Medyada sistematik olarak belli kesimler için üretilen nefret söylemi, korona virüsü yayılırken kendini daha çok göstermeye başladı. Salgında, özellikle Çinlilere yönelik ırkçı söylemler ve yaş ayrımcılığı (ageism) arttı. Hrant Dink Vakfı Medyada Nefret Söylemi İzlenmesi Projesi’nin Danışmanı Dr. İdil Engindeniz ile medyada üretilen nefret söylemine ve sonuçlarına dair konuştuk.
Medyada her an bir kesim nefret söylemine maruz kalabiliyor. Nefret söyleminin belli dönemlerde daha gün yüzüne çıkmasının sebebi nedir?
Nefret söyleminin belli dönemlerde ortaya çıktığı doğru bir tespit. Daha doğrusu belli dönemlerde belli gruplar üzerinde yoğunlaşır. Örneğin, yılbaşında Hristiyanlarla ilgili nefret söylemi artıyor. Yerel ve ulusal yazılı basından söz ediyorum özellikle. Ya da 24 Nisan civarında Ermenilere yönelik nefret söylemi artar. Bunun dışında çeşitli ülkelerle ya da çeşitli gruplarla ilişkiye girdiğimizde, çatışmalı bir durum söz konusu olduğunda ilgili gruba yönelik nefret söylemi artar. Örneğin, Filistin’e bir saldırı olduğunda sadece İsrail Devleti’ne değil, İsraillilere yönelik nefret söyleminin de arttığını görüyoruz. Dolayısıyla nefret söylemi, son derece konjonktürel bir şey. Bir taraftan da çok ideolojik bir şey. Ülkenin, devletin içinde bulunduğu baskın ideolojik yaklaşım medyaya da ister istemez yansıyor.
Toplumda yaşlıların “saygı gösterilmesi gereken” kesim olarak bilinmesine rağmen yaşlıların bu dönemde uğradığı ayrımcılığa dair ne düşünüyorsunuz?
Yaşlılar üzerinden bu son dönemde yaşananlar aslında çok tuhaf bir karışımdan oluşuyor. Herkes suçlayacak birini arıyor bu dönemde ve korunmaları için evde kalmaları istenen, dışarı çıkmaları yasaklanan yaşlı insanlar sanki tehlikenin kaynağıymış gibi algılanmaya başlandı. İleri yaşlardaki insanların evde tutulup, çalışan nüfusun sokakta olmasına, onların çalışmasına dair herhangi bir önlem alınmaması şu algıyı oluşturuyor: “Demek ki benim dışarı çıkmamda, şunu bunu yapmamda hiçbir sıkıntı yok ama yaşlılarda bir sorun var. Yaşlıların dışarı çıkmaması gerekiyor. Niye? Zarar göreceklerse ben girip çıktıkça da zaten zarar göreceklerdir. Ama evde kalıp zarar görmeyeceklerse o zaman zararın, tehlikenin kaynağı onlar.”
“SÜRECİ YAŞLILARA ODAKLANARAK GEÇİRDİK”
Neden böyle bir algıya kapılıyoruz?
Bunu herkes bu kadar bilinçli bir şekilde düşünmemiş, birbirine bağlamamış olabilir ama aslında yapılan uygulama üzerinden bu çıkarıma ulaşmak son derece kolay. Zihnimiz büyük bir olasılıkla bu bağlantıyı yaptı. Çünkü uygulamada bir mantıksızlık var. Yaşlılar evde ama o eve girip çıkan, dolayısıyla virüs taşıyıcısı olabilecek, bulaştırabilecek olan gençler dışarıda. Bu açıdan, yaşlılara yönelik öfkenin, kızgınlığın yayılmaya başlandığını görüyoruz. Bunun eğitim, eğitimsizlikle de hiçbir ilgisi yok. Çünkü ilk başta şunu da düşündük: “Evet dışarı çıkmasınlar, çünkü onlar daha kolay etkileniyorlar, daha ağır geçiriyorlar. Dolayısıyla hastaneleri doldurabilirler” Yani, bu mantık dizisi de aslında son derece “incelikli” bir şekilde bize dayatılan bir şey oldu. Dolayısıyla, bir kısmımız için sistemi tıkayan, bir kısmımız için tehlikenin kaynağı, bir kısmımız için de söylenene uymayan, asi insanlar olarak görüldüler. Bunların çeşit çeşit nedenleri olduğunu düşünüyorum.
Ana akım medyada üretilen söylemlerin bunda rolü nedir?
Ana akım medyada ve çeşitli görüşlerde olanları takip etmeye çalıştım. Aslında yaşlıları tehlike olarak gösteren herhangi bir şey söylenmedi ama yaşlıların mutlaka evde oturması gerektiği her yerde çok dile getirildi. Bu hastalığın gençleri de etkilediği, genç yaşta ölümlerin de yaşandığı daha sonra karşımıza çıkmaya başladı. Haliyle biz bir hafta 10 günlük, belki iki haftalık bir süreci yaşlılara odaklanarak geçirdik. Burada “Yaşlılar evde, gençler girip çıkıyor. Onlar virüsü getirecekler ona da bir önlem alınmalı” denmiş olsa da yaşlıların çıkmaması gerektiğinin daima altı çizildi ve bunun dışında konu herhangi bir şekilde incelenmedi.
Türkiye’deki toplumun gerekli medya okuryazarlığına, gerekli eleştirel düşünceye sahip olduğunu varsayamayız. Dolayısıyla o mesajın altının bu kadar çizilmesi ve bunun sorgulanmaması, yaşlılara dair bizdeki algıların da yerleşmesine sebep oldu.
“SÖYLEM, SUÇUN ZEMİNİ”
Nefret söylemlerinin zamanla şiddete dönüştüğünü görüyoruz. Bu süreç hakkında ne söylemek istersiniz?
Nefret söylemi, söylediğim gibi çok ideolojik bir şey. Adı bir duygudan yola çıkıyor olsa da aslında tamamen ayrımcılığa, ötekileştirmeye dayalı bir dünya görüşünü yansıtıyor. Bu dünya görüşü ile ülkeleri ve insanları yönetmek, harekete geçirmek çok kolay. Çünkü bu görüş, en ilkel halimize, hayatta kalma içgüdümüze sesleniyor. Şu algı oluşuyor: “Bize kötülük yapan birileri var ve onların toplumsal varlığı ya da canlı olarak varlığı sona erdirilmeli, onlarla mutlaka mücadele etmeliyiz.” Bu ‘biz’ ve ‘onlar’ kısmına istediğiniz herhangi bir grubu koyabilirsiniz. Dünya görüşü ayrımcılığa ve ötekileştirmeye dayalı herhangi bir grubu ve ideolojiyi koyabilirsiniz. Haliyle nefret söylemi aslında içinde ırkçılığı, eşcinsel düşmanlığını, kadınlara düşmanlığı barındırıyor. Bir tür çatı kavram diyelim nefret söylemine. Ve neyin temelini oluşturuyor? Nefret suçlarının temelini oluşturuyor. Nefret söylemi eyleme geçmek için bir zemin hazırlıyor.
Günümüzden veya geçmişten bir örnek vererek açıklar mısınız?
Bunun yakın zamanda yaşadığımız en büyük, en somut örneği Hrant Dink’in katledilmesi. Arkasında muhakkak ki bambaşka şeylerin de yattığı bir süreç ama en azından o dönemde katilin söylediği neydi? Yazdığı yazılardan dolayı öldürdüğü, Türk milletine düşman olduğu için öldürdüğünü söyledi. Çünkü yayınlar hep bu yönde çıkmıştı. Oysa Hrant Dink’in yargılandığı, suçlandığı yazısına baktığımızda söylediği şeyin Türkleri aşağılayan bir şey değil, tamamen Ermenilerle ilgili bir ifade olduğunu görmek çok kolaydı ve mümkündü. Bunun tam tersi bir iklim yaratarak, birini hedef göstererek, biriyle ilgili onun kimliğinden dolayı, Ermeni olmasından ötürü çeşitli yakıştırmalar yaparak, nefret söylemi üreterek nefret suçuna yol açmanın en somut örneği Hrant Dink’in katledilmesiydi.
Günümüzde ırkçılık da artıyor...
Suriyelilere yönelik nefret söylemi üç- dört sene önce raporlarda çok yer alan bir şey değildi. Ama giderek artmaya başladı. Çünkü artık birebir hayatımızın içinde bu mesele ve yayınlarda genellikle bağlamından kopuk bir şekilde aktarılıyor. Nefret söyleminin en önemli özelliklerinden biri de bu aslında. Bir konu, bağlamından kopuk aktarılıyor ve yanlış bir algı oluşturuluyor. Örneğin, Suriyelilerin dilencilik yapması mevzusu. Suriyeliler bunu Suriyeli oldukları için, Suriyeliler daima dilencilik yaptıkları için yapmıyorlar. Savaş koşullarında başka bir ülkeye geldikleri, o ülkede iş bulamadıkları, o ülkede olması gerektiği gibi yerleştirilemedikleri ve benzeri nedenlerden dolayı yapıyorlar. Ama bu bağlamı vermediğinizde, “Her trafik ışığında bir Suriyeli çocuk görüyoruz” dediğinizde sorun ortaya çıkıyor. Haliyle söylemin şiddete dönüşmesi kolaylaşıyor. Yerel gazeteler için de aynı şey geçerli. Bazen nefret söylemine maruz bıraktıkları grupları o kadar çok adres vererek gösteriyorlar ki. O zaman da “galeyana gelme” duygusuyla, “bu insanların bizim için ne kadar zararlı olduğu” duygusuyla harekete geçmenin önünde çok da bir engel kalmıyor. Çünkü duygu, eyleme geçirmek açısından aslında akıldan daha kısa yollara başvuruyor.
Bazı kişilerin kullandıkları mizah unsurları aslında nefret içeren unsurlar. Ancak bunun bilincinde olmayan kişiler var. Okuyuculara bu nefretten korunmak veya farkında olmadan nefret üretmemeleri için ne önerirsiniz?
Mizah geniş eleştiri sınırını tabii ki kullanabilir. Burada şöyle bir ayrım söz konusu. Arkadaşlar aramızda yapacağımız her espriyi sosyal medyada yapmak zorunda değiliz. Özellikle de fazla sayıda takipçimiz varsa. Çünkü herkes o ironiyi anlamayabilir. Böyle bir tehlikesi var. Bir de çok güzel bir belirleyicisi olduğunu düşünüyorum ben nefret söyleminin. Bir grup hakkında bir cümle kurdunuz diyelim ki. Oraya, o grubun yerine, kendinizi ait hissettiğiniz bir grubun adını koyun. Eğer o cümle sizi rahatsız ediyorsa orada nefret söylemi vardır.