Yarınlar yokmuş gibi çalışanlar; beyaz yakalılar

Beyaz yakalı çalışanların hayatını anlatan “Çok Çalışıyoruz” kitabının yazarı Erdem Aksakal, “Bu dünyayı kendi istediğimiz şekle dönüştürmek mümkün” diyor

30 Eylül 2022 - 07:49

Beyaz yakalı çalışanların hayatını anlatan ilk kitabı Mezeleri Güzel’le hatırı sayılır bir beyaz yakalı kitlesine ses olan Erdem Aksakal'ın yeni kitabı “Hayalsiz yaşayan beyaz yakalılara kişisel özgürlük rehberi: Çok Çalışıyoruz” çıktı. Doğan Kitap etiketiyle çıkan kitapta Aksakal sade ve akıcı anlatımıyla bir türlü bir sınıfa ait olamayan beyaz yakalıların plazalara sıkışmışlığını ve kurtuluşunu anlatıyor. “Başka türlü bir çalışma mümkün” diyen ve iki yıl önce Kadıköy Moda’ya taşınan Erdem Aksakal ile mahallesinde buluşup kitabını ve beyaz yakalı olmayı konuştuk.

  • Çok Çalışıyoruz ikinci kitabınız. Beyaz yakalıların hikâyesini yazma fikri nereden doğdu?

Ben bir beyaz yakalıyım. Hikâye anlatma dürtüsü çoğu insan için kendi hikâyesini anlatma kaygısıyla başlar. İkincisi beyaz yakalıların hikâyesi anlatılmıyordu. Biz kendi kültürü, alt yaşam biçimi olan, mizahı olan kalabalık bir topluluğuz fakat anlatımız yok. İşçi sınıfının edebiyatı, tiyatrosu, sineması, şiiri vardır. Hakeza köylülerin, öğrencilerin anlatısı vardır. Fakat beyaz yakalıların bir anlatısı, anlatıcısı yoktu. Yaklaşık 10- 12 sene önce sosyal medyada bu doğrultuda yaptığım paylaşımların etkileşim getirdiğini gördüm. Yani bu anlatıya ihtiyaç duyan tek ben değildim. Her sabah kalkıp şıkır şıkır giyinip plazalara giden, dışarıdan bakıldığında iyi işleri, kariyerleri olduğu düşünülen hatta biraz snop, itici bulunan bu kitlenin bir anlatıya ihtiyacı olduğunu düşündüm. “Karınca kararınca en azından bir yerden başlatmalıyım” dedim. Çok da mutluyum. Bu anlatıyı başka yerlerde yapan arkadaşlarım da olmaya başladı. Sinemada bununla ilgili Kıvanç Sezer’in çok kıymetli filmleri var. Kaan Sekban yine aramızdan çıktı, çok güzel anlatıları var. Yüce Zerey bu konuda kitaplar yazıyor. Kısaca bu alandaki anlatıcının giderek güçlendiğini gördüm. Ben de içimdeki beni rahatsız eden bu dürtüye minnet borçluyum.

  • Bu yeni kitabın Mezeleri Güzel’den farkı ne?

Mezeleri Güzel bir durum tespit kitabıydı. Beyaz yakalı hayatın bir fotoğrafını çekti. Çok Çalışıyoruz’un ise yüzü geleceğe dönük. “Biz bu dünyada ne olacağız?” sorusunu yanıtlama fotoğrafı. Mezeleri Güzel’den sonra okuyucunun büyük bir çoğunluğu “Durumun güzel bir fotoğrafını çekmişsin ama bu bize bir fayda sağlamadı. Peki ne olacak? Biz çaresiz miyiz? Tek kurtuluşumuz lanet olsun bu dünyadan deyip çıkmak mı ya da Kaş’ta bir otel açmak mı?” demişti.

Çok Çalışıyoruz, bu durumun birçok alternatif sonu olabileceğini anlatıyor. Bu dünyayı kendi istediğimiz şekle dönüştürmek mümkün.

  • Kendi istediğimiz şekle mi?

Evet. Belki de çağın hiçbir döneminde çalışan sınıfın, en azından belirli bir zümresinin kendisi olma şansı yoktu. Dünyanın bu döneminde aslında bu var. Çalışanların görece en özgür olduğu dönemdeyiz. İstediği gibi giyinebiliyor, iyi bir ekonomi elde etmemekle birlikte nakit para alabiliyor, söylediği bir söz yüzünden eskisi kadar kolay işten atılmıyor.

“BU HAYATTA ALTERNATİF SONLAR VAR”

  • Bu normal değil mi? Dünya da değişti…

Elbette dünyanın değişmesiyle biz çalışanların kendi lehine kullanabileceği alanlarımız olabilir. Düne kadar işe takım elbiseyle gidiyorduk, acısı o üniformayı çalışma dünyası bize satın aldırıyordu. Şimdi kotla gidebiliyoruz. Ve bunlar tam da dediğiniz gibi dünyanın değişimiyle oldu. Bir sınıf mücadelesiyle olmadı. Biz “takım elbiseyle işe gitmek istiyoruz” diye isyan edip bu hakkı almadık ama elimizde bu özgürlükler var. Ben hadi kullanalım diyorum. Çünkü kullanılmayan özgürlükler okyanusun derinliklerinde kaybolacak. Artık bu hayatta alternatif sonlar var. Eskiden iş hayatı tek güzergâhlı bir yolculuktu. Emeklilik erkendi ve insanlar kendisi olmayı emeklilik sonrasına erteliyordu. Şimdi emeklilik elimizden alındı, 60-70 yaşından önce emekli olamayacağız, olsak bile geçinip geçinemeyeceğimizi bilmiyoruz. O yüzden kendimiz olmayı emeklilik sonrasına erteleyemeyiz.

  • Artık öyle bir lüksümüz yok.

Evet, o yüzden ne yapmak istiyorsak; kalıp bu dünyada savaşmak istiyorsak bugün yapmak gerekiyor. İsyan edip bir şeyleri değiştireceksek bugün yapmalıyız. Ya da iş dünyası bize göre değilse çıkış planlarını bugün harekete geçirmek gerekiyor. Zamanın tekerleğinin hızlı döndüğü bir dönemdeyiz. Ben hem kendime hem beyaz yakalı arkadaşlarıma “farklı sonları mümkün olan bir hikâyedeyiz” uyarısını vermek istedim.

  • Kitapta hapishane metaforu var. Bu nereden aklınıza geldi?

Michel Foucault’un dediği yani modern dünyanın hapishaneleri, gözetim kuleleri, tel örgüler ve duvarlarla değil, plazalarla dedektörlerle, alışveriş merkezleriyle kurulu olacak. Baktığımızda plazalarda hapishanedekine benzer bir hayat yaşıyoruz. Tek tip elbise giydirmiyorlar belki ama takım elbise giyiyoruz, aranarak giriyoruz. Güvenlik görevlileri ile korunuyor, kendince yemekleri ve hiyerarşisi var. Hapishane yönetiminin en büyük korkusu mahkumların firar ya da isyan etmesidir. Plazalarda da patronların en büyük korkusu çalışanların isyan ya da firar etmesi.

  • Beyaz yakalı olmak hapishaneye gönüllü girmek anlamına geliyor sanki. Bu yıl üniversite sınavına 3 milyon insan girdi, bir bakıma bu 3 milyon insan beyaz yakalı olmak istiyor. Bu nasıl değişecek?

Bence değişmesi için tarihin çarkını biraz geriye döndürmemiz gerekiyor. Türkiye’de Özal’ın neoliberal politikalarıyla birlikte hepimiz kurtuluşu, kentlerde liberal ekonomide gördük. Fakat bu gerçek değil. Ülkenin ferahlamasından, gençlerin umutlarının yeşermesinden bahsediyorsak bu umutların içinde tarım, sanat, zanaat da olmalı. Çeşitli sebeplerle bunlar gençlere ekonomik ve sosyal olarak umut vermiyor. O yüzden gençler için girişimcilik ya da beyaz yakalı olmak çare haline geliyor.

Türkiye’nin mevcut koşullarında üniversite okumak gençlere bir iş garantisi getirmiyor. Hele ki pıtırak gibi açılan tabela üniversiteleri işsizliği sadece 4 sene erteliyor. 

  • 20 yıl önce beyaz yakalı çalışan olmakla bugün arasında ne farklar var?

Dünya ölçeğinde baktığımızda üniversitelerin, şirketlerin hızından geri kaldığını düşünüyoruz. Mühendislik üreten üniversiteler halen çok kıymetli ve köklü bilgi birikimine sahip ama teknoloji şirketleri o üniversitelerden daha hızlı bilgi üretiyor. Bu da şu anlama geliyor; mühendislik okuyan bir öğrenci 4 yılda orada edindiği bilginin daha güncelini kısa sürede piyasada öğrenebiliyor. Yani siz piyasaya çıktığınızda okuldakinden çok daha hızlı öğreniyorsunuz fakat piyasa o kadar hızlı değişiyor ki çok kısa bir sürede bilgisiz kalıyorsunuz. Yani bir mühendis eğer bilgilerini güncel tutmazsa iki sene içinde bildiği her şey çöp olabiliyor. Bu diğer meslekler için de geçerli.

“ÇOĞUMUZ KIYMETİMİZİN FARKINDA DEĞİLİZ”

  • Pandeminin iş hayatına sizce nasıl bir etkisi oldu?

Pandeminin tıpkı toplum hayatında olduğu gibi bir şok etkisi oldu. İlk etkisi acaba tüm şirketler batacak ve milyonlar işsiz mi kalacak oldu. Dijitalleşmenin de etkisiyle hepimiz evlerden çalışabildik. Şok etkisini atlattıktan sonra “demek ki batmıyormuşuz böyle devam edelim” diyenler oldu, “iyi batmadık ama bir an önce eskiye dönelim” diyenler oldu. Pandemiden şirketler bazı şeyler öğrendi ama çalışanlar olarak bizim ne kadar değerli olduğumuzu, bizim sayemizde dünyanın dönmeye devam ettiğini idrak etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki çoğumuz bu kıymetimizin farkında değiliz.

  • Kitapta evden çalışmaya ev hapsi diyorsunuz.

Ben pandemi başladığından beri evden çalışıyorum, bundan mutluyum. Bunun bir özgürlük olduğunu düşünüyorum.

  • Nasıl?

Evimden kilometrelerce uzakta bir binaya gitmek üzere takım elbiseler giyiyor ve üç saat yol gidiyordum. Evdeki gibi şortumla çalışamıyor, günde 10 dakika yogamı yapamıyor, uzanarak toplantıya giremiyordum. Dışarıya karşı sürekli bir performans halindeydim. Bazı mecburiyetler de vardı, bu mecburiyetler kalktığı için özgürleşeceğimi düşündüm, kısmen özgürleştim. Diğer yanda da kendi evimin içinde hapis kaldım. Eskiden 1,5 saat öğle aramız vardı. Şimdi öğle aramız 4 dakika. Ofisimle restoran arası yani salonla mutfak arası 3 metre. 4 dakikada acele bir şey yiyip ağzımda lokma varken çalışıyorum. Bir yandan özgürleştik, bir yandan hapsolduk.

  • İşverenler özellikle Türkiye’de bu süreci kendi lehlerine çok rahat çevirdi.

Az sayıda iyi örnek var ama çoğu şirket o alanı da işgal etti. Biz beyaz yakalılar olarak birbirimizle konuşmuyor, birbirimizi dinlemiyoruz. O yüzden işverenlere karşı yaşamın doğasında olan toplu bir hak talebinde bulunmuyoruz. Biz beyaz yakalılar konuşsak, örgütlensek, sendikalaşsak bu hak talebini toplu bir şekilde işverenden yapsak bu biraz daha çerçeveye otururdu.

“BİZ RAKİP DEĞİL KARDEŞİZ”

  • Beyaz yakalıların örgütlenmesi mümkün mü?

Birkaç sebepten şimdiye kadar mümkün olmadı. Bizi hem kurum içinde hem de kurum dışında birbirimize düşman ettiler. X bankasındaki çalışan beyaz yakalı ile Y bankasında çalışan beyaz yakalı birbirinin kader arkadaşı. Fakat iki banka arasındaki rekabet yüzünden birbirini rakip görmeye başladı. Biz rakip değil kardeşiz. Bu bilinci ne yazık ki edinemedik. Aynı şirketin finans departmanıyla, insan kaynakları ya da operasyon departmanında çalışanlar da birbirinin kader arkadaşı. Halbuki biz emeğini o şirkete kiralamış kader arkadaşlarıyız. Birbirimizi anlamamız, dinlememiz gerekiyor. Diğer yandan beyaz yakalı hayatta bütün pazarlıkların birebir kapalı odalarda dönmesi sebebiyle bu örgütlenme olmadı. Ülkede vergi rekortmeninin, Cumhurbaşkanının, asgari ücretlinin kaç lira aldığını biliyoruz ama en yakın çalışma arkadaşımızın kaç lira aldığını bilmiyoruz. Bu pazarlıklar kapalı odalarda “sana bu kadar veriyorum aman kimseye söyleme” zokasıyla susturulduğumuz için biraraya gelemiyoruz.

  • Bundan sonrası için bir umut var mı?

Bence var. Teknolojinin ve şeffaflaşmanın ciddi bir etkisi oldu. Çalışanlar “bizim çalışma şartlarımız iyi değil, binlerce çalışan şikâyetçi” diye harekete geçtiği anda kazanımlar elde etti. Mesela kuryeler biraraya gelip hareket ettikleri için ciddi kazanımlar elde etti. Beyaz yakalılar da bundan feyz alıp adımlar atabilmeli.

  • Biraz önce emeğimizi kiralıyoruz dediniz, emeğini satmakla, kiralamak arasında nasıl bir fark var?

Freelance dediğimiz zümre emeğini satıyor, kısmen de olsa yaptığı işin fiyatı ile ilgili bir söz sahibi. Biz beyaz yakalılar yaptığımız işin fiyatıyla ilgili bir söz sahibi değiliz. Önümüze matbu bir kontrat geliyor bunu kabul ettikten sonra o emeği kiralıyoruz. Satıyor olsanız hem fiyatıyla ilgili söz sahibi olabilirsiniz hem de sonu vardır.

  • Bir kafe ya da pansiyon açmak her on beyaz yakalıdan birinin hayaliyken neden fabrika işçisi böyle bir şey düşünmüyor?

Çünkü mevcut dünyanın gereksiniminde fabrika işçisi “ben yeterince eğitimli değilim, sadece kol gücümü kiralayabilirim, bununla ilgili işler yaparım. Beni bu dünyadan kurtaracak bir ümidim var” dedi ve çocuklarını okutmaya çalıştı. Beyaz yakalılar olarak belli ekonomik rahatlıklarla bir yerde kahve içebiliyor, bir otelde kalabiliyoruz. Bu bize çok daha özgür, hakiki, gerçek hayatla bağı olan bir iş gibi geliyor. İşimize ve dünyaya o kadar yabancılaştık ki gerçek bir insanla çay kahve üzerinden bağ kurmak unuttuğumuz insani yönü hatırlatıyor. Diğer türlü  ürün geliştir, rapor hazırla, müşteri memnuniyeti gibi gerçek dünyaya tam dokunmayan iş denizinde boğulmuş durumdayız.

  • Bir beyaz yakalının en büyük düşmanı ne?

Öğrenilmiş çaresizliklerle kendine ördüğü duvarlar. En yakın arkadaşıyla birlik olup kendini açamama. Kendine öğretilen kuralların dışına çıkmayıp, kendini yüzlerce yıllık emek mücadelesinden aykırı zannedip, ben özelim rüzgarına kapılması. Bir beyaz yakalının en büyük düşmanı tarihten ders çıkarmayışı.

  • İşsizlik korkusunu nereye koyacağız?

İşsizlik korkusu emeğin var olduğu çağda her zaman var olacak. Ancak işçi ile işveren arasındaki müzakere döngüsünü çalışanların da ses çıkardığı noktaya getirebilirsek bir sonraki dalgadaki işsizlik korkusu daha az olacak. Öte yandan işveren sözcüsü değilim ama işverenler de her gün iflas korkusu yaşıyor ve onlar da o korkuyla sonsuza dek yaşamak zorunda. Denge noktasını nerede kurduğumuz da önemli.

  • Nerede kuracağız?

Kapalı kapılar ardında değil, birbirimizi tanıyıp birarada durarak işverene karşı konuşma platformlarını yaratmamız gerekiyor. Yaratmayıp patronun iki dudağının arasında mâhkum kaldığımızda işsizlik korkusunu daha şiddetli yaşayacağız.

  • İşvereniniz kitaba nasıl tepki gösterdi?

Uluslararası bir şirkette çalıştığım için ve bünyesinde birçok içerik üreticisi, kitap yazarı, kanaat önderi olduğu için işverenimin kitaba herhangi bir müdahalesi olmadı. Ve bu benim için bir şans. Çalıştığım şirket ne kitap yazmama ne de içeriğine karşı negatif bir tavır geliştirmedi. Hatta birçok çalışma arkadaşım, yöneticim kitabı coşkuyla karşıladı.

  • Kitabı okuyan biri ne düşünsün, aklında ne kalsın istersiniz?

Doğadaki her canlı tarihin çarkına müdahale ediyor. Biz de tarihin çarkına müdahaleyiz.  Kitabı okuyan herkes kendisi, çalışma arkadaşları ve gelecek nesillerin daha iyi çalışma hayatı için bugün yapacağı kelebek etkisinin farkında olsun isterim. Kapalı kozamızda kaderine razı çalışan yerine şu anki çalışma arkadaşlarımıza ve gelecek nesillere bir dayanışma borçlu olduğumuzu hissetsin isterim.

KADIKÖY İSTANBUL’UN SON GERÇEK KÖYÜ

  •        Ne kadar zamandır Kadıköylüsünüz ve Kadıköylülük nasıl bir şey?

Hayatımın ilk 18 yılını İzmir’de, ikinci 18 yılını İstanbul’da, son beş yılını yurt dışında yaşayan biri olarak Anadolu Yakası’na sıkça yolum düşerdi ve burası bana çok uzak, yabancı gelirdi. Ve hep çevremden “bi alışsan çok seversin” cümlelerini duyardım. Oğlumun Saint-Joseph Fransız Lisesi’ne başlamasıyla birlikte ben burada da bir yaşam kurabilirim fikri aklıma düştü. Ve o zaman uzun yıllar yaşadığım Karşıyaka ile Kadıköy’ün deniziyle, çarşısıyla birbirine çok benzediğini gördüm. 40 yaşında Kadıköylü oldum ve beni bağrına en hızlı basan yer Kadıköy oldu. Birkaç hafta içinde Kadıköylü olduğumu hissettim. Karşıyaka ile Kadıköy’ün ne kadar benzediğini ve insanların bu semtin, bu yaşam biçiminin neden bu kadar sevdalısı olduğunu anladım. İyi ki yolum Kadıköy’e düşmüş.

  • Kadıköylülüğü nasıl tanımlıyorsunuz?

Bence Kadıköy İstanbul’un son gerçek köyü. Çünkü burada kendi kendine yetme hali var. Bir köy bakkalı, okulu, ibadethanesi, tarlası ile kendine yeter. Kadıköy’den hiç çıkmadan haftalar, aylar geçirebilirsiniz. Kadıköy sosyal hayatı, alışveriş olanakları, yaşam alanları, eğitim kurumları, doğası, deniziyle kendi kendine yeten bir yer. İstanbul’da hatta Türkiye’de kendisine yeten başka bir ilçe olduğunu düşünmüyorum.


ARŞİV