlarla ilişkilidir. Kadın ve erkek ayrımı tarihsel olsa da bir bakıma tarih dışıdır. Toplumsal cinsiyet esas olarak kadın ve erkeğin tüm alanlarda eşit muamele görmelerine dair bir taleptir. Kadına yapılan ayrımcılık sadece kadınlar için aşılması gereken bir sorun değil bir insanlık sorunudur. Bu açıdan yaklaşmazsak temel problemin tespit edilmesi zorlaşır.”
KADIN, NEREDEYSE BAŞKA BİR TÜR...
Toplumsal cinsiyetin hiçbir alanda tam olarak sağlanamadığına değinen Şimga, “John Stuart Mill, ‘Doğaldan, alışılagelmişi anlıyoruz hala’ diyor. Erkek egemenlik de böylesi bir doğallık algısıyla hegemonyayı başarmıştır. Yerkürenin her yanındaki kadınlara karşı uygulanan ayrımcılık çok eskiye gider. Neredeyse kadının başka bir tür olduğunu düşündürten bir ayrımcılık bu.” dedi.
Erkek ile kadın arasındaki farkı anlatmak için Simone De Beauvoir’in, ötekilik ve başkalık kavramlarını kullandığını belirten Şimga, kadınların toplumsal hayatta varlığını tarihleriyle anlattı: “İnsan hakları içerisinde kadının belirtilmesi 180 yıl, hukuki başlangıcı da 40 yıl önce Birleşmiş Milletler sözleşmesiyle olmuştur. Türkiye’de ise kadınların hak arayışı Osmanlı’nın son dönemlerine kadar gider. Şemsettin Sami, kadınların eğitimine önem vermiş, Tevfik Fikret, kadın haklarını insan haklarının içinde tanımlamıştır. Fikret ve Sami gibi aydınlar kadın- erkek ilişkilerinde reform istemişlerdir. Ancak gelenekçiler karşı çıkmıştır. 2. Meşrutiyet’ten sonra kadın dergileri çıkmaya başlıyor, 1. Dünya Savaşı’nda kadınların iş hayatına katılımı artıyor, dernek örgütlenmeleri ortaya çıkıyor. Kadın hareketi hep kentli orta üst sınıf olagelmiş.”
“YASALAR EŞİTLİKÇİ, UYGULANMIYOR”
Şimga, kadın haklarının sadece tabandan gerçekleşemeyeceğini vurgularken, Türkiye’de kadın hareketinin gelişimini şöyle bitiriyor: “1934’te kadınlar seçme seçilme hakkı tanınıyor. Nezihe Muhiddin’in öncülüğünde Türk Kadınlar Birliği kuruluyor. 40’larda dernekler tekrar kuruluyor. Meclis’te 50’lerde kadın oranı yüzde 1’in altında, şu anda yüzde 14’lerdeyiz. 1980’li yıllar ise aktivizm ve feminizm bilincin yükseldiği yıllardır. Medeni kanundaki asıl değişiklikler 2000’lerin başında yaşanmıştır.”
‘Kültürel görecelilik’ kavramının kadınlara büyük zarar verdiğini vurgulayan Şimga, toplumsal cinsiyete inanmayan insanların ‘kültürlere saygı göstermek’ adı altında eşitlik karşıtı fikirleri savunduğunu söyledi. Şimga, son olarak Türkiye’de yasaların kâğıt üzerinde oldukça eşitlikçi olduğuna dikkat çekerken pratikte uygulanmadığının altını çizdi.