Dünya, uzay ve maddenin çok kısa ömürlü kaynaşmalarından, uzay ve temel parçacıkların devasa bir yapbozundan ibaretse... biz neyiz?
Fizik Üzerine Yedi Kısa Ders, Carlo Rovelli,
***
Bugün yazacaklarım ‘biz neyiz?’ sorusuna aradığım bir cevapla ilgili. Bu soruyu bana sorduransa Erdoğan Hoca. Dünyanın koca bir kainatın bilinmezliği içerisinde, yer ve zamanın göreliğinde bir toz bulutu olarak seyir ettiğini az çok bilirken-zaman zaman unutsak da, Hubble teleskobu eksik olmasın- bizlere insan olmanın, insan kalabilmenin ne demek olduğunu hatırlatan bir ışık paketiydi o. Ne yazık ki onu kaybettik... İşte bu ‘foton’ sayesindendir, bugün, bu yazıyı onun ardından, onun şefkatiyle aralananlar için yazıyorum. Şunu da teslim etmem gerekiyor ki bu kayba dayalı her ne yazarsam yazayım eksik kalacak...
Dünyanın kendi kara deliklerini bile isteye yarattığı ve ardından bu yarattıklarıyla yüzleşmeden yola devam ettiği sert bir dönemeçte tanıdık onu. Erdoğan Tahmiscioğlu, zamanın herkes için eşit akmadığının bir kanıtı olarak Kadıköy Anadolu Lisesi’nin ona çok yakışan havasında karşımıza ilk kez çıktığında avuç içi kadar çocuklardık. İşte o noktada iyi bir öğretmenin zaman tanımazlığın neresinde durduğunu da bu biçimde öğrendik. Başka bir deyişle yetkin bir öğretmenin, fizik kurallarının takip ettiği yolda, öğrenci ruhuyla nasıl buluştuğunun kanıtıydı Erdoğan Hoca. Nasıl ki ışığın doğrusal hareket etmek yerine büküldüğü gerçeği varsa, onun öğrencisinin yanında sevgiyle nasıl durduğunu gözlemlemek biraz zaman alacaktı. Zira genç olarak sonsuzluğa giden bir yolun yolcusu olma hayali ve sevdası bizi ta uzaya taşımıştı o zamanlar. Kendimizi bir şeyler sandığımız yaşlardaydık... Ancak şunu da öğrenecektik zamanla: Uzay da ışık karşısında bükülür! Onun insan olmaya dair verdiği sözleri hiç unutmadık! Dahasını da... Kısaca sadece o bize öğretmemişti, sadece biz ona uyum sağlamamıştık; birlikte öğrenmiş, birlikte büyümüş, birlikte yolculuklara çıkmış, birlikte sevmiştik. Dönüşüm bekle bizi! On sekiz yaşındaki ruhlar için ne güzel bir duaydı... Yer buradaydı, gökyüzü yukarda. Ve bizler çok gençtik!
Peki bu yeterli miydi? Koca bir yaşamı anlamak için yani? Yirmili hatta otuzlu yaşlardaki sorumuz aşağı yukarı buydu artık. Evren bu kadar geniş, bizler bu kadar küçükken yani... Mümkün müydü değiştirebilmek bazı şeyleri? Biz neyiz sorusunun, yazıma başlarken alıntıladığım Rovelli’nin aktarımından yansıyan yanı, evrenlerin içersinde küçücük olduğumuz ve en iyi çıkarsamayla ‘kuzguna yavrusunun şahin görünmesi’ biçiminde uzayıp gidiyordu. Özelsek, kendimizi özel hissetttiğimiz kadar bir özellikti bu. Gerçekten de pek küçüktük. Dahası kara delikler, uzayın genleşmesi, daralıp büzülmesi karşısında sorduğumuz soruların birçoğunun bu yüzyılda bile yanıtsız kalması kaçınılmazdı. Sorular uzayıp gidiyordu. Evren büyük patlamadan önce var mıydı yok muydu? Kopernik’le ulaşılan hakikat binlerce yüzyıl önceki afaki sapmaları düzeltmişti ama yine de bilgi yetimliğimize yetmemişti. Öğreniyorduk öğrenmesine. Teknoloji hızımız iyiydi. Yine de gündelik hayatta sınıfta kalıyoruk: Işık hızıyla devraldığımızı farz ettiğimiz evren, üst kattaki komşumuzla iletişime girmemize olanak sağlayamıyordu; ya da büyük Sekme’yi anlamaya çalışmak bir meslektaşımızın bize attığı kazığı algılamamıza yeterli olamıyordu. Uzayın içersinde yalnız olmamız pek mümkün gözükmese de kimi kez 21. yüzyılda kendimizi ruhen ve hepten kaybolmuş hissetmemizin sırrı nerede saklı olabilirdi? Dünyalı olmanın ‘özerkliği’ yerle bir olmuş, Anaksimandros’un, aşağıda yeryüzü, yukarda da gökyüzü biçiminde özetlediği evrenden bu yana çok şey değişmişti-ne yazık ki...
Fakat sonra ilginç bir şey oldu. Erdoğan Hoca’yı kaybetmemizden iki gün önce hiç açmadığım bir çekmeceyi açmak istedim. Ve o çekmecede yıllar önce onunla aşağı yukarı bu zamanlarda çekilmiş bir sınıf fotoğrafımızı buldum. Çok güzel bir fotoğraf! O fotoğraftaki ışık sadece bahar ışığı değildi. O fotoğrafta hemen hepimize işlemiş olan bir duygu mevcuttu. EVDEYDİK! Sevdiğimiz bir hocanın yanında, sevdiğimiz bir şehrin sevdiğimiz bir kıyısında, ait olduğumuz bir yer ve zamanda, dışlanmadığımız bir yeryüzünde, dünyamızdaydık. O ışıkta insana dair olan çok yalın bir gerçek vardı. Doğup öldüğümüz bu dünya, ve sonra tekrar doğup tekrar öleceğimiz bu dünya yabancı bir yer değildi. Hanedeydik! Yalnız değildik. Hiç ama hiç yalnız değildik... Çok renkli ve hayret verici bir yaşam hemen dibimizdeydi, dünyanın bir parçasıydık ve hepimiz evreni meydana getiren yıldız tozundan yapılmıştık! Hepimizin yüzünde bu huzur vardı. Gerçekten hep birlikte anlamış olabilir miydik?
Uzun uzun baktım fotoğrafa. Birazdan zil çalacak ve derse girecektik...
Sonra fotoğrafı kızı Demet’e gönderdim. O da o günün ertesinde o fotoğrafı Erdoğan Hoca’ya göstermiş. O fotoğrafta hemen hepimizi tanımış ve o günleri büyük bir gururla anmış. Ve ertesi gün de bizi bırakmış ve başka diyarlara göç etmiş...Bir sonraki gün Demet bunu anlattığında gözyaşlarıma karışan şu cümlelerle kendimi son derece farklı bir boyutta hissettiğimi sizlerden saklamayacağım.
‘’Bir sonraki teneffüs yeniden görüşmek üzere Hocam!’’
Son iki haftamı masallara ayırdım. İlki Judith Liberman’ın okul öncesi çocuklar için yazdığı kitabı ‘Önce Hayal’ sonrasında ise Gülsevin Kıral’ın ‘Sarımsaklanır mı Kedi’si. Her iki yazarın da masallara ve yaşama dair söylediklerini burada anmak isterim. Dünyanın her neresinde olursak olalım, cinsimiz, rengimiz ne olursa olsun, bizi bize yakınlaş ...
‘Anlamak gideni ve gelmekte olanı’ Nazım Hikmet Kadıköy Çarşısı benim malum yol güzergâhım, bir nevi toprağım, kalbimin hemhal olduğu durağım. Oradan ne zaman geçsem, Türkiye’nin gelecekteki halini ‘işte böyle olsun’ diye kurgulamaya çalışıyorum zihnimde. Geçmiş, şimdi ve geleceğin, kısacası epey yaşlı, yaşlı, orta yaşlı, genç ve en genç ekib ...
25 Kasım’ı (Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü) geride bırakırken, son iki yılda yitirdiğimiz kadınların sayısı karşısındaki çaresizliğimiz, çaresizlik olarak kalmaya devam ediyor. Karşımıza çıkan ve duvarlardan bize seslenmeye devam eden 6284 ‘daveti’ ise yaşadığımız cendereye geç kalmış bir farkındalık misali, hayata geçmeyi ...
Sonra dedi. Sonrası gelmedi. Kaç yıldır tanışıyorduk? Yirmi yılın içinde geniş tembelliklerdeki bir kedi gibi kıvrılan samimiyetin kenarında dolanırdı merhabalarımız. Ne zaman birbirimizi görsek onun kocaman, gevrek, ev sıcaklığındaki elleri arasında kalıverirdi kansız, soğuk ellerim. Nasılsın Abla? Daha çok kasımpatları için giderdim o ...
Kadıköy’le ilgili genç arkadaşlarıma sordum… Boya yapıyorlar, yaptıkları boyalı dünyanın masalını da benden dinliyorlardı. Önlerinde bir ev ve evin dayandığı bir mahallenin eşliğindeydi masal ve vardığı yer de Kadıköy’dü… Başlarını bir anlığına kaldırıp, meraklı ve coşkulu biçimde yüzüme baktılar; kimi balıkçılar dedi, kimi kalabalık… Sıcak ve dar ...
Motorumuz Eminönü’nün en çilekeş rıhtımlarından biri ve aynı zamanda da tarihin göz kamaştırdığı o yerden demir aldı. Az önce çocukları için çöpten ekmek toplayıp, o ekmeklerin içlerini temizleyerek akşama öğün çıkarma derdindeki kadının yüzündeki çizgileri geride bırakırken ikindi çayları esiverdi motorun güvertesinde. Bir ara karşı kıyıya, Karakö ...
Kadıköy İskelesi’nden biniyorsun motora. Sonrası kendiliğinden geliyor. Ada’dasın, tamam. ‘Soğuk, gerçekten soğuk,’ diye sulara bıraktı kendini kadın. Soğuğun nadir yakıştığı zinde bedenlerdendi bedeni. Soğuğa sakince terk etti kendini. Su ve o; bir süre sonra birlikte bir dalga oldu, hatta ansızın bastıran ve kıyıyı önce usulca derken haylazca ...
Müdür Bey o gün, okulların açıldığı zaman bir konuşma yapmıştı. Beklenilenin ve umulanın tersine ‘herkesten bir şey öğreniriz’ diye yapılan bir konuşmaydı bu.‘Bugün’ demişti Müdür Bey, arabamdan içeri atılan bir sigara izmaritiyle ne kadar büyük bir yanlış yaptığımı anladım. Zira o izmarit bana aitti ve benim tarafımdan dışarı atılmıştı! Bazı şeyle ...
Kurban Bayramı’ndan birkaç gün önce Kadıköy’ün sıcak meydanlı bir gününde oğlumla birlikte bir sokak pastanesinin sandalyelerine tüneyip limonata içtik. Onunla, son yıllarda, parça parça ama bir o kadar da nitelikli anılardan oluşmak durumunda kalan hayatımıza bir yenisini daha ekledim. Şöyle ki oturduğumuz yer, biz oraya tüner tünemez canlanıverdi ...
Adalardan karşıya bakıyorum. Uzun uzun, belki saatlerce, belki günlerce. Zaman ayarım nicedir bozuk. Karşı, kara dediğimiz o yer, karasevdayı olur olmaz yerde yerin dibine batıran o duygunun adı oluyor bir kez daha: Utanç. Bu kadar güzel bir diyarı bu kadar çirkinleştirebilmek için özel bir yetenek gerekiyor. O sırada demirleyip zamana meydan ok ...
Çiğdem Aldatmaz’ın Sem adlı kitabında sayılarla ilgili güzel bir öyküsü var. Öykünün adı da ilginç: Karşıdan Karşıya Geçerken Önce Sola Sonra İçinize Bakınız... Harbiye’de şehrin en uzun ışığının önünde tam altmış saniye boyunca bir insanın neler düşünebileceğini anlatan bu öyküyü okur okumaz ömrümüzün ne kadarının bu trafik ışıklarının önünde, kır ...
Her zamanki Kadıköy’de, denizin dibinde-mutlaka bir öyküde anlatacağım ironik mekânlı bir çayhanedeydim. Hem Kadıköy hem de değil duygusuyla birlikte elimdeki kitabın kapağına dalıp gitmiştim ki mekânın sevimli garsonlarından biri başıma dikildi. Serinleyen havadan, mevsimsiz sıcaklardan, değişen ruh hallerimizden bahsederken elimdeki kitabı işaret ...
Geçen hafta Acıbadem ile Koşuyolu’nu birleştiren o geniş caddede, yani halamın bahçeli evinin tam karşısındaki arsayı ziyaret ettim! Arsa biraz değişmişti elbette. Bizim mahalle çocuklarının esamesi okunmuyordu. Anlaşılan sıcak bir ikindinin göz kapaklarına meydan okuduğu derin bir çocukluk uykusuna saklanmışlardı. Tüh! Arsa biraz değişmişti ...
Afganlı gazeteci Mena Mangal’ın sokak ortasında öldürülmesinden bir gün önce onunla lafladık. Gündüz Hanım (adı buna yakın), Kadıköy’ün tarihi yarımdanın olduğu gibi gönlümüze dolmasına izin verdiği kıyısında, hemen yanıbaşımdaydı. Bir bankın üzerinde tesadüfen oturmuş ve sanki bunu anlatan işli bir bayramlık mendilin içinde ansızın bastıran yaz me ...
Bayram yazılarını oldum olası hep severim. Bu yüzden erken bir yazı olarak görünse de bu keyfi çıkarmaya niyetliyim... Şeker bayramlarının kıymeti, paha biçilmezlerimden ve esaslarımdandır. Neden derseniz, bu ‘manevi’ tınılı bayram yüzünden hiçbir hayvan, nebat şu bu ölmez, kan dökülmez. Ve daha da önemlisi küsler barışır. Şeker bayramı, hikmeti ...
Bu hafta Irmak Zileli ile yeni kitabı Bozuk Saat’i (ON8 Yayınları) konuşurken önemli bir hususa parmak bastı Irmak. Kitabında, kalabalık bir meydanda duran bozuk saatin ahvalini işaret ederek ‘birbirimizle iletişime girebilmemiz için biraz bozulmamız gerekiyor’ dedi. Öyle ya, herkesin ben haklıyım dediği bir toplumda, herkesin kendi haklılarıyla ya ...
Hatice Meryem’in son kitabı Yetim, bizlere bir kimsesizlikten bahsediyor. Anne ve babası sağken bile kendisini öksüz ve yetim gibi hisseden bir kız çocuğunun öyküsü şeklinde okuduğumuz hikâye, bir yerden sonra hepimizin yetimliği oluveriyor. Yetimlik mi kimsesizlik mi sorusu, bu noktada çok eskilerde okuduğum bambaşka bir kitabı çağrıştırıyor: Jale ...
Yıllardırbaşımızda olan bir şey. Defalarca Kadıköy Belediyesi ya da CHP’li diğer ilçe belediyelerinin kültür etkinliklerine davet edilirken, sanki bu kentin ve ülkenin insanı değilmişiz gibi başta Büyükşehir olmak üzere İstanbul’un diğer belediyelerince sakıncalı bulunduk. Kültür ve sanatın nasıl bir buluşma dili olduğunu bilmemek mümkün olabilir m ...
Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde yaşanan olay, sayısız insanın katledilmesiyle sonuçlandı. Elli Müslümanın hayatını kaybettiği kanlı bir eylemdi bu. Başbakan Jacinda Ardern’in olay karşısında sergilediği ise dünyanın aradığı barış dilinin ta kendisiydi! Saldırının hemen ardından kurban yakınlarını ziyaret etti Ardern ve onlara tek tek sarıldı ...
‘Sözcüklerse, özellikle kitaplarda bulunan sözcükler ketumdur.’ Eskiden, yani epeyce eskiden, karşı yakanın (Avrupa) duvarlarını süsleyen bir kadın vardı. O kadını otobüsle önünden geçerken tanımıştım. Kadının tek yaptığı asıldığı duvarın önünde külotlu çorabını son derece seksi bir biçimde çekmesiydi. Hayatı boyunca kaç kadın külotlu çorabını ...
“Özgür Yaşa Ey Sislerin Çocuğu!” Henry David Thoreau Yaklaşık bir haftadır sise uyanıyoruz. Sis, büründüğümüz tutsaklığı hatırlatıyor. Hangi tutsaklık derseniz, daha bir geniş perspektiften bakarak söylemek gerekirse, yaşam tutsaklığı! Oysa biliyorum ki şu da var: Türkiye gerçeği. Türkiye, yaşamlarımızın bütün gerçeğini belirliyor. Coğrafy ...
O yaz, kendini gerçekleştirdiğin ilk yazdı. Müthiş bir kitabın sarsıcı bir öyküsünün arasında kaybolmuştum. Öykü, Nijeryalı bir yazar olan Chimamanda Ngozi Adichie’ye aitti. Zeki ve duyarlı bir kız çocuğunun erkek kardeşine tanınan imtiyazlarına bir noktadan sonra isyan etmesinin öyküsüydü bu. Nasıl diye soracak olursanız, sanırım cevabım ‘çok s ...
Ocak ayının sonu. Yarıyıl karne zamanı... Karne nedir? İçindeki notlar, hal ve gidiş bölümünün yayılıp gittiği o dikdörtgen karton, çok değil bir yıl sonra pek bir şey ifade etmeyecek şuncacık bir kağıt parçası! Sonuçta diplomaların bile insan hayatındaki karşılığı budur. Bir süre sonra o diplomalar, gittiğiniz turistik bir yerin önünde çektirdi ...
Sevgili Kadıköy, İlk yazıma böyle başlamak istedim. Köşe yazılarına yabancı biri değilim. Yine de her okur kitlesi ayrı bir heyecan. O heyecana teyellenerek söylenecek cümle ise galiba net: Gazete Kadıköy’de yazmak ayrı bir bayramlık fistan... Geçerken uğradığım her hangi bir kahvehanede, çaycıda, orada burada tebessüm ederek sayfalarını k ...