“Her Şey Her Yerde Aynı Anda” (Everything Everywhere All At Once), 95. kez yapılan Akademi Ödülleri’nde kazanan film oldu ve yedi Oscar heykelciğini ellerinde buldu. Aslında milenyumdan beri, destansı sinema çağının ışığının giderek söndüğünü biliyor, görüyoruz. Siyasi hesapların, estetik kaygılara, sanatın varlığına, ortak duygulara üstün geldiği bu tuhaf dönemde, harbiden Eurovision benzeri bir şeye dönüştü Oscar törenleri. Politik doğruculuk adına, yakın bulduğunu kolladığın, uzakta durmasını istediğini zorladığın reyting kaygılı bir şova dönüştü bütün olay. Kanımca anaakım sinemanın Oscar heykelciğini kucaklayan son filmi Spotlight idi, sonrasında gelen yapımlar, ekseriyetle evrensele ulaşmaya çabalayan yeni bir sinema dili ve görseliydi.
Örneğin çeşitli festivallerden 75 ödül kazanan Elvis filminin, sekiz adaylığının bulunduğu Oscar’da sıfır çekmesi, kimseyi şaşırtmıyor artık. Veya yedi adaylığı olan The Fabelmans, altı adaylığı bulunan Tar ile üçer dalda aday olan Hüzün Üçgeni’nin (Triangle of Sadness) ve Babil (Babylon), Hollywood'daki Dolby Theatre'dan elleri boş dönmesi pek garip bulunmuyor.
Neredeyse tüm dünyanın takdir ettiği ve beğendiği The Banshees of Inisherin, bugüne dek 131 ödül kazandı, 333 de adaylık aldı. Böylesi yılın en iyi filmlerinden biri olduğu konusunda birleşilen özgün bir esere, dokuz da adaylığına karşın Akademi üyeleri tarafından yokmuş muamelesi yapılması, hepimize yani biz sinemaseverlere verilmiş mesaj değilse, gerçekten nedir? Resmen diyorlar ki, bizi ciddiye almayın, sadece kurgulanmış gösteriye katlanın, haksızlığı da pek aldırmayın.
Peki, toplam 23 dalda verilen Oscar ödüllerinin 14’ünün Netflix ile bağlantısının olmasına ne demeli? Yaklaşık yüzde 60’lık bu oran, dijital platformların, anlı şanlı stüdyoların önüne geçtiğine ve bildiğimiz anlamda sinemanın artık bir hatıraya çevrildiğine ispattır, aynı zamanda.
Gelelim, yönetmenliğini Daniel Kwan ve Daniel Scheinert'in ortaklaşa yaptığı, 11 dalda Oscar’a aday olan ve şu ana dek 348 ödül kapan Her Şey Her Yerde Aynı Anda adlı yapıta. Vay! En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi kurgu, en iyi orijinal senaryo ve dört oyunculuk performans ödülünün üçü. Teknik ödüller gibi, yan sanayi (kusura bakmayın ama gerçeğe yakın bu) de değil ha, resmen temel ve ana ödüller. Tartışma götürmeyecek bir hakimiyet hali, kuşkusuz bizim ülkemizde çokça yapıldığı gibi, ‘gel kardeşim, neşe getirdim sana, al kardeşim’ tipi herkesi bir parça mutlu etme planına da dahil değil! Ötesinde Kaplan ve Ejderha’dan beri sevdiğimiz Malezyalı Michelle Yeoh, Tony Curtis ve Janet Leigh gibi iki büyük oyuncunun kızı olan ve 35 yıllık Wanda Adında Bir Balık’tan bu yana beğenimizi kazanan Jamie Lee Curtis, mülteci kampından Oscar’a uzanan ve hayallerine inandığını vurgulayan Vietnamlı Ke Huy Quan, filmi oyunculuk gücüyle zafere taşımışlar dersek, yalan olmaz.
Hatta en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan ilk Asyalı olan 60 yaşındaki Michelle Yeoh; “Kadınlar, kimsenin size en iyi zamanınızın artık geride kaldığını söylemesine asla izin vermeyin” dedi. Erkek egemen kültürün hüküm sürdüğü Hollywood sinemasında, gençsen ve güzelsen ancak yıldız olabilirsin ezberine bir tokat atmış görünüyor, bu sözleriyle. Ne hoş!
Elbette, yapımın abartıldığını savunan, film boyunca süren karmaşayı saçma bulan insanlar olacaktır, hatta haddinden fazla anlamlar yüklendiği tezine, yer yer ben de katılıyorum. Ancak kimseye de öyle yüzlerce ödül vermezler kolay kolay. Ödül almak yerine ödün vermemeyi tercih edenlerin safında olsak da küçük bir projenin ve görece düşük bir bütçenin, aile ilişkileri, aşk meşk. İyinin ve kötünün mücadelesi tadında hayatın başlıca klişesi olan mevzularla, herkese seslenebilmesi ve çığ gibi büyümesi, doğrusu kötü bir şey değil!
Evet, çoklu evren manyaklığı, butik sinemaya başarı getirmiş görünüyor, ya da tam tersi. Asyalı çamaşırhane sahiplerinin, boyutlar atlayarak varoluşsal tehditlerle savaşması, kabul buyurun matrak ve kışkırtıcı bir durum. Ruh emen simitler, nihilist delikler, zihin kontrol eden rakunlar gibi tuhaf ve kaçıkça zorlamalar, özellikle genç sinema tutkunlarının büyük coşkusuyla karşılandı. Daniels’lerden Kwan’ın Çinli göçmeni annesi; “İnsanların filmi sevdiğini biliyorum ama insanların onu neden sevdiğini açıklayabilir misin?' diye soruyordu. Sanırım yanıtı, ‘Devir değişti, e tabi Çelik de değişti’ olabilir, hiç şüphesiz.
Bilimkurgu, aksiyon, komedi ve aile dramasını aynı filme katıp, onu sevgiyle, nezaketle ve delilikle karıştırmak ve böyle başarılı bir sonuç almak, her zaman olası mıdır, bilinmez. Ha! Unutmadan, sembolizm, metaforlar, göndermeler, animasyon filan da katılmalı. Yine de buradan hareket edilip, cüretkâr yenilikçilik ve dijital çağ aşkına deneysel bir bombardımana tutulmayız umarım.
Kapitalizm denilen tarifsiz heyula, şef kültürü tarifini, filmler, diziler, şovlar ve programlar aracılığıyla, sürekli dayatıyor tüketim toplumuna. Aslında çok parlak bir fikir ha, süslü ve pahalı tabaklar üzerinden hepimizi hipnotize etme çabası. Öyle ya, ritüele çevrilmiş tıkınma merasimi, resmen vitrini ve reklamı gibi bir şey, vahşi sistemin. G ...
Pek meşhur Gladyatör atlı başyapıtı, işte şöyle kült bir eser, böyle de klasik bir film diye övmelere doyamamak, harbiden aşırı gereksiz bir çaba olurdu. Çünkü film çok sevildi, beğenildi ve takdir edildi, hatta birden fazla izlendi, beşi akademi heykelciği (en iyi film Oscar’ı da dahil) toplam 55 ödül kazanmasını da bildi. Tam 24 yıl sonra devam f ...
61. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde bir kez daha şahit olduk ki, seyirci seveceği, beğeneceği, benimseyeceği filmlerin resmen yolunu gözlüyor. Sinemaseverin ayakta alkışladığı bir film, neden sanat-festival işi değil de genel izleyicinin arzuladığı anaakım bir proje oluyor diyebilirsiniz, elbette. Çünkü 7. sanat bellediğimiz kolektif çaba ...
Memleket sathındaki festivallerde yıllar yılı gezdikçe, musiki ile en ufak bir ilgisi bulunmayan bir yapıta en iyi film müziği, doğaçlama çekilen bir filme en iyi senaryo ödülü verildiğine tanık oldu bu gözler. Jüriler olmazı oldurmak gibi bir misyon biçebiliyor kendine, bazı zamanlar. Ve bu salt Türkiye gerçeği de değil ha, misal 77. Cannes Film F ...
Çok beklenen “Joker: İkili Delilik” (Joker: Folie à Deux) adlı filmi seyredince, hani şu hemen herkesin diline pelesenk olan pek bildik reklam var ya; “Gazoz olma, efsane ol!” diye, işte onu büyük bir hünerle resmen tersine çevirmişler ve “Efsane olma, gazoz ol!” diyerek, bindikleri dalı kesmeyi, güzelce becermişler. Emeği geçenlere tebrikler, kend ...
“Suna”, yalnız başına mücadele etmekten hayli yorulan, fukaralıktan evlenmek zorunda kalan ve sevmediği yaşça büyük bir adama resmen katlanan elli yaşlarındaki bir kadının öyküsünü resmediyor, toplumun cinsiyet, yaş ve maddi durum ezberini odağına alarak, bunu kendince bozmaya çabalayarak. Travma ve öz yıkım filmleri her zaman zorludur, çünkü insan ...
Bir devam filminde, iki yapım arasında 36 yıllık dev ve derin bir boşluk varsa, kabul buyurun bu pek makbul değildir ve üretici açısından da hayli riskli bir durumdur. Çünkü geçen yıllar birçok şeyi değiştirmiş, dönüştürmüş, bambaşka bir hale büründürmüştür. Algılayış, kavrayış gibi büyük laflar etmeyeceğim, lakin izleyicinin sevme, beğenme, etkile ...
Bazı filmler vardır, beklenmedik güzel bir hediye gibidir. İnsanı resmen terse yatırır, şaşırtır da şaşırtır. İşte “Sevgilim Kaç” (Strange Darling), tam olarak böyle bir film, zamanla kendinden daha çok söz ettirecek, hatta kült film muamelesi bile görecek, besbelli! Zaman dilimlerinin yerlerini sürekli değiştirerek ve epizodik bir anlatım dilini s ...
Katmanlı, derinlikli, incelikli ve sersemletici senaryonun, milenyumdan beri tek tük örnekler dışında, beyazperdeyle buluşmaya tereddüt ettiğini düşünüyorum, hala. Metin hayli basitleşti, çokça benzeşti, çarpıcılık ve akılda kalıcılık ise pek aranmaz oldu. Yapay zekanın, yakın gelecekte sinema sektörünü dizayn etmesi kaçınılmaz gibi görünüyor. Yok, ...
“New York’ta Bir Gece” (Daddio), kısa süreli bir taksi yolculuğunu konu alan, şoför ve yolcu dışında seyirciyi de arabaya konuk etmeye çabalayan, gece manzarasının eşlik ettiği bir tek mekân filmi. Sadece iki kişinin oynadığı, bol diyalog içeren, aksiyondan ve çatışmadan muaf bir filmi sinemada seyretmek, kabul buyurun herkesin harcı değil! Genel i ...
Biyografi filmleri iyi kotarılırsa şayet, rakiplerine hiç şans tanımaz. Ödüllere boğulmak varsa hedefinde, tam isabet kaydetmeyi başarır, ekseriyetle. Yani bize bildik bir öyküyü, dramatik bir gerilimden yoksun dahi olsa yutturmayı becerir, pek kolay. Şu an iki ayrı dijital platformda, açık denizde uzun mesafe yüzücüsü iki kadına dair iki film var. ...
Ünlü Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, resmen evin sevilen şımarık çocuğu gibi takılıyor, ne yaparsa yanına kar kalacak, hep hoşgörüyle karşılanacak ve sırtı sürekli sıvazlanacak, hani neredeyse. Ancak son filmi “Merhamet Hikayeleri” (Kinds of Kindness) ile, benimsediklerine katlanma, görmezden gelme ve göz yumma konusunda hayli toleranslı olan ...
İranlı yönetmen-senarist Noora Niasari, ilk uzun metraj filmi “Şeyda” (Shayda) ile, çocukluğunda yaşadığı sarsıcı ve kalıcı deneyimi, direngen annesine (ve elbette İran'ın cesur kadınlarına da) övgü olarak günümüze taşıyor. Şeyda, tastamam kadına yönelik şiddete dair bir film, bu evrensel bir suç olsa da ataerkil kodların ve toplumsal baskının bari ...
“Şeytanla Bir Gece” (Late Night With the Devil), korku janrının tüm klişelerini kullansa da sinemada örneği tek tük bulunan ve medya eleştirisini de odağına oturtan sıra dışı bir film. Pek ünlü yazar Mark Twain; “Sessiz kalıp dünyanın aptal olduğunuzu düşünmesine izin vermek, ağzınızı açıp tüm şüpheleri ortadan kaldırmaktan daha iyidir” dese de rey ...
Neredeyse tüm insanlık, dünyanın yapay zekâ çağına girişini ve robotların şaşkınlık veren gelişimini konuşurken, artık primatları geleceğin hükümranları olarak betimleyen kadim Maymunlar Cehennemi serisine burun kıvrılması haliyle muhtemel. Çünkü teknolojik ilerlemenin inanılmaz hızı, şu an için insanın en büyük endişesidir, ooo maymunlara gelene k ...
“Hit Man”, çok iyi kotarılmış bir suç komedisi, üstelik tam tekmil romantizm katkılı bir kara film bu. Felsefeyle eğlencenin, psikolojiyle sevginin kesişim kümesinde, bir insanın kendini bulmasının, kimlik-benlik aramasının kaotik öyküsü anlatılıyor. Film hem akıllıca işler yapıyor hem de yağ gibi akıyor. 43. İstanbul Film Festivali seçkis ...
“Mükemmel Günler” (Perfect Days), resmen basitin ve sıradanlığın dokunaklı güzelliğine meylediyor ve asla boş vermeyen, hayatını seçimleri ve isteğiyle belirleyen düzgün bir adamın şaşırtıcı öyküsünü merkezine alıyor. Bu ayrıksı portre, yalnızlığına rağmen, sektirmediği rutinleri, kendine yakıştırdığı ritüelleri ve elbette iyi müzik ile mutluluğu y ...
“İlgi Alanı” (The Zone of Interest), insanın vicdanını susturduğunda ve umursamamanın Nirvana’sına ulaştığında, cehennemin dibinde, kendine ve ailesine cennet bahçesi kurabilecek kadar alçalabileceğini anlatıyor, tamı tamına. Geri planda soykırım, ön tarafta pastoral bir saadet tablosu… İnsanın korkunç potansiyeline dair. Kan, şiddet ve hatta harek ...
Hayat dersleri mevzusunda sinema yapma gayreti, çoğu zaman klişeye yaslanmakla eşdeğer olabilir. Basmakalıp görünmekten kurtulmak pek kolay olmasa da yetenekli ve deneyimli bir sinemacı, bazen bunu ziyadesiyle başarıp sımsıcak bir film yaratabiliyor. Örnek mi göstereyim? Alexander Payne’ın yönettiği “Geride Kalanlar” (The Holdovers) derim, tereddüt ...
Bilimkurgu, tıpkı fantastik gibi sinema sanatının görsel ve işitsel doruğudur, hiç kuşkusuz. Kült ve klasik olmak isteyen her yapıt, illa hayal gücüyle yarışmalı, rüyaları gerçek kılmalı, sınırlarını zorlamalıdır. Beyazperdede düşsel bir evren yaratabilmek, ancak destansı ve büyülü filmlerle mümkün olabilir. İşte “Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki”, bun ...
“Sararmış Yapraklar” (Kuolleet lehdet), tebessüm etmeyi unutan yoksun ve yoksul işçi sınıfına dair, kendi halinde dramatik, komik ve romantik bir film. Karakterleri donuk, süresi makul, yaşama sevinci gizli, yalnızlık baskın, hayal kırıklıkları bariz, zamansızlık hissi hâkim. Bu yapıt herkese göre değil, zaten çoğunluk beni sevsin, her yerde güzelc ...
“Zavallılar” (Poor Things) adlı güzelim film için, zırdeli ve alengirli bir Barbie, hatta histeri zirvesi veya tuhaflıklar silsilesi diyebiliriz, hani hiç kasmadan, orta yolu arayıp bulmaya çalışmadan. Zaten aşırı dozda gariplikler ve türlü türlü haller, görsel ve işitsel sihir peşinde koşan kalburüstü yönetmen Yorgos Lanthimos’un alameti farikası ...
Anadolu rock akımının kurucu babalarından Cem Karaca’nın, hayli zorlu ve dopdolu hayatından kesitler sunan “Cem Karaca’nın Gözyaşları” adlı film, nihayet bugün vizyona girdi. Doğuyla batıyı kaynaştırıp, rock ile türküyü harmanlayarak çıkılan yolda, artık o büyük dalganın sahipleri teker teker veda etti, pek azı kaldı hayatta. Peki, dalgalar dağıldı ...
“Kar Kardeşliği” (La sociedad de la nieve), 52 yıl önce yaşanmış trajik bir uçak kazası üzerinden, dostluğu, ümidi, beraberliği, fedakarlığı anlatmaya çabalıyor, amansız doğaya, vahşi koşullara, onca çaresizliğe, mutsuzluğa, umutsuzluğa rağmen. İlginçtir, insana dair bu en bildik hayata tutunma öyküsü, yıllar yılı salt yamyamlık hikayesi olarak neş ...
Yılın en çok konuşulan yapımlarından biri olan “Başka Bir Hayatta” (Past Lives) hakkında, olur ya kısa ve öz bir tarif isteseler, bildik bir eski şarkıdan alır ve “Söyledim aşkımızı Ankara rüzgarına / Olmadı kaldı benim her hevesim yarına…” derdim, tereddütsüz. Film, derdini sade ve gösterişsiz bir şekilde dillendiren yapıtları sevenleri bir şekild ...
Hiç eğip bükmeden, sapmadan, yormadan dümdüz konuşalım, içten, samimi ve dürüstçe, biz bize. Ünlü ve yetenekli bir Yunan yönetmenin çektiği Atatürk filminden beklentiniz ne olurdu? Evet, evet, alın size hayli tarafgir, oldukça klişe ve harbiden yüzeysel bir senaryo dediniz sanki. Hah! Bir İngiliz yönetmenin, ezeli düşman belledikleri ülkenin, yani ...
Hemen her sinemasever, usta yönetmen David Fincher’ın filmlerine bağlılık gösterir, gönüllerinde ayrı bir yer verir, kimini tekrar tekrar izler, çoğu sahnesini de neredeyse ezbere bilir. İşte “Dövüş Kulübü” (Fight Club), “Yedi” (Seven), “Oyun” (The Game), “Zodiac”, “Kayıp Kız” (Gone Girl). Ve hatta “Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi” ile “Ejderha D ...
Katledildiğinde 41 yaşında olan Sabahattin Ali’yi, henüz 19 yaşındayken “Elbette ihtiyarlayıp / toprağa döneceğiz / biz bir günde parlayıp / bir günde söneceğiz” dizelerini yazdıran neydi, inanın bilmiyorum. Yaman bir kalp kırıklığıdır memleketimiz adına, yaşadığı hazin ve kahredici son. Büyük Japon animasyon ustası Hayao Miyazaki’nin, ekibiyle tam ...
Yaşayan en etkin ve yetkin sinemacılardan biri olan Martin Scorsese’nin son filmi “Dolunay Katilleri” (Killers of the Flower Moon), istemeden hem zengin hem de hedef olan bir Kızılderili kabilesine odaklanarak ve öyküsüne aile, din, itimat, aşk, hırs, şüphe, mülkiyet ve daha birçok şeyi katarak, vahşi kapitalizmin suç profilini çizmeyi deniyor, Ame ...
“Do Not Disturb” (işte otel odalarının dış kapısına asılan, genellikle başına ‘please’ (lütfen) de eklenen, çoğu kırmızı renkli rahatsız etmeyin yazılı kart) adlı filmi, çokça sevilmek ve bir parça önemsenmek isteyen iyi kalpli yalnız bir adamın trajikomik öyküsü olarak okudum. Kuşkusuz filmin seveninden daha çok sevmeyeni olacaktır, çünkü Cem Yılm ...
“Kuru Otlar Üstüne” filmi, “Dünyada güzel olan her şey, daha insana ulaşamadan kendisinin ördüğü ağlara takılıp kalıyor” diyor ve ardından devam ediyor; “Buraya ilk geldiğimden beri aklımda sadece gitmek var.” Evet, yine ve yeniden taşra menzilli bir sıkışıp kalma öyküsüne katılıyoruz, kuşkusuz olmuş ve iyi kotarılmış. Issızlığın, hiçliğin ve çares ...
Memleket sinemasına dair politik ve derdi olan filmlerinin öncüsü olan Yılmaz Güney, her doğum veya ölüm gününde, doğru ya da yanlış topyekûn bir bombardımana tutuluyor, istisnalar hariç. Elbette kimse eleştirilemez değil, ancak artık yaşamayan bir insanın ardından kopartılan suni fırtına, özel hayatın kodlarına aşırı tutunarak, asıl gayeyi ıskalat ...
Öyle diziler var ki, hiç bitmesin istiyor insan, şaka filan da değil ha, kimi seriler, harbiden sinema sevdamızla yarışır. Disney + platformu, malumunuz halkımızın tepkisini ziyadesiyle çekti, hatta birine kulak misafiri oldum, çocukluk arkadaşım Miki Fare’nin hatırı olmasa, sıkı söverdim diyordu. Kemer sıkma kararı aldık diyen platformun, Güney Ko ...
Teknolojinin tam gaz gelişimi, içeriklere ulaşımın hayli meşakkatsiz hali, dijital dünyanın film üretimini haliyle kolaylaştırması, sinemaseverleri sahiden hoşnut etti mi? Bundan emin değilim! Bunca bolluk ve bereket içerisinde, mest olacak bir yapıta denk gelmek, pek de mümkün görünmüyor. Vizyon filmlerine bakıyorum, ilgimi çeken yok, internette v ...
Melih Cevdet Anday, ‘Hiroşima’ şiirinde şöyle der; “Büyükbabam, babam, ben / Küçük oğlan, kız, damat… / Gelişimiz teker tekerdi / Gidişimiz cümbür cemaat.” Evet, sadece kundaktaki bebekten, hayatının son demindeki ihtiyarlara dek yaşayan tüm kuşakları değil, henüz doğmamış olan nesilleri de hedef alan bir büyük kitlesel imha silahına, yani malum at ...
Dev bütçeli ve reklam delisi devam filmleri ile büyük paralar yatırılan bol kepçe efekt destekli yapımlar, her zaman gişede uçacak, yatırımcısını yeniden suyunun suyu projeler için koşturacak değildir, iyi ki de öyledir. Sonsuz döngü sinemasının ne sektörün gelişimine ne de seyircinin beklentisine pek bir faydası yok. Bakın kaç haftadır her yerde b ...
Pek meşhur Kamçılı Adam serisinin son filmini yazmaya karar vermişken, aynı hafta vizyon diyen ve yine düşmanını lanet Nazi’ler olarak sabitleyen Sisu adlı filmi de boş geçmeyelim istedim. Hani bizim Cüneyt Arkın’ın Kara Murat, Kartal Tibet’in de Tarkan filmleriyle şekillenen tarihi fantezilerimiz, yok artık dedirtir hepimize, ancak Finlandiya yapı ...
“Güzel Bir Sabah” (Un beau matin), kentlere gönüllü sıkışan ve modern hayatın azimli tutsağına dönüşen zavallı bizlere, sonumuzun ne olacağını, bu işin nereye varacağını sakince anlatmayı deneyen bir film. Günlük trajedilerimizin sıradanlığında, sessiz yıkımların varlığında buluyor kendini yapıt, yaralara merhem olmak gibi derdi yok. Çatışma yaratm ...
Filmler ve televizyon serileri, hayli zamandır benzer estetikle çekilir oldular. Hani neredeyse her bölüm başı, hali vakti yerinde uzun metraj kurmaca bir yapıt kadar, para ve emek dökülüyor dizilere. İşte tam da bu sebeple, arada sırada dizileri de kurcalamak isterim, izninizle. Dijital platformların, klasik anlayışı bile isteye yıkma gayretine gi ...
Sinemada, elbette havadan sudan işlere de ihtiyaç var. Eğlenmek, ürkmek, üzülmek, gülmek, gerilmek, iyi hissetmek ve dahası, şüphesiz modern toplumun, tüketim talebidir. Ancak kalıcı ve asıl olan, mağdur edilenlerle empati kuran, meselesi bulunan ve içinde kocaman dertler taşıyan filmlerdir, kanımca. Evet, mevzusu olan yapıtlar, kendi adıma önceliğ ...
Tam tekmil devletten onaylı kadın düşmanlığı ve cehaletin korkunç sıradanlığı diyebileceğim “Kutsal Örümcek” (Holy Spider) filmini nihayet seyredebildim. Nitelikli ve incelikli İran sineması, gerçek acılardan damıtılmış bu polisiye gerilim öyküsüyle, sert ve lanet bir film yaratabilmiş, seyircisini sarsmayı görev sayarak. Hele ki final, fanatikliği ...
İlk gösterimi 42. İstanbul Film Festivali’nde gerçekleşen ulusal yarışma filmi “Boğa Boğa”, toplamda sıfır ödülle ayrıldı, rakipleri başyapıt değildi oysa. Boğa Boğa, festivalin hemen ardından dijital platformun (Netflix), bayram hediyesi olarak yayınlandı, zaten sinemada eli yüzü düzgün film peşine düşmek, artık neredeyse imkânsız. Beyazperde resm ...
İran sineması, yaşamla mistisizmi harmanlayan ve incelikli bir dili sürekli geliştiren bir yol izliyor, senelerdir. Zorda, darda ve acılarda yaşıyor bir halk, İran’ın en önemli kadın başrollerinden Taraneh Alidoosti de daha birkaç ay önce, kadınların 44 yıllık meşru isyanına verdiği destek yüzünden cezaevinde yattı ve kefaletle çıkabildi. Leyla’nın ...
Sınırın ötesindeki İlk Körfez Savaşı (1990-1991) sırasında okumuştum “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” (Im Westen nichts Neues) adlı barış yanlısı ölümsüz romanı, savaşın nasıl bir yara, nasıl bir bela olduğunu iliklerime denk hissettiğimi dün gibi hatırlarım hala. Kabul buyurun, çoksatar kitapların (bugüne dek 50 dile çevrildi, 20 milyon sattı) g ...
Tam “Balina” (The Whale) adlı filmi yazmak isterken, hepimizi derinden sarsan, canımızı yakan, yaralayan ve haklı bir endişeye savuran büyük bir depreme yakalandık. Elbette, yine ve yeniden gündelik yaşamımıza, rutinlerimize ve hayata tutunma çabamıza döneceğiz, dönmek de zorundayız. Ancak bu kez panik hali, benzer bir trajedi ve travmayla yüzleşme ...
17 Ağustos 1999 depremi sonrasında, onca insanın can verdiği Avcılar’a ulaşmam bir saatimi almıştı. Her yer zifiri karanlıktı, çakarları ve sirenleriyle tam gaz ilerleyen ambulanslar ve itfaiye araçları dışında yollar bomboştu. Gün henüz aydınlanmamıştı, sadece telsizler çalışıyordu, iletişim hem zordu hem de sorunluydu. İlk etapta yıkımın boyutunu ...
The Banshees of Inisherin, komediyi trajediyle harmanlayan, mizahla hüznü birlikte dokuyan kalburüstü ve eksantrik bir film. Orantısız tepkiler, meçhul insan doğası, gitmek-kalmak ikilemi, reddedilme sancısı, tolere etmek, kontrol bende diyebilmek, yaşama tutunmaya sebep aramak. Zaten kaygılarla, memnuniyetsizliklerle geçiyor hayat dediğin, kantar ...
Döneminde en az Prenses Diana kadar meşhur ve halkının biricik sevgilisi olan Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth’in, kendisini salt süs olan gören, şovenist bir yurda, krala ve saraya, küçük isyanlarını ve kararlı karşı çıkışlarını anlatıyor “Korsaj” (Corsage) filmi, kısaca. Biyografiyi kendince bükerek konumlandıran filmi, dört ay önce 29. Uluslar ...
Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nın tam karşısında, eski karakolun (şimdilerde çocuk büro amirliği) yanı başında, hayli zaman önce yıpranmış tahta sandalyeleriyle güzelim bir yazlık sinema vardı. Pek meşhur Yıldız Savaşları’nı orada izledim, yeniyetme aklımla boşanma temalı filmde maile ne aradığımızı çözmeye çabaladığım Kramer Kramer’e Karşı’yı da. Kadıköy ...