Beste NÂSIR ([email protected])
Bu ay, yine adım adım Kadıköy sokaklarında dolaştığımız bir ilk roman köşemizde. Ekonometri Bölümü mezunu Burak İhsan’ın “Haziran Kalsın” adlı kitabı yazarın ilk romanı çünkü. Kitapta hem aşk hem “yasak aşk” var, hem geçmişte takılıp kalma hem gelecek için heyecan duyma var. İşte, bana kalırsa kitabın adının “Haziran Kalsın” olması da gelecek için duyulan bu heyecanla ilgili.
Kitap bir yandan Kadıköy’de bir aile apartmanında yaşayanların hayatlarına odaklanıyor bir yandan da bir kent olarak Kadıköy’ün izini sürmemize yardımcı oluyor.
Artık romana daha yakından bakmaya ne dersiniz? Sözünü ettiğim aile apartmanı Suphi Bey Apartmanı. Kadıköy’de bulunan bu apartmanda Suphi Bey ve ailesi yaşıyor. Aslına bakılırsa Suphi Bey bu apartmanı eşi ve üç çocuğunun geleceğini düşündüğü için alıyor. Aradan geçen zaman içinde Suphi Bey ve eşi Dilşad Hanım ölünce apartmanda iki kız bir erkek kardeş eşleri ve çocuklarıyla birlikte yaşamaya devam ediyorlar.
Hem ne yazık ki hem iyi ki!
Yaşam, Suphi Bey Apartmanı’nda yaşayanlar için de inişli çıkışlı, hem sürprizli hem sorunlu akıyor elbette. Hemen her birimizin hayatı gibi yani. Bir yanda gülümsemeler, heyecanlar var, ama başka bir tarafta da ölüm, hüzün, hayal kırıklıkları, çeşit çeşit sorunlar hiç eksik olmuyor. Zaten hayat dediğimiz, içinde sürekli çırpınıp durduğumuz şey de böyle bir şey; hem ne yazık ki hem iyi ki. Peki insan? İnsan bu iki uç arasında gidip gelmekle görevli sanki; çoğu kez hayatın ona dayattıklarını yaşamak zorunda kalan ve hatta hayatın ezici gücüyle hiçbir zaman tam olarak mücadele edemeyen acınası bir canlı... Öyle sıkışıp kalmış, yalnız, sürekli bir koşuşturma içinde ve belki, en önemlisi de, gözleri hep mutluluğu, huzuru arar halde...
Şimdi, biz önce Kadıköy’e sonra Suphi Bey Apartmanı’nda yaşayanlara uzanalım.
Romanın dördüncü bölümüne Yeldeğirmeni’nde gün doğumunu anlatarak başlıyor Burak İhsan ve bizde de Kadıköy’le ilgili gayet hoş bir tablo oluşuyor böylece. Burak İhsan’a kulak verelim o halde: “Gün doğumu, efsunlu bir andır Yeldeğirmeni’nde. Kırdaki horozların vazifesini burada martılar üstlenir. Her daim aç olan karınlarını doyurmanın telaşından mıdır yoksa güneşe yaptıkları bir serenat mı bilinmez, çatıların üzerinde avaz avaz dönmeye başlarlar ilkin. Semtin yeni sakinlerine kalk borusu olan bu çığlıklar, zamanla sabah uykularını mayalayan tatlı bir ezgiye dönüşür. Güneşin ilk ışıkları, denize çıkan sokaklara vurur önce. Suyun durgun yüzeyinden yansıyan parıltı binaları baştan aşağı yıkar (...)”.
Bu güzel Kadıköy izleniminden sonra Suphi Bey Apartmanı’na dönelim tekrar. Apartmanda üç kardeş aileleriyle birlikte yaşıyor ve bir de komşuları Ahsen var. Zamanla en büyük kardeş Suna’nın oğlu Suphi Ahsen’e âşık oluyor. Tanıştıkları sırada Ahsen’in üniversiteden mezun olduktan sonra iş bulamadığı için işletme yüksek lisansına başladığını öğrenen Suphi ona şunları söylüyor: “Ne yazık ki sistem insanları sürekli makyaj yapmaya zorluyor. (...) Kimi daha güzel, kimi ise daha bilgili görünmek için durmadan bir şeyler yapmak zorunda hissediyor kendini. Hâlbuki sizin ikisine de ihtiyacınız yok gibi”. Gerçekten de, içinde bulunduğumuz bu dönemde kendimiz için isteyerek, içimizden gelerek yaptığımızı sandığımız, ama aslında hiç de öyle olmayan bir şeylerin peşinden sürükleniyoruz sürekli. Bu sürüklenişler hayatın her alanı için farklı farklı ortaya çıksa da en sonunda tek bir sonuçla karşılaşıyoruz bana kalırsa: Önüne geçilemeyecek bir anlamsızlaşma, değersizleşme; daha basit bir ifadeyle bir içi boşluk ya da sadece “yapma”, gerisiyle hiç ilgilenmeme. İlerleyişin böylesi yayıldıkça da hem kişisel hem de toplumsal pek çok tahmin edilebilir ya da edilemez tehlikeler yaratıyor tabii.
“Denizin mavisi Moda’nın yeşiliyle birleşir, mutlu insanlar dünyaya getirirdi yaz boyu”
Suphi’den sonra biraz da annesi Suna’ya bakalım. Şunları söylüyor anlatıcı onunla ilgili: “(...) Geçmişle hesabını kapatmıyordu bir türlü. Aklı yaşayamadıklarında, haksızlık olduğunu düşündüklerinde, yitirdiklerinde takılıp kalmıştı. Annesinin yorucu hastalığı, bu hastalığın babasını da ardından sürüklemesi; babası yüzünden evlendiği adamın ona yaşattıkları, ardında küçük bir çocuk bırakarak sorumsuzca göçüp gitmesi; cesedinin üzerinden çıkan mektup, yaptıklarından pişman oluşu, hatalarını telafi etme arzusu... Her biri elbirliği yapmış, aklını esir almışlardı. Geçmişin yükünden, acılarından, ihtimallerinden kurtaramıyordu yakasını. Günü göremiyor, anı yaşayamıyor, geleceği ise aklına bile getiremiyordu”. Bütün bunlardan dolayı yardım aldığı klinikten çıktığında Moda’ya, sahile gitmeye karar veriyor Suna bir yaz günü. Sonrası için yine anlatıcıya kulak verelim: “(...) Böyle havalarda cıvıl cıvıl olurdu sahil. Denizin mavisi Moda’nın yeşiliyle birleşir, mutlu insanlar dünyaya getirirdi yaz boyu. Kayıkhane yokuşundan inip deniz kenarına vardığında, gözlerini uzun süre karanlıkta kalmış birinin yaptığı gibi kısarak, etrafını izlemeye başladı. İnadına devam eden bir hayat vardı dışarıda ve o, nicedir uzak kalmıştı bu hayattan”. Peki, hayat inatla devam ederken her birimiz ne kadar hayatın içinde olabiliyoruz, keyif aldığımız anları ne kadar tekrarlayabiliyoruz? Günlük hayatın yoğun temposundan, içinde sıkışıp kaldığımız zorunluluklarımızdan dolayı belki çoğumuz gün içinde gökyüzüne bile bakamıyoruz.
Ben, yine romandaki bütün karakterlerin yaşamına ve önemli olan bütün ayrıntılara dokunamayacağım, ama şunu söylemeden de geçmeyeyim: Burak İhsan, bu ilk romanında günlük hayattaki problemleri gayet açık bir dille gözlerimizin önüne seriyor. Bunun yanında kocaman bir hayat canlanıyor zihnimizde acısıyla tatlısıyla, pişmanlıklarıyla şaşkınlıklarıyla. Yani, romanda bütün olup bitenler hayatın içinde rahatlıkla yer bulabilecek türde. Olası bir hayata kapı aralayıp bizleri de bu hayata davet etmek istemiş sanki Burak İhsan.
Böyle bir daveti kaçırmayalım bence.