“Zaman nasıl da geçmiş
Küçük kızım büyümüş
Geçmişe biraz kırılmış da
O her şeyi unutmuş
Havasına suyuna aldırmadan
Yaşadığım şehre taşınmış
Ev iş aynen devammış ama
Şimdi biraz daha rahatmış
Bakkala diye çıkıp sana gelesim var
Hemen bugün olmasa da seni
Acilen göresim var
Biraz kalabalıkmış otobüs
Cam kenarına oturmuş
Aklına gelmişim o vakit
Gülmüş ve unutmuş
Hafta sonları en çok
Kadıköy'ü severmiş
Yalnız dolaşırmış ya da tatlı bir çocuk varmış
Bakkala diye çıkıp sana gelesim var
Hemen bugün olmasa da seni
Acilen göresim var”
*Bakkala Diye Çıkıp/ İkiye On Kala
İşten gelir gelmez mutfağa girdi, önce çorbayı koydu ocağa, sonra pilavı… Köfteleri son dakikada atacaktı fırına. Hele bir pilav demini alsın, köfte sonra… Sabah aceleden toplayamadığı yatağı toplamaya girişti, ardından banyonun tezgahını ıslak mendille şöyle bir siliverdi yalandan, “Aman olduğu kadar canım” dedi kendi kendine. Zaten hayat ne zamandır böyleydi onun için, aman canım olduğu kadar! Aslında emekliliği çoktan gelmişti de, kızın okulunun bitmesini bekliyordu, her sabah “Ha gayret” diye kalkıp, her akşam “Bugün de bitti şükür” diye yatıyordu.
Salondan gelen televizyon sesine kulak verdi bir ara; “Zam” diyordu televizyon, zam zam zam. “Zam değil o gam” dedi kendi kendine. Sonra derin derin içini çekip şükretti. Bu da yeni çıkmıştı ha, vara yoğa içini çekip şükretmek. Yaşlandıkça iyice annesine benzer olmuştu zaten. Her şeyin hayırlısını diliyordu mesela, durup durup şükrediyor, olduk olmadık yerde gürültüyle içini çekiyor, içini çektiğini etrafındakilerin bakışlarından fark ediyordu… Yaşlanmak biraz böyle bir şeydi galiba. İnsan yaşlandıkça daha çok kendi içinde yaşıyordu.
Sofrayı kurdu, üç tabak, üç bardak, üç çatal kaşık… İçeriye seslendi, sesine yapmacık bir neşe katmaya çalışarak; “Sofra hazır…” Kimseden ses gelmeyince bir daha; “Sofra hazır…” Kızı odasından cevap verdi, “Benim karnım tok”. Kocasına baktı, ohooo elinde kumanda sekizinci uykuya dalmıştı bile. Mutfağa döndü, hazırladıklarına şöyle bir baktı, içinden masaya bir yumruk vurup devirmek geçti ama yapmadı. Çünkü devirince ortalığı yine kendisinin toplamak zorunda kalacağını bilecek kadar yaş almıştı.
Anahtarı alıp sessizce evden çıktı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Her adımda daha da yabancıladı doğup büyüdüğü Kadıköy sokaklarını. Şu köşede Tuba otururdu mesela, beraber evcilik oynarlardı çocukken. Onun karşısında Elçin vardı, her sabah liseye beraber yürürlerdi. Yan sokakta Elif yaşardı, akşam vapuruyla beraber dönerlerdi üniversiteden. Hafta sonları beraber otobüsle Kadıköy’e iner, bir aşağı bir yukarı turlayıp iskelede gördükleri tatlı çocuğa denk gelmeyi umarlardı. Elif’in karşı apartmanında Özge vardı, anneliğinin ilk yıllarında ikisi de kızlarını beraber parka götürürlerdi her öğleden sonra.
Şimdi kimse kalmamıştı. Pandemisi, depremi, ekonomisi derken herkes bir bir gitmişti işte. Çok uzun zamandır bir tren garında gibi hissediyordu, sürekli trenler kalkıyor, o arkalarından uzun uzun el sallıyordu. Trenin ufukta kaybolduğu yerden yeniden de başlamıyordu hayat, gidenin yerini kimse almıyor, o daha da yalnızlaşıyor, daha da yaşlanıyordu.
Bakkala diye çıkıp uğrayacağı kimsesi kalmamıştı işte. Oysa Elif olsaydı mesela ya da Tuba ya da Elçin, onlara aşağıdan seslenseydi “Ne yapıyorsun diye?” Onlar deseydi ki, “Gel çayı koydum” Çıkıverseydi yukarıya, iki dertleşseler, üç dedikodu yapsalar pamuk gibi olurdu. Ya da eskiden adını dahi duymadığı ama şimdi haftada iki içmezse rahat edemediği o afilli kahvelerden içmek için onları çağırsaydı aşağıya, yanında da bir dilim pasta ve dost muhabbeti, insan daha ne ister ki? Ama yoktu işte, “Bakkala diye çıkıp sana gelesim var” diyebileceği herkes uzaktaydı.
Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Adımlarının onu nereye getirdiğini ancak evin önüne gelince fark etti. Kapıyı sessizce açtı, her şey bıraktığı gibiydi, kızı odasında, kocası televizyon karşısında, masadaki köftenin yağı donmuş, çorba buz kesmiş. Gittiğinden, döndüğünden, aklından geçenlerden, yalnızlığından herkes bihaber.
Sessizce sofrayı toplarken kızı odadan seslendi; “Ben acıktım, yiyecek ne var?” Sonra kocasını duydu; “Hadi yahu, yemek yemeyecek miyiz?”
Köfteyi fırına koyup bir daha ısıtırken, çorbanın altını yaktı. Neyse ki pilav soğumamıştı. Birden aklına geldi. “Bakkal yok ki artık” dedi kendi kendine. “Bakkala diye zaten çıkamam ki, bakkallar da kapandı.”
Ardından seslendi yapmacık bir neşeyle; “Sofra hazır…”
** Şarkıyı dinlemek için
Geçmem bir daha Kadıköy’den “Bir akşam masası, iki kişiyiz, sen ve ben Gidiyorsun hiçbir şey söylemeden, birden Kadıköy'de bir yağmurlu bahçeden Yıllar külleniyor, izi kalıyor aşkın Yüreğim kurtulsa da yangından, alevden Yana yana kül olayım, unutup yine sevdalanayım Geçmem bir daha Kadıköy'den Sen uzaklarda ülkem, ben gurbette bir göçm ...