“Okursanız daha çok insanı/ ‘İnsan’ı daha çok sevecek, en kötü ihtimalle tanıyıp anlayacaksınız.”
Böyle diyor sosyolog, emekli akademisyen Prof. Dr. Kadir Cangızbay kitabında. Kitabının adı “Kadıköy'den Emek- Bahçeli'ye, Aznavour'dan Cemil Meriç'e”. Yazar, “Anılar ve Portreler" alt başlığını taşıyan bu kitabında, çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanmış anılarını bir araya getirdi. Aile fertlerinden, bakkal Karabet Amca'ya, Münir Nurettin'den Hrant Dink'e kadar bir çok isim, Cangızbay'ın satırlarında okurlarla buluşuyor.
Ütopya Yayınları’ndan çıkan 191 sayfalık kitapta, kendini şöyle tanıtıyor Kadir Cangızbay; “1947’de, Kadıköy’de doğmuşum. Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde, forsepsle. Forseps maşa demek, cımbızın irisi, bisikletin furşu, saçın firketesi, İngiliz'in forkuyla aynı kökten; forseps çocuğundan ‘fırlama’ çıkmazmış zira kendisi ‘çekip çıkartma’. Bir de 3,5-4 yaşlarında iken Bahariye'de oturduğumuz evin bahçesinden yok olmuşum. Yoğurtçu Parkı'nda Fenerbahçe tesislerinin tam karşısında bulmuşlar; iyi mi kötü mü bilemem ama Fenerliyim elimde olmadan, Türk olmam misali.”
Hacettepe Üniversitesi'nde sosyoloji okuyan yazar, 1974'te AİTİA’ya (şimdiki Gazi Üniversitesi) asistan olarak girdi. 81'de doktorasını verdi. 89'da doçent, 96'da profesör oldu. 2014 Şubat'ında emekli olana kadar Gazi Üniversitesi'nde farklı düzeylerde pek çok konuda dersler verdi. Çok çeşitli dergilerde ve gazetelerde (Toplumcu Düşün, Birikim, Türk Kültürü, Cumhuriyet Bilim ve Teknik, İslami Araştırmalar, Özgür Üniversite, Türk Yurdu, Agos vb) yazıları yayınlandı. Fransızca'dan bir kitap ve çok sayıda makale çevirdi. Toplamda 13 kitap kaleme aldı.
Kadir Cangızbay, bu son kitabında 25 başlık altında anılarını ve kimi kişilerin portrelerini paylaşıyor okuruyla. Biz de Kadıköy’le alakalı anektotlardan alıntılar yaptık.
KOŞUYOLU’NDA BÜYÜYEN BAKAN
1950’lerin Koşuyolu’nda, ‘K’ tipleri hariç hepsi üçlü blok halinde Emlak Bankası Evleri; karşı sırada ise Belediye Evleri. Onların statüsü daha bir düşük. Üst komşumuz, Nevriy’anımlar; kocası Sadık Bey; ki ağabeyi, o sıralarda Menderes’in Münakalat Vekili Kemal Zeytinoğlu, Eskişehirli. Diyorlar ki, annesi hep yukarı doğru sıvazlarmış sırtını da, ondan yükselip bakan olmuş. Annem ve halam bir süre hevesleniyorlar benim de sırtımı aynı şekilde sıvazlamaya, ama sonra vazgeçip normale dönüyorlar. Hele ki Kıbrıs görüşmelerine giden Menderes’in uçağı Londra’da düşüp, adamcağız da bu kazada ölünce, “aman” demişti her ikisi de, “iyi ki hemen vazgeçtik bu işten, bak adam yükseldi yükseldi ama sonunda nasıl düştü’’.
KOMÜNİST BİSİKLETİ!
Bisikletim, Kiril alfabesiyle XB3 marka; Rus malı. Üç taksitte 525 liraya alıyoruz. Üç vitesli Pejo’lar ise hem 725-750 lira civarında, hem fazla ince yapılı. Benimkisi freni sıkınca furşun hemen üzerindeki mafsalın arka ucu fazla öne gelip sola dönmemi engelliyor; ama o kadar kusur kadı kızında da bulunur. Belki NATO ülkesinde komünist bisikletine binenlere/Rusya’yı komünist sananlara yapılmış ilahi bir uyarı...
DENİZDEN KONSER DİNLEMEK
Annemin idolü Münir Nurettin iken, halam Yesari Asım Arsoy’u severdi. Bizimkiler Ankara’dan gelip yazlık kiraladıkları yıllarda, Suadiye’den sandalla denize açılıp, sahilde bir yerlerde konser veren Münir Nurettin’i dinlerlermiş: Aileyi, evi benim için büyülü kılan efsaneler.
RUMCA SAYI SAYMAK
Daha Bahariye’de otururken, yani ben 5-6 yaşlarındayken akşamüstüleri beni gezmeye çıkartırdı halam. Oradaki Rum Kilisesinin duvarından etrafı seyreden kadınlarla sohbet ederdi. ’Gavur’, Tanrıyı tanımaz,ona küfreden demekti. Oysa onlar da Tanrı’ya inanırdı. ‘Biz’den hiçbir farkları yoktu ve ‘gavur’ lafını hak etmiyorlardı.Rumca sayı saymayı da işte bu duvar üstü sohbetler sırasında,o Rum kadınlardan öğrenmiştim.
ATA’NIN NAKİL GÜNÜNDE İLK TOKAT
1953’te okula başladım Bahariye İlkokulu’nda.10 Kasım günü Atatürk’ü Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e naklediyolardı. Bizi okulda serbest bırakmışlardı ve ilk tokadı o gün yedim. Töreni izledikleri radyonun etrafında koşuşup çok gürültü yapıyoruz diye, daha 7 yaşımı bile bitirmemişken, hem de başöğretmenden!
VARTAN-VATAN
O yıllarda, iki ev aşağımıza bir Ermeni aile taşınmıştı; oğulları Vartan, benden bir iki yaş küçük. Kara kaşlı, kara gözlü bir oğlan. Bizim eve gelirdi oynamaya. Halam hiç unutmuyorum - ta o zaman bile utanmıştım- demişti ki çocuğa “Bak ben de, Kadir de bir şey anlamıyoruz senin isminden, haydi gel sana Vatan diyelim’’. Al sana işte ‘Türk asimilasyonizmi’nin en mükemmelinden bir örneği, bazı geç-modern Kürtlerin gözünde. Oysa halamın derdi Vartan’ı asimile etmek falan değil, sadece geç mi geç doğmuş sevgili Kadir’ine içinde bulunduğu dünyayı anlaşılabilir kılmaktı…
NAZIM’IN BAKKAL KARABET’İ
Vartan, Ermeni olduğunu bildiğim ilk Ermeni’ydi. Tanıdığım ilk Ermeni değil. Karabet (Garabed) amcam vardı, Bahariye Cevizlik’ten. Ermeni olduğunu bilmesem de ilk Ermenim, bir de kendisine ‘amca’ dediğim ilk amca. Bakkal Karabet, hani şu Nazım Hikmet’in şiirinde geçen ‘’Işıkları yanan, babasının Kürt dağlarında kesildiğini unutmamış’’ Ermeni bakkal. Bakkalı Sokullu ve Tevfik Bey sokaklarının kesiştiği noktada. Ben daha 4-5 yaşındayım. Dükkanına her gittiğimizde benimle şakacıktan boks yapan iri kemikli, etine dolgun, bayağı esmer, hep mavi üstlüklü bakkal amca. O bakkaldan esas hatırladığımsa parlak kağıda sarılmış balık biçimindeki küçük çikolatalar, her birinin içinden otomobil fotoğrafı çıkan. O resimlerden hala hatırladığım 1950-51 model Austin...
GÜLE GÜLE UYU KARABET…
1979’da Ankara’da yaşarken, İstanbul’a ilk defa gitmiştim kendi arabamla. Daha önce yaşadığım bende anıları olan yerleri bir bir gezeyim dedim; tabii bu arada Tevfik Bey Sokağına da gittim. Bakkal Karabet’in dükkanı hala eski yerinde duruyor ve açıktı. Dükkana girdim, Karabet Amcam yine aynı mavi üstlüklü. Aradan neredeyse 30 yıl geçmiş, o yüzden anne-babamın adını nasıl olsa hatırlamaz diye, o zamanlar oturduğumuz evi tarif ederek kendimi tanıtmaya çalıştım: Yahu demişti, lafı ne uzatıyorsun, sen İzzet Bey’in oğlusun... 2-3 sene sonra tekrar uğrayayım dedim Karabet Amcama. Dükkanı yeni devraldıklarını söylediler. Karabet ölmüştü. Güle güle uyusun, Allah (varsa) rahmet eylesin.
“ÇOCUKLAR MİLLİYET BİLMEZ”
Rahmetli Hrant’ın söylediği bir söz vardı:’’ Çocukların milliyeti olmaz’’. Şöyle tamamlayım: Çocuklar milliyet bilmez ki, Kadir de kendisinin Türk, Karabet Amca’sının da Ermeni olduğunu bilsin. Nazım Hikmet’in hapisten çıktıktan sonra bir süre yanında kaldığı annesi de bakkal Karabet ve bizimle aynı sokakta otururdu. Bakkalın karşı sırasında ve sokağın öteki ucundan önceki üçüncü ev. Açık tenli ve kırmızı tayyörlü güzel bir kadın olarak Münevver Hanım’ı yanında küçücük sarı bir oğlanla, yani Mehmed’le birlikte gördüğümü çok iyi hatırlıyorum evden çıkarken.Bu mahalleden ilkokula başlamanın üçüncü ayında taşındık, Koşuyolu’nda taksitle satın aldığımız Emlak Bankası evine. Orada da bize en fazla bir kilometre mesafedeki Altunizade Altunyurt Kulübüne gidip gelirken Nazım Hikmet’in ilk karısı Piraye Hanım’ı ve onun (Nazım Hikmet’in de üvey) oğlu Memet Fuat’ı da tanıdım 60’lı yılların ikinci yarısında.
YERVANT İLE AYNI SIRADA 3 YIL
Ermeniliğini neredeyse hiç hatırlamadığım bir başka Ermeni ise Yervant Papazyan’dır. Aslında Yervant mı yoksa onu bile bilmiyorum, daha doğrusu hiç merak etmedim. Zira o bizim Yeto idi. Okulda bizi aynı sırada değil üç yıl, bir sömestr bile birlikte oturtmazlar, iki üç ayda bir yer değiştirirlerdi. Herhalde sınıf içinde gruplaşma olmasın diye. Yeto da ben de Fen sınıfını tercih etmiştik; ancak o sene ikimiz de sınıfta kaldık: Saint-Joseph’te dört dersten ikmale kalınca doğrudan sınıfta kalınırdı. Ertesi yıl, “herhalde Fen’i beceremeyeceğiz’’ diyerek Edebiyat sınıfına geçtik, aynı durumdaki birçok arkadaşımızla birlikte; hocalar bizi yine yan yana oturttular. Neyse o sene bir iki dersten ikmale kalıp zar zor da olsa lise üçe geçtik. Ancak inanılmaz şey, o sene de yan yana oturtulduk, Yervant’la. Ve sene sonunda ikimizde de. Yine zar zor liseyi bitirdik. Ben Ankara’ya gittim, Hacettepe’de psikoloji okuyacağım diye. Yervant ise İİTİA’ya yazıldı. Yaz tatillerinde İstanbul’a döndüğümde birkaç kere buluştuk. Son gördüğümde yeni evlenmişti. Akademi’den sınıf arkadaşı bir kızla, o da Kadıköylü ve de Ermeni. Okula gidip gelirken vapurda tanışıp sevmişler birbirlerini. Kayınpederinin bir beyaz eşya mağazası vardı Surp Takavor Kilisesi’nin arkasındaki sokağın başından hemen bir dükkan sonra. Ertesi yaz İstanbul’a döndüğümde gittim sordum Yetolar’ı nasıl bulurum diye. Karı koca Fransa’ya göç etmişler, o ilkbahar. Tehcir, illaki silah zoruyla gerçekleşir diye bir şey yoktu.
Yervant’la üç yıl boyunca, değil kavga etmek veya birbirimizle kızışıp küsüşmek, aramızda bir tek tartışma bile olmadı. Evleri Bahariye’de, okula bayağı yakındı. Birkaç kez birbirimizin evlerine de gittik geldik. Herkesin yerini her üç ayda, bilemediniz her sömestrde bir değiştirirken bizi tam üç yıl aynı sırada oturtmaları, herhalde bir Ermeni’yle bir Türk’ü kardeşten de öte mükemmelinde iki dosta dönüştürmeye yönelik bir cilve-i rabbaniydi. Son 8-10 yıl öncesine kadar, ciddi ciddi böyle düşündüm, hem de onlarca yıllık ortaokul, lise ve üniversite hocalık deneyimim olmasına rağmen. Neyse sonra ayıktım: Nasıl ki derin devlet vardı, derin mektep diye de bir şey olmalıydı. Yeto ile tam üç yıl aynı sırada oturtulmamız, rabbani bir mucizenin sonucu değil, doğrudan doğruya, stratejik bir derin mektep operasyonuydu. Orta son ve lise birden itibaren hemen herkesin kulağına gelmiş efsane vardı: Yervant ‘sözlü’de bile kopya çeker. Sözlüde nasıl kopya çekilir; böyle bir şey gerçekten mümkün müdür? Tabii ki değil; ama olsun, bizimle birlikte herhalde hocalarımız da inanmıştı böyle bir şeye. Ayrıca şöyle bir efsane daha dolaşırdı ortalarda, o da Yeto’nun ağabeyi Ara’nın da Saint-Joseph’i en uzun sürede bitiren öğrenci olduğu. Neyse, çok muhtemelen bu çifte efsanenin gölgesinde, Yeto’yu sınav kağıdı üzerinde kopya çekilmeye değer bir şeyler bulunabilecek en son öğrencilerden biri olarak benim yanıma oturtup üç yıl orada tutmuşlardı. Yervant da, ben de 33-34 kişilik sınıfın en sonuncuları hiçbir zaman olmadık; ama sınıfta 28-27.den daha iyi bir derece tutturmamız da çok nadir oldu; yani bu üç yıl içinde, ne Yervant kendi kopyasını hazırladı ne de ben üzerinden kopya çekilecek bir sınav kağıdı verebildim. Sevgili Yervant inşallah hayatta, torun torba sahibi ve makul sayıda ‘haycık’ın (‘Ermeni bebesi’ anlamında benim türettiğim Armeno-Türk bileşik kelime) dedesidir.
ÜÇ HUSUSİ OTOMOBİL
O günlerin Kadıköy’ünden hatırladığım, üç “hususi otomobil’’ vardı. Onların sahipleri de doktordu: Biri, evi Bahariye Caddesi üzerinde, Süreyya Sinemasını Moda’ya doğru az geçince Köçeoğlu Hamamı üstünde bir operatöründü; adını bilmezdim. Ama otomobili 1940’lı yılların Amerikan otomobillerine özgü açık mavi renkte 1947 model bir Plymouth’du. Kulak-burun-boğaz mütehassısı Ali Haydar Bey’in 1949 model kül rengi Opel Kapitan’ı ise Moda Caddesi üzerinden Kadıköy’e inerken, yolun sağında bahçe içindeki üç katlı kagir bir binanın önünde kaldırımın üzerinde dururdu. Hem de diklemesine; yani kaldırım bayağı genişti. Aynı cadde üzerinde, ama karşı sırada ve 20-30 metre aşağıda çocuk doktoru Sezai Bey’in siyah Citroén’i dururdu, doktorun muayenehanesinin bulunduğu binanın, ön duvarı yıkılmış, zeminine beton atılmış, yan bahçesinde; yani sevgili Kadıköy’ün, otopark uğruna yok edilmiş ilk yeşil alanlarından birinde.
CENAZE ARABALARI
Surp Takavor Ermeni Kilisesi’nin önünde hemen hemen her zaman görebileceğiniz,1951-52 model metalik siyah boyalı, nikelajları da her zaman pırıl pırıl Dodge marka bir cenaze arabası, Hristiyanlar için. Müslüman cenazelerini taşıyan arabalar ise her ikisi de 1947 model ve türbe yeşilince uygun olsun diye kirli ve mat yeşile boyanmış, hal binasının rıhtıma bakan cephesinde duran bir Plymouth ile bir Dodge. Museviler içinde de bir cenaze arabası var mıydı, bilmiyorum. Ancak böyle bir araç olsaydı, büyük ihtimalle Yeldeğirmeni’ndeki havranın yakınlarında bir yerde duruyor olurdu, ben de görmüş olurdum. Zira Yeldeğirmeni’ne çok sık olmasa da zaman zaman giderdik.
KADIKÖYÜ’NDE İKİ ‘İMDAD-I SIHHİYE’
O günlerin Kadıköy’ünde iki ‘imdad-ı sıhhiye’, yani cankurtaran arabası vardı. O zamanlardaki adıyla ‘kaptıkaçtı’dan bozma Studebaker ile günümüzdeki adıyla ‘steyşın’dan bozma bir Skoda. Benim favorilerim ise itfaiye arabalarıydı; hepsi kıpkırmızı, ön cephesi itibariyle hal binasının sağındaki garajlarında bekleyen…