Yarın Sevgililer Günü'ydü...

Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi’nde Yaratıcı Yazılar, Senaryo ve Sinema Atölyesi’ne katılanlardan Neslihan Havva Köymen’in verilen konuya göre yazdığı öyküyü okuyabilirsiniz:

19 Mayıs 2016 - 14:59
"İstanbul’da soğuk ve ıslak bir Şubat gecesinin başlangıcı. Yoğun trafik. Giderek daha tıklım tıklım olan minibüste en önde oturuyorum. Bir kaynaşma, “tutun düşüyor” diye bağıran bir kadın sesi… Yere yığılan bir genç kız. Kaldırıyorlar, boşaltılan bir koltuğa oturtuyorlar. Genç kız baygın. Bir kadın su içirmeye çalışıyor. Bir başkası, başına su döküyor. Biri, ağzına kesme şeker sokmaya çalışıyor. Biri; “Çabuk hastaneye” diye sürücüye bağırıyor… Ben, ona bakıyorum. Gencecik zavallı! Kendine geliyor. Simsiyah panik gözleri, kömür karası saçları, beyaz güzel mi güzel yüzü… Bir hüzün çöküyor yüreğime. “Kim bu kız? Dramı ne?”

İllustrasyon: Başak GÜNAÇAN
O gün İstanbul’dan gelmişti. Otobüsle, bütün gece, yarı uyur yarı uyanık kötü bir yolculuk yapmıştı. Artık her yere uçak vardı ama onun uçak biletine verecek parası yoktu. Nasıl versin di; eşi üç yıldır tutukluydu, davaları daha başlamamıştı bile. İçeride daha ne kadar kalacağı belli bile değildi. Mecburen bir avukat tutmuştu buradan. Çok paraydı ama avukatı olmak demek arayanı soranı olmak demekti. Yoksa sorgudan sağ çıkamayabilirdi kocası.
“Tam üç sene olmuş” diye düşündü. “ Ne kadar da çabuk geçmiş zaman. Bir de bana sormalı; dışarıdaki mi, tutuklu içerideki mi? Kızmıyordu koca-sına. İdealleri vardı. Paylaşıyorlardı ideallerini, daha iyi bir dünya istemenin nesi kötüydü ki?
Sabah erken indi otobüs durağına. Koştura koştura onu cezaevi otobüsünün kalktığı durağa götürecek minibüs durağına gitti. Ayakta bindi minibüse. Durağa varınca indi. Alelacele bilet aradı. “Ne güzeldi, eskiden otobüslerde bilet satılırdı. Bu bilet de her yerde satılmıyor ki. Hele bir alayım bileti, sonra bir şeyler atıştırırım otobüs kalkana kadar.” Sordu, soruşturdu buldu bilet satan gazete bayiini. Yanından geçip giden simitçiyi bile görmedi. İki bilet istedi, gidiş ve dönüş. Biletleri verirken uyardı satıcı:
“Kalkmak üzere abla, acele et.”
Koştura koştura otobüse gitti. Hemen kalktı otobüs. Çok da doluydu. Bir sonrakini beklemek istemedi. Erken gidince görüşe girme şansı artardı. Bazen o kadar kalabalık oluyordu ki, görüşemeden geri dönüyordu. Ama yağma yok, bu kez ne yapıp edip görüşecekti. Yarın sevgililer günüydü.
Tam üç yıldır sevgililer gününü ayrı geçiriyorlardı. Bilirdi, kocası için bir önemi yoktu sevgililer gününün, ama o önemsiyor diye hiç bozuntuya vermez, sürprizler kutlamalar hazırlardı. Ne kadar duyarlıydı…
Bu kez de o sürpriz yapmak istiyordu. Bir gün önce olacaktı ama olsun. Görüşleri sadece hafta sonları yapıyorlardı. Bu akşam hemen geri dönmesi gerekiyordu. Yarın iş başında olması gerekiyordu. Dinlense iyi olurdu ama izin alamamıştı.
“Tam üç sene” diye düşündü. “Dile kolay, kocası içeride, o dışarıda. Daha yeni evliydiler. Kocası sendikacıydı ve sendika gazetesinde yazılar yazıyordu. Bir gece yarısı kapıları çalındı kırılırcasına. Yazıları birilerinin hoşuna gitmemiş. Evi didik didik ettiler ne aradılarsa… Onu da alıp götürdüler.
Otobüs durdu, sıyrıldı düşüncelerinden, katıldı kalabalığın peşine. Koşa koşa geçti nizamiyeyi. Sıkı sıkı arandılar. Nihayet içerideydi, sırası gelmişti. Verdi kimliğini, söyledi kocasının ismini… Masada oturan görevli elindeki listeye baktı. Onun yüzüne bile bakmadı.
“Görüşemezsin hanım.”
“Neden ki?”
Koğuşta olay çıkmış. Tüm koğuş cezalıymış. Görüş yasakmış. Ah nasıl da yalvardı onlara hiç istemeden; Çok uzaktan geliyordu, taaa İstanbul’dan. Bir daha kim bilir ne zaman gelebilirdi. Ne olurdu görüşseydi?
“Savcıya git” dediler. “Eğer o izin verirse…”
Koşa koşa çıktı dışarı. Nizamiyeyi de koşarak geçti. Otobüse daha çok vardı, zaman da dardı. Bir taksiye atladı. Parası da azdı ama…
Savcı erken çıkmış öğle yemeğine. “Bekle” dediler. Kendisi gibi başka bekleyenler de vardı. Sıra yapmışlar hemen. O da girdi sıraya. Bekledi aç susuz. Sırasını kaybetmeyi göze alamadı. Savcı da biraz geç geldi.
Nihayet sırası geldi. O gün insaflıydı savcı, verdi izin belgesini. Koşa kaşa çıktı adliyeden. Acaba yetişebilecek miydi ki? Dörtten sonra kimseyi almıyorlardı içeri. Yine taksiye koştu. Yetişmek için başka çaresi yoktu. Parası da iyice azalmıştı. Neyse ki İstanbul dönüş biletini önceden almıştı. Cezaevinden dönüş için otobüs bileti de vardı. İstanbul’da gardan işyerine kadar gerekli dolmuş parasını ve cezaevi otobüs durağından gara kadar gerekli minibüs parasını ayırdı bir tarafa.
Kalan para acaba yetecek miydi? Gelirken ne kadar tutmuştu ki taksi? Parasını tekrar saydı. Hayır yetmeyecekti. Kalan tüm parasını şoföre uzattı.
“Bütün param bu kadar kardeşim. Cezaevine gideceğim. Paramın yettiği yere kadar götürürseniz sonrasını yürürüm.”
Şoför aynadan baktı ona. Geriye dönmeden uzattı sağ elini, aldı parayı. Saymadan koydu bir kenara. Hiçbir şey demedi. Anlamadı mı acaba? Gözü taksimetrede huzursuzca oturdu arkada. Fark etti ki verdiği parayı çoktan geçmiş taksimetre, ama şoför durup indirmedi onu. Endişelendi bir an. Ama yol aynı yol, şoför yolunu değiştirmedi.
Cezaevine varınca şoför durdu, arkaya döndü ve bakıştılar.
“Geçmiş olsun abla, kalanı da benden olsun.”
Minnetle baktı şoföre. Hiç bir şey diyemedi. Gözyaşı gözünün ucundaydı. İndi taksiden. Gözü saatine ilişti. “Aman Allah’ım, neredeyse dört olmuş.” Koşa koşa geçti nizamiyeyi. Yine sıkıca arandı. Girdi sıraya, başladı beklemeye. On beş kişi kadar vardı önünde. Ah ona sıra gelmeyecek. İnsaf etseler bari… Beş kişi kaldı önünde, dört, üç…
“Tamam, bundan sonrası beklemesin. Görüşemez siniz artık, zaman doldu.”
Kaynar sular döküldü başından aşağıya. Dondu kaldı. Diğer bekleyenler itiraz etmeye başladılar. O da umutla bekledi, belki diğerleri ikna ederse o da girerdi görüşe. Artık ağzını açacak gücü kalmamıştı.
Yok, insaf etmedi görevliler. Mecburen çıktı dışarı diğerleriyle. Hiç acele etmeden geçti nizamiyeyi. Otobüs duraktaydı. Gitti oturdu. Ayakta duracak mecali yoktu. Açlık, susuzluk. İstanbul için ayırdığı dolmuş parasından bir şeyler alsa mıydı acaba? Yok yok, sonra sabah işe gecikirdi.
Zaten şefi arada aldığı izinlere de çok kızıyordu. Bu kadar dayandı, biraz daha dayanırdı. Artık otobüste bisküvi, çay ikram ettikleri zaman giderirdi açlığını bir nebze.
Gara gidecek minibüse atladı. Tıklım tıklım doluydu. Ama bekleyemezdi, yoksa otobüse yetişemezdi. Neyse ki hemen hareket etti minibüs.
İçinde bir sıcaklık hissetti, bir rahatlama. Ayaklarını hissetmiyor.
“Ne oluyor, ayakta uykuya mı dalıyorum ne?”
Bir kadın sesi geliyor uzaktan:
“Tutun düşüyor.”
Hay Allah ne garip bir rüya bu, düşen ne? Minibüsün içinde yağmur yağıyor. Yağmur suları ağzına doluyor, tatlı tatlı.
Gözlerini açtı. Ne zaman oturmuştu ki? Bir kadın başına su döküyor.
“Yağmur?” Bu ağzındaki de kesme şeker değil mi?
“Hastaneye, hastaneye” diyor birileri. Anladı, onu götürecekler hastaneye.
“Yok yok” diye çırpındı. “Gara gitmeliyim. Yoksa otobüsü kaçırırım. Yarın işe gideceğim.”


ARŞİV