Yıllardır başımızda olan bir şey. Defalarca Kadıköy Belediyesi ya da CHP’li diğer ilçe belediyelerinin kültür etkinliklerine davet edilirken, sanki bu kentin ve ülkenin insanı değilmişiz gibi başta Büyükşehir olmak üzere İstanbul’un diğer belediyelerince sakıncalı bulunduk. Kültür ve sanatın nasıl bir buluşma dili olduğunu bilmemek mümkün olabilir miydi? Olabilirmiş ki, yıllarca bu savrulmaya katlanmak durumunda kaldık. İnsanın aidiyetsizliğinin onu özgürleştirebileceğini savunan biri olmama karşın, sanatın bu yöntemle vasattan da vasat biçimde gündelik manevralarla siyasallaştırılması, ortaya konan sanat eserinin ve sanatçının yok sayılması, istisnasız hepimize kaybettirdi. Yıllar heder oldu. Ne uğruna sorusu ise zamanın sorumluluğunda olacak. Ancak şunu da teslim etmeliyim: Bu, bu topraklarda iktidara gelen ve ona yakın olan ve olmayanın en temel sorunudur. İktidardakiler, ona yakın olanlar ve olmayanlar... Biz ve onlar motifi... Şu temcit pilavı hali. Biz ve düşmanlar. Biz ve bizim gibi olmayanlar. Biz ve bizim kuyumuzu kazanlar... Yabancılar, tekinsizler, bizden olmayanlar...
Sahiden de böyle midir?
Elbette böyle değildir. Bilen bilir.
İçimizdeki yabancı
İki hafta öncesi. Gebze hattının ertesi gün ana güzargaha bağlanacağı dönemdeydik. Üsküdar’da Marmaray’daydık. Herkes kendini vagona atmış, hatta bilinen reflekslerle o vagondan hiç inmeyecek ve ölümsüzlüğü hemen oracıkta tadacakmışçasına kendine yer bile tutmuştu. Sağlamcılar hemen belli oluyordu. Yabancılara karşı tetikte olma hali. Bir de Suriyeliler vardı elbette. En yabancılar! Hatta başka yabancılar da. Sonra bir geri bir ileri hafifçe silkindik, kıpırdandık ve hareketlendik. Ancak hatlarda bir karışıklık vardı. Anlamadığım teknik sorunlar. Bu yüzden çok kısa bir süre sonra nahoş bir sürprizin göbeğine düşecek, duracaktık. Hem de ne durmak! Yaklaşık yarım saat...
Yolun ortasında kalakaldığımızda, ben de dahil olmak üzere birbirine değmeyen bir sürü cümle sağda solda uçuşuyordu. Neden şehir hatlarına binip nazlı nazlı Kadıköy’e geçmediğimi kendime sorup dururken, vagondaki çoğunluk azar azar makiniste küfür etmeye başlamış, soluklar büyüyüp içimizi daha da daraltmaya başlamıştı. Dar bir alanda büyüyen öfkeydik, çaresizliktik ve o ânı birçok ana taşıyacak hezeyan yüklü bir kalabalıktık. Haklıydık da; uzun aksamalar konusunda uyarılmamış, seçim hakkı sunulmamış bir kitleydik. Haklıydık ama ne yazık ki ortada kazanan falan yoktu. Mavi bir kutunun içinde hesapsız bir zamana tıkılıp kalmıştık. Evet, haklı olmamız oradaki kıstırılmışlığımızı değiştirmeye yetmiyordu: Hep birlikte oradaydık. En yabancısından en az yabancısına kadar... O esnada dikkatimi çeken iki şey oldu. Bir dilsiz adam vagonların arasında koşup duruyor bir şeyler anlatmak istiyordu. Onun panik içersindeki koşuşunu takip ederken bir kadın çığlığı duyduk. Kapalı yerde kalmaktan bunalan bir kadın panik atak nöbeti geçiriyordu.
“Yeter artık, dayanamıyorum!” diye bir çığlıktı sanki. Ve hiç kuşku yok ki, o andaki hepimize kayıtlı bir sesti de.
O an koca vagon ve ona bağlı diğer vagonlar derin bir sessizliğin içine gömüldü.
Sonra kadının yanında bir gölge belirdi. Bir başka kadın... Sanırım doktordu; krizdeki kadının elini tutup ondan nefesini takip etmesini rica etti. Burnundan al, ağzından ver, diyerek... Ondan sakin bir biçimde derin derin nefesler alıp vermesini isteyerek.
Kısa bir süre sonra kadın yavaş yavaş kendine geldi.
Biz de.
O nefesle birlikte vagon yavaş yavaş hareket etmeye başladı.
O nefesle birlikte aynı gemide olduğumuzu hatırladık.
O nefesle birlikte öfke yerini üç beş insanın sağduyusuna bıraktı.
O sağduyuyla birlikte üç insan, Ayrılıkçeşmesi durağına varır varmaz şefin karşısına çıktı.
O üç insandan biri şefe bunun insanlık dışı bir şey olduğunu ifade etti.
Şef gencecik ve halden anlar biriydi. Dikkatli bakıldığında son derece mahcup olduğu her halinden belli oluyordu.
“Yukardan böyle emir verdiler, hizmete sokun dediler” dedi, “lütfen sizleri anlamadığımı düşünmeyin.”
O an kimse kimseye yabancı değildi.
Derin bir nefes alıp verdim.
“Kimse yabancı değil,” dedim. “Kimse yabancı değil...”
***
Kadıköy ile Büyükşehir’in buluşmasını bu nefesle hatırlamak istiyorum. “Kimse yabancı değil,” diyerek.
Son iki haftamı masallara ayırdım. İlki Judith Liberman’ın okul öncesi çocuklar için yazdığı kitabı ‘Önce Hayal’ sonrasında ise Gülsevin Kıral’ın ‘Sarımsaklanır mı Kedi’si. Her iki yazarın da masallara ve yaşama dair söylediklerini burada anmak isterim. Dünyanın her neresinde olursak olalım, cinsimiz, rengimiz ne olursa olsun, bizi bize yakınlaş ...
‘Anlamak gideni ve gelmekte olanı’ Nazım Hikmet Kadıköy Çarşısı benim malum yol güzergâhım, bir nevi toprağım, kalbimin hemhal olduğu durağım. Oradan ne zaman geçsem, Türkiye’nin gelecekteki halini ‘işte böyle olsun’ diye kurgulamaya çalışıyorum zihnimde. Geçmiş, şimdi ve geleceğin, kısacası epey yaşlı, yaşlı, orta yaşlı, genç ve en genç ekib ...
25 Kasım’ı (Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü) geride bırakırken, son iki yılda yitirdiğimiz kadınların sayısı karşısındaki çaresizliğimiz, çaresizlik olarak kalmaya devam ediyor. Karşımıza çıkan ve duvarlardan bize seslenmeye devam eden 6284 ‘daveti’ ise yaşadığımız cendereye geç kalmış bir farkındalık misali, hayata geçmeyi ...
Sonra dedi. Sonrası gelmedi. Kaç yıldır tanışıyorduk? Yirmi yılın içinde geniş tembelliklerdeki bir kedi gibi kıvrılan samimiyetin kenarında dolanırdı merhabalarımız. Ne zaman birbirimizi görsek onun kocaman, gevrek, ev sıcaklığındaki elleri arasında kalıverirdi kansız, soğuk ellerim. Nasılsın Abla? Daha çok kasımpatları için giderdim o ...
Kadıköy’le ilgili genç arkadaşlarıma sordum… Boya yapıyorlar, yaptıkları boyalı dünyanın masalını da benden dinliyorlardı. Önlerinde bir ev ve evin dayandığı bir mahallenin eşliğindeydi masal ve vardığı yer de Kadıköy’dü… Başlarını bir anlığına kaldırıp, meraklı ve coşkulu biçimde yüzüme baktılar; kimi balıkçılar dedi, kimi kalabalık… Sıcak ve dar ...
Motorumuz Eminönü’nün en çilekeş rıhtımlarından biri ve aynı zamanda da tarihin göz kamaştırdığı o yerden demir aldı. Az önce çocukları için çöpten ekmek toplayıp, o ekmeklerin içlerini temizleyerek akşama öğün çıkarma derdindeki kadının yüzündeki çizgileri geride bırakırken ikindi çayları esiverdi motorun güvertesinde. Bir ara karşı kıyıya, Karakö ...
Kadıköy İskelesi’nden biniyorsun motora. Sonrası kendiliğinden geliyor. Ada’dasın, tamam. ‘Soğuk, gerçekten soğuk,’ diye sulara bıraktı kendini kadın. Soğuğun nadir yakıştığı zinde bedenlerdendi bedeni. Soğuğa sakince terk etti kendini. Su ve o; bir süre sonra birlikte bir dalga oldu, hatta ansızın bastıran ve kıyıyı önce usulca derken haylazca ...
Müdür Bey o gün, okulların açıldığı zaman bir konuşma yapmıştı. Beklenilenin ve umulanın tersine ‘herkesten bir şey öğreniriz’ diye yapılan bir konuşmaydı bu.‘Bugün’ demişti Müdür Bey, arabamdan içeri atılan bir sigara izmaritiyle ne kadar büyük bir yanlış yaptığımı anladım. Zira o izmarit bana aitti ve benim tarafımdan dışarı atılmıştı! Bazı şeyle ...
Kurban Bayramı’ndan birkaç gün önce Kadıköy’ün sıcak meydanlı bir gününde oğlumla birlikte bir sokak pastanesinin sandalyelerine tüneyip limonata içtik. Onunla, son yıllarda, parça parça ama bir o kadar da nitelikli anılardan oluşmak durumunda kalan hayatımıza bir yenisini daha ekledim. Şöyle ki oturduğumuz yer, biz oraya tüner tünemez canlanıverdi ...
Adalardan karşıya bakıyorum. Uzun uzun, belki saatlerce, belki günlerce. Zaman ayarım nicedir bozuk. Karşı, kara dediğimiz o yer, karasevdayı olur olmaz yerde yerin dibine batıran o duygunun adı oluyor bir kez daha: Utanç. Bu kadar güzel bir diyarı bu kadar çirkinleştirebilmek için özel bir yetenek gerekiyor. O sırada demirleyip zamana meydan ok ...
Çiğdem Aldatmaz’ın Sem adlı kitabında sayılarla ilgili güzel bir öyküsü var. Öykünün adı da ilginç: Karşıdan Karşıya Geçerken Önce Sola Sonra İçinize Bakınız... Harbiye’de şehrin en uzun ışığının önünde tam altmış saniye boyunca bir insanın neler düşünebileceğini anlatan bu öyküyü okur okumaz ömrümüzün ne kadarının bu trafik ışıklarının önünde, kır ...
Her zamanki Kadıköy’de, denizin dibinde-mutlaka bir öyküde anlatacağım ironik mekânlı bir çayhanedeydim. Hem Kadıköy hem de değil duygusuyla birlikte elimdeki kitabın kapağına dalıp gitmiştim ki mekânın sevimli garsonlarından biri başıma dikildi. Serinleyen havadan, mevsimsiz sıcaklardan, değişen ruh hallerimizden bahsederken elimdeki kitabı işaret ...
Geçen hafta Acıbadem ile Koşuyolu’nu birleştiren o geniş caddede, yani halamın bahçeli evinin tam karşısındaki arsayı ziyaret ettim! Arsa biraz değişmişti elbette. Bizim mahalle çocuklarının esamesi okunmuyordu. Anlaşılan sıcak bir ikindinin göz kapaklarına meydan okuduğu derin bir çocukluk uykusuna saklanmışlardı. Tüh! Arsa biraz değişmişti ...
Afganlı gazeteci Mena Mangal’ın sokak ortasında öldürülmesinden bir gün önce onunla lafladık. Gündüz Hanım (adı buna yakın), Kadıköy’ün tarihi yarımdanın olduğu gibi gönlümüze dolmasına izin verdiği kıyısında, hemen yanıbaşımdaydı. Bir bankın üzerinde tesadüfen oturmuş ve sanki bunu anlatan işli bir bayramlık mendilin içinde ansızın bastıran yaz me ...
Bayram yazılarını oldum olası hep severim. Bu yüzden erken bir yazı olarak görünse de bu keyfi çıkarmaya niyetliyim... Şeker bayramlarının kıymeti, paha biçilmezlerimden ve esaslarımdandır. Neden derseniz, bu ‘manevi’ tınılı bayram yüzünden hiçbir hayvan, nebat şu bu ölmez, kan dökülmez. Ve daha da önemlisi küsler barışır. Şeker bayramı, hikmeti ...
Bu hafta Irmak Zileli ile yeni kitabı Bozuk Saat’i (ON8 Yayınları) konuşurken önemli bir hususa parmak bastı Irmak. Kitabında, kalabalık bir meydanda duran bozuk saatin ahvalini işaret ederek ‘birbirimizle iletişime girebilmemiz için biraz bozulmamız gerekiyor’ dedi. Öyle ya, herkesin ben haklıyım dediği bir toplumda, herkesin kendi haklılarıyla ya ...
Dünya, uzay ve maddenin çok kısa ömürlü kaynaşmalarından, uzay ve temel parçacıkların devasa bir yapbozundan ibaretse... biz neyiz? Fizik Üzerine Yedi Kısa Ders, Carlo Rovelli, *** Bugün yazacaklarım ‘biz neyiz?’ sorusuna aradığım bir cevapla ilgili. Bu soruyu bana sorduransa Erdoğan Hoca. Dünyanın koca bir kainatın bilinmezliği içerisinde ...
Hatice Meryem’in son kitabı Yetim, bizlere bir kimsesizlikten bahsediyor. Anne ve babası sağken bile kendisini öksüz ve yetim gibi hisseden bir kız çocuğunun öyküsü şeklinde okuduğumuz hikâye, bir yerden sonra hepimizin yetimliği oluveriyor. Yetimlik mi kimsesizlik mi sorusu, bu noktada çok eskilerde okuduğum bambaşka bir kitabı çağrıştırıyor: Jale ...
Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde yaşanan olay, sayısız insanın katledilmesiyle sonuçlandı. Elli Müslümanın hayatını kaybettiği kanlı bir eylemdi bu. Başbakan Jacinda Ardern’in olay karşısında sergilediği ise dünyanın aradığı barış dilinin ta kendisiydi! Saldırının hemen ardından kurban yakınlarını ziyaret etti Ardern ve onlara tek tek sarıldı ...
‘Sözcüklerse, özellikle kitaplarda bulunan sözcükler ketumdur.’ Eskiden, yani epeyce eskiden, karşı yakanın (Avrupa) duvarlarını süsleyen bir kadın vardı. O kadını otobüsle önünden geçerken tanımıştım. Kadının tek yaptığı asıldığı duvarın önünde külotlu çorabını son derece seksi bir biçimde çekmesiydi. Hayatı boyunca kaç kadın külotlu çorabını ...
“Özgür Yaşa Ey Sislerin Çocuğu!” Henry David Thoreau Yaklaşık bir haftadır sise uyanıyoruz. Sis, büründüğümüz tutsaklığı hatırlatıyor. Hangi tutsaklık derseniz, daha bir geniş perspektiften bakarak söylemek gerekirse, yaşam tutsaklığı! Oysa biliyorum ki şu da var: Türkiye gerçeği. Türkiye, yaşamlarımızın bütün gerçeğini belirliyor. Coğrafy ...
O yaz, kendini gerçekleştirdiğin ilk yazdı. Müthiş bir kitabın sarsıcı bir öyküsünün arasında kaybolmuştum. Öykü, Nijeryalı bir yazar olan Chimamanda Ngozi Adichie’ye aitti. Zeki ve duyarlı bir kız çocuğunun erkek kardeşine tanınan imtiyazlarına bir noktadan sonra isyan etmesinin öyküsüydü bu. Nasıl diye soracak olursanız, sanırım cevabım ‘çok s ...
Ocak ayının sonu. Yarıyıl karne zamanı... Karne nedir? İçindeki notlar, hal ve gidiş bölümünün yayılıp gittiği o dikdörtgen karton, çok değil bir yıl sonra pek bir şey ifade etmeyecek şuncacık bir kağıt parçası! Sonuçta diplomaların bile insan hayatındaki karşılığı budur. Bir süre sonra o diplomalar, gittiğiniz turistik bir yerin önünde çektirdi ...
Sevgili Kadıköy, İlk yazıma böyle başlamak istedim. Köşe yazılarına yabancı biri değilim. Yine de her okur kitlesi ayrı bir heyecan. O heyecana teyellenerek söylenecek cümle ise galiba net: Gazete Kadıköy’de yazmak ayrı bir bayramlık fistan... Geçerken uğradığım her hangi bir kahvehanede, çaycıda, orada burada tebessüm ederek sayfalarını k ...