Zeynep Altıok Akatlı: “Sivas’ta ortaçağ karanlığını yaşadık”

 Zeynep Altıok Akatlı, şair-yazar-ressam Metin Altıok ile felsefeci-yazar-bilimkadını Füsun Akatlı’nın biricik kızı. Bu ülkenin yaşadığı en büyük katliamlardan birinde babasını kaybeden, iki yıl önce de annesinden ayrılan ve hiç yılmadan aydınlık yarınlar için mücadeleye devam eden Zeynep Altıok Akatlı’yla, yaşamaktan “huzur” duyduğu kenti Kadıköy’de bir kafede buluştuk, derin bir sohbete daldık.

03 Mayıs 2012 - 15:02

Çocukluğunuz Ankara’da geçmiş. Nasıl Kadıköylü oldunuz?

Evet, Ankara’da doğdum, ilkokul ve ortaokulu orada okudum. Lise 1’den itibaren İstanbul’da devam ettim eğitime, annemin görevi nedeniyle taşınmıştık. Tabii annem doğuştan İstanbullu. Babam İzmirli. İzmir’in biliyorsunuz bir Ege ruhu vardır. Ankara’nın da sakinliği… Ankara’yı ve İzmir’i yaşamış kişiler olarak İstanbul’un karşı yakasında o ruhu ve sakinliği bulmamız mümkün değildi.

İzmir’i Kadıköy’e benzetirler…
Evet, o yüzden huzuru Kadıköy’de bulduk diyebilirim. Annemle beraber Kadıköy’ü tercih ettik ve buraya yerleştik. 1983’ten beri kesintisiz Kadıköy’de yaşıyorum. İlk 15 yıl Bostancı’da yaşadım. 10 yıldır da Şaşkınbakkal’daki bu evimdeyim.
 
Sizin için ne ifade ediyor Kadıköy?
Açıkçası huzur ifade ediyor. Balkonsuz bir evde yaşamak istemeyen biriyim, sanırım İzmir ruhundan kaynaklanıyor. Karşıda bitişik nizam apartmanlar, ağaçsız sokaklar, grinin hakim olduğu bir renk tonu, kalabalık keşmekeş beni çekmiyor. Bu tarafta yeşilin ve denizin yanında olmak, yürüyerek bir yerlere gidebilme keyfini yaşamak, mahalle kültürünü hissetmek, fırının, kasabın, ayakkabı tamircisinin mahallenin içinde olması beni çeken en önemli özellikler. Bağdat Caddesi çok renkli, nefes aldırıcı bir yer. Yine trafiğe kapalı uzun sahil yolu, hayatın yoğunluğundan, İstanbul’un kalabalığından kaçmak için ya da bunlarla başa çıkabilmek için çok güzel. İstanbul’da komşuluk ilişkisi de kalmadı artık, olan da Kadıköy’de. Ben estetiğe de önem veren biriyim. Oturduğum, gördüğüm yerin güzel olmasını önemsiyorum. Kadıköy çok güzel bir yaşam merkezi.
 
Peki anneniz Füsun Akatlı ve babanız Metin Altıok'u düşününce; onlarla birlikte Kadıköy’ün özel bir yeri var mı?
Babam açısından Kadıköy pek bir şey ifade etmiyor benim için. Çünkü babam İzmirli, Ankara’yı çok sevmiş. Bir Ankara şairi diyebiliriz. Bozulmamışlığıyla, yalınlığıyla, naifliğiyle tam bir Ankara şairiydi. Görevi gereği Bingöl’e tayin oldu ve çok uzun yıllar Bingöl’de yaşadı. Annem ve babam ben 10 yaşındayken ayrılmışlardı. O yüzden benim babamla İstanbul’da çok fazla hatıram yok. Sadece Cemal Süreya şiiri ödülünü almak üzere İstanbul’a geldiğinde birlikte vakit geçirdik. Bir de biz hep birlikte Ankara’da yaşarlarken İstanbul’a yaptığımız kısa ziyaretler var. Turgut Uyar, Tomris Uyar, Metin Eloğlu, Cemal Süreya gibi isimleri ziyaret ederdik ve onlar daha çok karşı tarafta yaşarlardı. 
Ama annem eski İstanbullu bir ailenin kızı. Annemin ailesi, aile büyükleri, çok sevdiğimiz kuzenler bu tarafta, Kadıköy’de yaşıyorlar. Ankara’dan geldiğimizde de Kadıköy’e akrabaları ziyarete gelirdik. O zaman da çok severdim. Annemle özdeş bir Kadıköylülük durumu var gerçekten. İkimizin tercihi de Kadıköy’e yerleşmek yönündeydi. Annemi kaybedene kadar da burada birlikte yaşadık. Kadıköylü Füsun Akatlı’nın bu tarafa yerleşmesi çocuk yaşta İstanbul’a gelen benim bir İstanbul travması yaşamamam için çok doğru bir tercihti. Kadıköy’ün birçok yerinde çok güzel anılarımız oldu.
 
Sivas katliamı, bu ülkenin tarihindeki en büyük katliamlardan biri. Bizler birçok aydınlık insanla birlikte şair, yazar ve ressam Metin Altıok’u kaybettik bu katliamda ama siz babanızı kaybettiniz. 2 Temmuz 1993, Zeynep Altıok Akatlı’nın yaşamını nasıl etkiledi ve nasıl yön verdi?
Elbette her babanın ölümü bir kız çocuğu için travmatik bir şey ama insanın babasını bu kadar korkunç bir sonla kaybetmesi daha da ağır. Bu kişiye özel bir duygu yoğunluğu olarak adlandırılabilir ancak sonrasında yaşadığımız çok uzun hukuk ya da “hukuksuzluk” süreci, haksızlıklar, mücadele, gerçek faillerin yakalanması için harcadığımız çaba, çok uzun, çok dikenli bir yol. Bu uzun süreç boyunca verdiğiniz mücadele, yaşadığınız acıyla birleşince çok daha ağır bir hal alıyor. Bir taraftan da bırakamadığım bir sorumluluk. Sadece kendi babanız için değil, toplum için, bu ülkenin geleceği için, yeni nesiller için, benzeri acıların oluşmaması için demokratik ve eşit bir ortam hayaliyle verilen bir çaba bu. Onlarca faili meçhul siyasi cinayet ya da birçok katliam, benzeri hukuksuz süreçleri içeriyor ve hiçbirinin faili yakalanmış değil. Sivas da bunlardan bir tanesi. Amacımız, ortak bir bilinç yaratmak, toplumsal bir bellek oluşturmak, vicdani bir ortamın sağlanması… Yoksa ben çok önceden gerçek faillerin gerektiği gibi yargılanacağı umudunu bir kenara bıraktım. Ama bunu unutturmamanın ve 19 yıllık hukuksuzluğun tarihte yerini alması için yapılması gerekenleri birincil öncelik olarak görüyorum. Geçmişe doğru hesaplaşmayı artık daha doğru buluyorum. Çünkü bitmiyor, Sivas’la da bitmedi… Çok taze başka acılar var; Uludere katliamı gibi. Taze kanayan yaraları iyileştirebilirsek, kabuk bağlamaya yüz tutmuş yaraları çok daha kolay iyileştiririz. Sivas’ı doğru okuyarak Uludere’yi ele almak gerekiyor. İnsanlar bu tür acıları yaşadıkça daha mücadeleci, daha duyarlı oluyor. O nedenle ben de böyle, çok da istemeyerek, çok ortalardayım, göz önündeyim.
 
Ama bu yaşadıklarınız ve 19 yıldır süren hukuk süreci biraz da sizi buna zorluyor sanırım..
Evet, biraz öyle. Geçtiğimiz günlerde Meclis’te İnsan hakları Komisyonu toplantısına katıldık. Akıl almaz sorularla karşılaştım. Aynı gün dinlenen Başbağlar katliamı vardı. İşte siyasilerin bu gibi duyarsızlıkları, bugüne kadar ulaşmadıkları insanlara ulaştıklarında dahi siyasi konuları daha ön planda tutmaları nedeniyle orada bizim yaşadığımız sözlü bir tartışma basında daha çok yankılandı. Ne Sivas’ın özünde görülmesi gereken aksaklıkları basına yansıdı, ne de Başbağlar katliamı basında kendine yer bulabildi. Çok üzücü buluyorum bu durumu.
 
Aradan geçen yaklaşık 20 yılda zihniyetin değişmemesiydi belki de gündemleşen. Çünkü o zaman “Aziz Nesin tahrik etti” deniyordu, 20 yıl sonra da bir milletvekili size “Hiç, Aziz Nesin konuşmasaydı, babam ölmezdi diye düşündünüz mü?” diye sordu.
Evet, aynen öyle oldu. Yani siz birisini, bir mağduru dinlemek için Meclis’e davet edeceksiniz sonra duyduklarınızı beğenmeyip onun algısını değiştirmeye çalışacaksınız. Evet, benim algımı değiştirebilirler ancak somut adımlar atarak… Sayın vekil benimle ağız tartışmasına gireceğine, ertesi gün bir soru önergesi verse ya da Toplumsal Bellek Platformu’nun 17 kez Meclis’e getirdiği öneriye bir kulak açsa çok daha anlamlı olurdu.
 
Sivas davası, tüm toplumsal muhalefete, vicdana rağmen zaman aşımına uğradı. Bu 20 yıllık hukuk mücadelesinin sonunda bu kararın çıkması adalete güveninizi sarstı mı?
Kendi 20 yıllık serüvenim içerisinde adalete güvenim olmadığı gibi adalet içerisinde karşımıza çıkan çelişkilere baktıkça o güveni yitiriyorum. O gün Meclis’te de dile getirdim; insanları yakarak ya da boğarak ya da nasıl öldürdükleri fark etmez bir katliamın sanıkları tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyorlar ve yurt dışına kaçıyorlar oysa tek suçu kitap yazmak olan gazeteciler, duvarlar ardına hapsedilip evlatlarıyla bile cam arkasından görüşebiliyorlar. Bu hukukun doğru işlemediğini gösteriyor zaten.
 
Madımak Oteli, bir utanç müzesi olması talepleri görmezden gelinerek Bilim ve Kültür Merkezi’ne dönüştürüldü. Girişe konulan plakette de katliamda yaşamını yitirenlerin adları yer aldı ancak katliamı yapmak üzere otele girip ölen iki eylemciyle birlikte… Siz de bir yazınızda babanızın adının o plaketten kaldırılmasını istediniz. Talebiniz karşılık buldu mu?
Talebimiz karşılık bulmadı. İlk önce Valiliğe dilekçe verdik, talebimiz reddedildi. Dolayısıyla hukuk yolu açıldı, mahkemeye verdik. Henüz davamız sonuçlanmadı. Biz topluca, bütün aileler olarak başvuru yaptık. Ama daha önce Gülsüm Karababa’nın ailesi başka bir taleple mahkemeye başvurmuştu ve onların talebi reddedilmişti. Yani orda da fazla yol alabilecek gibi görünmüyoruz. Plaketin ötesinde biz orda bir kültür merkezi de istemiyoruz. Meclis’te de söyledim; içinde masal kahramanlarının bulunduğu, çocukların içinde gezindiği bu “tuhaf” merkezi istemiyorum. Orasının gerçek anlamda bir İnsanlık Utancı Müzesi olması gerekiyor. Talebimiz devam ediyor, peşini bırakmayacağız.
 
Bu talebinizi dile getirdiğiniz “Sizin hiç babanız yandı mı?” başlıklı yazınız nedeniyle çalıştığınız üniversitede işinize son verildi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İfade özgürlüğünün üniversitelerde yeşermesi, en çok oralarda korunması gerektiğini düşündüğüm için çeşitli sebeplerle bu konuda uyarılmış olmak ve sonrasında da böyle bir sonuçla karşı karşıya gelmek içinde bulunduğumuz karanlık günlerin aydınlığa kavuşmasının ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Derin bir iç üzüntüsü yaşadım. Tek isteğimiz “Gerçekler aydınlansın, her kim incinecekse incinsin.”. Toplumsal Bellek Platformu olarak da kabul ettiğimiz bir söylem bu.
 
Anneniz yazar- felsefeci Füsun Akatlı nasıl etkilendi bu olaydan?
Onun kendi cümlesiyle ifade etmek gerekirse – ki bu benim o yıl verdiğim ölüm ilanının da cümlesi idi – “Bir ortaçağ karanlığında Metin Altıok’u yitirdik.” Gerçekten bir ortaçağ karanlığını bu yüzyılda yaşadık ne yazık ki. Elbette o da yaşamının çok önemli bir döneminde hayat arkadaşlığı yaptığı, kızının babasını yitirmiş olmanın acısının yanında hiç tanımasa da bir aydını yitirmiş olmanın derin üzüntüsünü yaşadı. Bu ülkenin geleceği için derin endişeler yaşadı herkes gibi.
 
Şair-yazar-ressam bir babanın ve felsefeci-bilimkadını-edebiyatçı bir annenin kızı olmak nasıl bir duygu? Sorumluluğu büyük mü?
Bir kere çok donatıcı, çok zenginleştirici. Çocukluğunuzdan itibaren birçok güzellikle büyüyorsunuz, bu bir şans. Ama bir yandan da evet sorumluluk olarak baktığımızda hem bir layık olma içgüdüsü hem onların çizgisinden çıkmama gibi büyük bir sorumluluk oluyor. Bu kadar dik durmuş, toplumu insanları kendi özünden ve hayatından ön plana alan insanların ideallerinden ve çizdikleri profilden çıkmama içgüdüsüyle yaşıyorsunuz. Böyle üzüntüler, acılar yaşayınca da bu duruşu korumak da bir görev haline geliyor. Bundan gocunmuyorum aksine bununla gurur duyuyorum. Her zaman onlara layık olmaya çalışacağım. Diğer taraftan küçük bir yazı yazsanız bile “Metin Altıok’un kızı ne yazmış, nasıl yazmış” diye bakıyorlar. Çok uzun yıllar yazmadım, sadece bir kitabım var “Yıldız İzi” adlı, portrelerden denemelerden oluşuyor. Birikimin bir sonucu oldu ama ben kendimi hiçbir zaman bir edebiyatçı olarak kendimi onlar gibi görmem. Ama onlar olmasaydı bu kitabı yazamazdım. Bu arada şunu da eklemek isterim; babamın soyadını zaten aldım ve herkes benim Metin Altıok’un kızı olduğumu biliyor ama ben annemin de kızıyım ve özellikle yazılarımda Akatlı soyadını da kullanıyorum. Çünkü insanların benim Füsun Akatlı’nın kızı olduğumu da bilmelerini istiyorum.
 
Sizden birer cümleyle Metin Altıok’u ve Füsun Akatlı’yı tanımlamanızı istesem…
Annemle ilgili kitapta yazdığım portrenin başlığı, bence onu en iyi anlatan cümlelerden biri: “Sırça kırılganlığında bir demir leblebi” demiştim annem için. Gerçekten çok onurlu, çok idealist ve hocalığın getirdiği bir mesafesi de olan dik bir kadındı. Ama tanıyan herkes bunun bir dış görünüş olduğunu anlardı. Son derece neşeli, duyarlı ve kırılgan bir insandı.
Babam için “acı” kelimesini içine kullanacağım bir cümle bulmak gerekir. Daha yalnız, daha içe dönük, daha acılı ve daha kendini kanatan bir insandı. Bu da yine toplumun acılarına duyarsız kalmamakla ilgili bir durumdu. Babam için “Çetrefilli bir yolun acılı duyarlı şairi” diyebilirim.

 

Röportaj: Semra ÇELEBİ

Fotoğraflar: M.Murat AYDIN


ARŞİV