“Devlet üzerine düşen yükümlülükten çekildi”

İstanbul Sözleşmesi’nden ilk ve tek çekilen ülke olan Türkiye’de kadına şiddet artarak sürüyor. Avukat Ezel Buse Sönmezocak, “İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek demek ‘devlet olarak üzerime düşen yükümlülüklerden çekiliyorum’ demek” diyor

25 Kasım 2021 - 10:16

Resmi Gazete’de, 19 Mart’ı 20 Mart’a bağlayan gece İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldığına dair bir genelge yayınlandı. 1 Temmuz 2021’de ise Türkiye resmi olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan ilk ve tek ülke oldu. 

Peki, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasından bugüne kaç kadın öldürüldü? bianet Erkek Şiddeti Çetelesi’nde yer alan verileri referans aldığımızda, nisan ayından kasım ayına kadar erkekler en az 165 kadını öldürdü; 485 kadına şiddet uyguladı; 57 kadına tecavüz, 119 çocuğu istismar etti. 

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının ve cezasızlık politikalarının doğurduğu sonuçları Kadının İnsan Hakları - Yeni Çözümler Derneği’nden avukat Ezel Buse Sönmezocak ile konuştuk.

İstanbul Sözleşmesi'nden ilk çıkan ülke Türkiye oldu. İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılmasının, kadınlar ve LGBTİ+'lar için ne gibi sonuçları oldu?

İlk ve tek çekilen ülke evet. İstanbul Sözleşmesi’nin amacı kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle mücadele. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek demek, ‘kadına yönelik şiddetle mücadele etme, kadının şiddetten uzak, özgür bir hayat sürme, eşit bir şekilde hayata karışma hakkına saygı duymuyorum, bu hakkı tanımıyorum, bu hak için devlet olarak üzerime düşen yükümlülüklerden çekiliyorum’ demek. En net ifadesiyle bu. Üstelik bu sözleşmeden çekilme nedeni olarak gösterilen de, en temel insan hakkı olan eşitlik hakkının ve bu kapsamda devletin ayrımcılık yapmama yükümlülüğünün inkarı oldu. LGBTİ+lara açıkça, doğrudan ve devletin en üst kademesi tarafından yönelen nefret söylemi ile çekilmenin meşrulaştırılmaya çalışılması, zaten LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılık ve şiddetin olabilecek en üst politik düzeyde meşrulaştırılması anlamına geliyor. Dolayısıyla çekilmenin en büyük sonucu budur. Devletin en üst kademesinin tüm bu süreçte ve nihayetinde çekilme kararıyla, milyonlarca kadına rağmen, toplumun çok ciddi bir kesiminin güçlü karşı çıkışına rağmen, kadın haklarına, toplumsal cinsiyet eşitliğine ve eşitlik ve ayrımcılık yapmama ilkesine açıkça savaş açtığının ilanı. 

Bu karar neye yol açtı?

Devletin en üst kademesinden gelen böylesine yüksek sesli bir ilan tabii ki şiddete uğrayan kadınlar, ev içi şiddet mağdurları ve özellikle de LGBTİ+lar için şiddet ve ayrımcılık karşısında destekten ve adalete erişimden daha da uzaklaştırılması anlamını taşıyor. Sözleşmeden çekilme kararının akabinde özellikle kolluk birimlerinde kadınların şiddet başvurularının türlü sebeplerle alınmadığına ilişkin gözlemler paylaşıldı. Her ne kadar 6284 sayılı kanun yürürlükte olsa da, 6284’ün dayanağı olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin uygulamayı etkileme, eksik ve hatalı uygulamalara yol açma olasılığı inkar edilemez. Zira her şeyden önce, çekilmenin kolluk ve savcılık makamları başta olmak üzere uygulayıcı ve hizmet sunucular için psikolojik ve politik bir etkisi de var.

“BÜTÜNLÜKLÜ POLİTİKALAR ÖNEMLİ”

Erkek şiddeti ve kadın cinayetleri davalarında fail yeterli cezayı alabiliyor mu sizce? Davalar adil bir şekilde yürütülüyor mu?

Esasen hukuk sistemimizde yaralama ve öldürme suçlarının cezaları oldukça yüksek. Yüksek cezaların toplumsal cinsiyet temelli şiddetle mücadele etmede etkili bir yöntem olduğunu düşünmüyorum. Önemli olan yüksek cezalar değil, yargılamaların toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifiyle yürütülebilmesi, kadınların ve tüm ev içi şiddet mağdurlarının adalete erişebilmesinin önündeki engellerin kaldırılması ve toplumsal cinsiyet eşitliğini hedefleyen bütünlüklü politikaların hayata geçirilmesi. Çünkü sorun A’nın, B’nin yüksek ceza alması ya da almaması değil, kadına yönelik şiddetin nedeni olan tarihsel, sistematik ve toplumsal bir şekilde kendini ataerki ile var eden kadına yönelik ayrımcılık. Bunun önüne cezaları yükselterek geçemezsiniz. Salt ceza hukukuyla da geçemezsiniz. Bunun haritasını İstanbul Sözleşmesi bize çok net bir şekilde veriyor. Cezalar önemli ama tedbir hukuku daha önemli olabilir diyor, önleyici koruyucu mekanizmalar daha önemli olabilir diyor, bütünlüklü ve koordineli politikalar daha önemli olabilir diyor. 

Ancak şu muhakkak bir gerçek ki, Türkiye’de kadına yönelik şiddet vakalarının hukuka yansıyan bölümünde en önemli sorunlardan biri, cezasızlık kültürü. Cezasızlıktan kastım sadece faillerin ceza almaması ya da az ceza alması değil. Soruşturma aşamasından başlamak suretiyle, tüm yargılama boyunca süregelen ve özellikle de ispat hukukunun toplumsal cinsiyet perspektifiyle işletilmemesi nedeniyle kadınların maruz bırakıldığı ikincil mağduriyetler de cezasızlık kültürüne içkindir. Kadınların ısrarlı çabalarıyla atılan bazı olumlu hukuki adımlar, -töre saikiyle cinayetin artık bir indirim değil ceza artırım sebebi olması gibi- uygulamada toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifine sahip olmayan hakim ve savcılar tarafından neredeyse işletilmiyor. Haksız tahrik kurumunun toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinden uygulanmaması, aksine kadına yönelik şiddeti neredeyse ödüllendiren ve meşrulaştıran sonuçlara yol açacak şekilde uygulanması ya da özellikle cinsel şiddet vakalarında “rıza” kavramının yanlış ve toplumsal cinsiyet körü bir şekilde uygulanması gibi. Dolayısıyla yargılamaların adil bir şekilde yürütülmesi problemi, günün sonunda uygulayıcıların yani hakim, savcı ve avukatların toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifine sahip olup olmadığı ile ilgili.

Türkiye'deki cezasızlık politikaları kadınlar için ne gibi sonuçlar doğuruyor?

Cezasızlık ve kadınların yaşadıkları şiddeti ilgili kurumlara bildirememesi arasında doğrudan bir sebep-sonuç ilişkisi var. Hacettepe Üniversitesi ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2014 araştırması Türkiye’de fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kalmış kadınların yüzde 89’unun yaşadıkları bu şiddeti, herhangi bir kuruma bildirmediğini, herhangi bir kurum ya da kuruluşa başvurmadığını ortaya koyuyor. Yüzde 89 inanılmaz büyük bir oran. Kadınlara bunun nedenleri sorulduğunda ise, aynı araştırma bize yüzde 32 gibi bir oranla bunun nedeninin kadınların yaşadıkları utanç, bu şiddetin duyulmasından sonra “adının çıkacağı” gibi nedenlerle duyulan korku hissi, nereye başvuracağını bilmemek ya da başvursa bile yardım alabileceğine inanmamak geliyor. Kadınlar şiddet karşısında güçlendirici mekanizmaların olduğunu düşünmüyor, hukuki yola girmenin kendilerini yoracağını, yıpratacağını, uzun süreceğini, üstelik sonunda da faillerin ceza almayacaklarını bildikleri için maruz bırakıldıkları şiddeti bildirmiyor. Bu durum da şiddetin konuşulamaz, hesap sorulamaz, çözülemez bir mesele olarak kalmasına katkıda bulunuyor. Böylece kendini tekrar eden bir döngüye giriliyor ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği iyiden iyiye derinleşiyor. 

ÇÖZÜM İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NDE

Kadına yönelik şiddetin son bulması için ne gibi politikalar yürütülmeli?

Bunun cevabını en ayrıntılı ve kapsamlı şekilde İstanbul Sözleşmesi veriyor. İstanbul Sözleşmesi bize şunu söylüyor: Kadına yönelik şiddeti münferit bir olay olarak görürseniz, altında yatanın toplumsal cinsiyet eşitsizliği olduğunu görmez, mücadelede toplumsal cinsiyet eşitliğini hedeflemezseniz, başarılı olamazsınız. Çünkü kadına yönelik şiddet, münferit bir mesele değildir. Bir alkol, eroin, cinnet problemi değildir. Failler alkolik, eroinman ya da canavar değiller. Aksine, failler evdeler, işte beyaz yakalı yöneticiler, üniversitede profesörler, hayran olunan sanatçılar. Çünkü toplumsal cinsiyet temelli şiddet bir eşitlik ve ayrımcılık problemi. Siz bunu münferitleştirdiğinizde, olaya sadece içki, alkol, psikolojik sorun gibi baktığınızda, sadece suç ve ceza ikiliği ile çözmeye çalıştığınızda asla başarılı olamazsınız. Öncelikle toplumsal cinsiyet eşitliğini hedefleyecek, bu yönde medyayı, sivil toplumu, özel sektörü ve devletin tüm idari mekanizmasını birbiriyle konuşan, koordineli politikalarla bir araya getirmelisiniz. İşte İstanbul Sözleşmesi tam da bunları anlatıyor.

AYRIMCILIK YAPMAMA İLKESİ

Sizce kadınlar hukuki açıdan en çok hangi aşamalarda ayrımcılığa maruz kalıyor?  

İstanbul Sözleşmesi’nin günah keçisi ilan edilmeye çalışılmasının nedeni, Sözleşme’nin ayrımcılık yasağına ilişkin maddesiydi. Sözleşme, “kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle mücadelede kollukta, savcılıkta, yargılama aşamasında, tedbir hükümlerini alırken, hukuku uygularken hiç kimseye ayrımcılık yapma” diyordu. Yani Suriyeli bir kadın karakola şiddet bildiriminde bulunmaya gittiğinde Suriyeli olduğu, Arap olduğu, Hristiyan olduğu, lezbiyen olduğu, sakat olduğu, çok yaşlı ya da çok genç olduğu için, trans olduğu için ya da bekar ya da evli olduğu için ayrımcılık yapma. Bu kanunu herkes için eşit ve etkili şekilde uygula. Tüm bu saydığım gruplar, maalesef adalete erişimde ayrımcılığa uğrayan veya uğrama riski yüksek olan gruplar.  Bu sebepsiz yere getirilen bir güvence değil çünkü kadınlar hukuk sisteminde daha kollukta başlamak üzere kimlikleri üzerinden ayrımcılığa maruz kalıyor. Kimlikleri yeterince samimi, yeterince “makbul” değilse, anlatıları, delilleri inandırıcı bulunmuyor, sorgulanıyor ve uğradıkları ayrımcı muamele günün sonunda cezasızlık kültürüne çıkıyor. Şikayetçi oldukları saat, üzerindeki elbiseler, evli olup olmadıkları ya da özel hayatları sürece dahil oluyor. İstanbul Sözleşmesi buna ilişkin de hüküm ihtiva ediyor. ‘Hukuki süreçlerde mağdurun cinsel geçmişi veya özel hayatıyla ilgili bilgileri ispat hukukuyla ilgili sürece dahil etme’ diyor.

Şiddet gören kadın hangi kurumlara başvurabilir? Hukuki açıdan nerelerden destek alabilir?

Polise, jandarmaya, savcılığa, baroların adli yardım ve/veya kadın hakları merkezlerine, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı il müdürlüklerine, Şiddet Önleme ve İzleme Merkezlerine, kaymakamlığa, belediyelerin kadın dayanışma merkezlerine ve tabii ki kadın hakları alanında çalışan sivil toplum örgütlerine başvurabilirler. Dayanağı İstanbul Sözleşmesi olan 6284 sayılı kanun uyarınca tedbir talebi aldırmak için yine tedbir talebinin niteliğine göre kolluğa, savcılığa ya da kaymakamlıklara başvurabilirler. Alo 183 acil destek hattını arayarak destek alabilir, dil problemi yaşamaları halinde mülteci ve göçmen hakları üzerine çalışan sivil toplum örgütleriyle iletişime geçebilirler. Yine lezbiyen, biseksüel ve trans kadınlar da LGBTİ+ dernek ve kurumlarla iletişime geçebilir. Üniversite öğrencileri, eğitim gördükleri üniversitenin varsa cinsel şiddet kriz merkezlerine ya da kadın araştırmaları merkezlerine başvurabilir. İşyerinde yaşanan şiddet vakalarına ilişkin tüm bu saydıklarımızın yanı sıra iş hukukundan kaynaklı olarak doğan hak ve yükümlülükler nedeniyle yine varsa işyerinde cinsel şiddetle mücadele amacıyla kurulan birimlere başvurabilirler. 

25 Kasım’a gelirken 25 Kasım’ın önemine dair neler söylemek istersiniz?

Bu 25 Kasım zannediyorum öfkemiz her zamankinden daha fazla. Çünkü en temel insan haklarımıza ilişkin İstanbul Sözleşmesi, bize rağmen, milyonlarca kadının aylar süren karşı çıkışı ve ısrarına rağmen adeta tek bir gecede tek bir imzayla hukuksuzca elimizden alındı. Bu sene 25 Kasım’da yeniden, bu kez daha güçlü ve ısrarlı şekilde hayatlarımızdan, haklarımızdan, eşit, özgür ve şiddetten uzak yaşama arzumuzdan vazgeçmeyeceğimizi ifade edeceğiz. Ben İstanbul Sözleşmesi’ni mutlaka tekrar imzalayacağımıza inanıyorum. 

Ana görsel: Özge Özgüner / csgorselarsiv.org


ARŞİV