Liz Behmoaras’lı anıları çok yakın şeyler gibi hatırlıyorum, çok uzak şeyler gibi bazen… Senede iki, en fazla üç kere Moda’ya gelir, muhakkak arar, “eğer uygunsam” Moda Caddesi’nde buluşurduk. O vakitler Moda İskelesi’nin büyük, beyaz ferforje kapısından geçip, artık kullanılmayan, bu boş iskeleyi ziyaret etmeyi âdet edinmiştik. Buraya varmadan bir önceki durağımız, Aya Ekaterina Ayazması olurdu. Dileklerimizi diler, mum yakardık. Lizi fısıltıyla, “Aşk dilemedin değil mi? Aya Ekaterina aşka cevap vermiyor” derdi. Aya Ekaterina’dan aşk dilememeyi ondan öğrendim. Pek çok şey gibi… Yol boyunca anlatmayı severdi. Anneannesini ve annesini her zaman Moda’yla birlikte anardı. Moda onun “kayıp cennet”iydi. İngiliz Whittall ailesinin, pencereden geçenlere el sallayıp türlü maskaralıklar yapan evcil maymununu hatırlar, az önce görmüş gibi kahkahalarla anlatırdı. Balık konusunda ne biliyorsa Balıkçı Dimitro’dan öğrenmişti. Ondan başka kimseden balık alınmazdı, diye vurgulamayı ihmal etmezdi. Tıpkı eti Kasap Stefo’dan, peynir ve sütü Mandıracı Argiri’den aldıkları gibi. Hamursuz Bayramı’nda Zapyon Rum Lisesi’nin müdiresi, komşuları Kiriya Melpi, anneannesine yardıma gelip çevirme tatlısı yaptıkları günler, çocukluğunun en özel hatıraları arasındaydı. Evlerden, yokuşlardan, sokaklardan geçerdik… Onun Moda’sı aynı zamanda bir müzik semtiydi. Müzikte ün yapmış sakinleri öyle çoktu ki! İdil Biret, Ayşegül Sarıca, Verda Ün, Leyla Pamir, Bülent Arel, Erdem Buri, Pertev Apaydın…Pencereleri açık kalmış evlerden, parke taşlı sokaklara Chopin’in ve Mozart’ın ezgileri gibi, Arel’in bestesi ilk elektronik müzik ve Erdem Buri’nin caz notaları da taşardı. Liz Behmoaras’ın Moda’sı, Nazım Hikmet’in Suat Derviş’le flört ettiği, Sertellerin yeni inşa ettirdikleri evlerinde harıl harıl Tan’a yazı yetiştirdikleri, Haldun Taner’in en güzel eserlerini yazdığı semtti, ayrıca.
Liz Behmoaras… Gazeteci, yazar, çevirmen. Söyleşiler yaptı, biyografiler ve romanlar yazdı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş dönemi odağında biyografik eserleri ile tanındı. Söyleşi dizisinden oluşan ilk kitabı “Türkiye’de Aydınların Gözüyle Yahudiler” 1993 yılında yayımlandı. Yaşamının sonuna kadar yazının hemen her alanında çalışmalarını sürdürdü. İlk baskısı 2008 yılında yapılan biyografi kitabı, “Suat Derviş: Efsane Bir Kadın ve Dönemi” için, sık sık Moda’ya geldiğini anlatırdı. Suat Derviş, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını, şimdi bir apartmanın, daha önce Pansiyon Mano’nun yerinde duran, Moda Koyu’na bakan bir konakta geçirmişti. Lizi’nin en yoğun hissederek yazdığı satırlar da Suat Derviş’in bu konakta geçirdiği yıllardı. Nazım’la el ele nereleri dolaştıklarını, ilk eserlerini yazarken nasıl bir manzaradan ilham aldığını hayal ederdi. Sonra yaşlılığında son eşi Reşat Fuat ve kuzeni Erdem Buri ile Koço Meyhanesi’nde geçirdikleri balıklı, rakılı geceleri… Sabiha Sertel’i de çok severdi. Suat Derviş ve Sabiha Sertel’in bir parça rekabet de içeren anılarını coşkuyla anlatırdı. Safiye Erol’u önemserdi. “Sevmenin Zamanı” romanını yazarken, Erol’un “Kadıköyü’nün Romanı” kitabındaki Moda Deniz Hamamı tasvirinden çok yararlandığını söylemekten kaçınmazdı. Birbiri ardına içtiği sigaraları, kısa kesilmiş gri saçları, siyah pantolonları, balıkçı yaka kazakları, azman kedileri ve herkese “canımıniçi” diye seslenişiyle, ilk kadın ressamlardan Müzdan Arel’i ise, bir gün bir Liz Behmoaras romanı kahramanı olarak okuyacağımdan emindim.
Lizi, yazının hemen hemen her alanında eserler verdi. Biyografi yazarken, akıl almaz çılgınlıkları, şaşırtıcı rastlantıları çözüp aktarabilmek için araştırmasının yetersiz kaldığını fark ettiği andan itibaren, empati kurmak zorunda kaldığını söylemişti. Gerekirse başka bir döneme hatta başka bir evrene ışınlanırdı... Tıpkı yılanların deri değiştirdikleri gibi, cinsiyet, ortam, aile değiştirirdi! İz sürerdi… Roman yazarken alabildiğine özgürdü. Eserin başına, sonuna, olayların akışına karar veren olması onda hem özgürlük duygusu hem de büyük bir gerginlik yaratırdı. Son kitabı, geçtiğimiz sene Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan “Küçük Dev Kadın: Azra” biyografisiydi. Dönemin kültür sanat ortamlarının daimî üyesi Azra Erhat, pek çok insanı olduğu gibi Lizi’yi de çok etkilemişti. Bu etkilenme, bir anlamda kaçınılmazdı. İkisinin de benzer yönleri, ortak tutkuları vardı. Azra Erhat, varlıklı bir aileye mensup, burjuva değerleriyle donatılmış bir yaşam tarzından gelmesine rağmen, çeviriler, felsefe, mitoloji, eski uygarlıklar onun tüm yaşamını oluştururdu. Aynı “sınıf”tan Lizi Behmoaras için de yazmanın ve yazarak yaşamını sürdürmenin anlamı çok büyüktü. Erhat’ın da içinde yer aldığı “Mavi Anadolucular”ın tarihi ve kültürel hümanizmanın çatısı altında yeni bir tür yurttaş profili yaratma ve onu da Anadolu Türklüğü ile bütünleştirme hedeflerini anlıyordu. Ancak günümüzde doğrulanan pek çok tarihi ve coğrafi olguyu gün ışığına çıkartmış olmasına rağmen Mavi Anadolu akımının halka inemediğini, “elitist” liği yüzünden başarılı olamadığını yazmaktan da kaçınmıyordu. Lizi, Azra Erhat’ın Güzin ve Abidin Dino ile olan dostluklarını ayrı bir yere koyuyordu. Azra Erhat’a son günlerinde en çok sayıda, en sıcak, en sevgi ve ilgi dolu mektuplar Dinolardan gelirdi. Buna rağmen, Azra Erhat’ın siyasi ya da kültürel açıdan Güzin’le Abidin’den etkilendiğine dair herhangi bir ipucuna rastlamadığının altını çizerdi. “Küçük Dev Kadın”da Dino çifti tescilli solcuydu, Azra ise katıksız hümanist. Öyle yaşamış, öyle ölmüştü. Tıpkı kendisi gibi!
Azra Erhat biyografisini okuduktan kısa süre sonra, Lizi’nin ölüm haberi geldi. Beklenmedik bütün ölüm haberlerini şubat ayında aldım. Lizi’yi de bir şubat günü Ulus Musevi Mezarlığı’nda sonsuza uğurladık. Hepsini hatırlıyorum Lizi… Hepsini unutuyorum.
Refik Halid Karay, dünyayı İstanbul’dan adımlamaya başladı. O, İstanbul’u, yaşayan, olağanüstü bir varlık gibi hayal ederdi. Soluk alan, sürekli korunup gözetilmesi, özenilmesi gereken kutsal bir varlık. Boğaziçi’nde kendi halinde, ağaçların arasında dinlenen evler, tepelere doğru birer anı gibi ilerleyen sessiz sokaklar, hayattan sarsıcı insanlık ...
Sayısız sanatçıya ilham veren İstanbul, geçmişinin çok eskilere dayanması ve çok kültürlü bir kent olması açısından ilginç özellikler taşır. Her ne kadar çok kültürlülük özelliğinin gittikçe aşındığı gözlemlense de en azından anı kitaplarında canlılığını koruyan bir dinamiktir. Bu özellik en çok yeme-içme kültürüne yansır. Gün görmüş, eyyam sürmüş ...
İstanbul’u hiçbir zaman insanlığın evrensel serüveninden ayrı düşünmedim. Kentimizi hep o büyük serüvendeki insanlık hâllerine benzetirim. Tıpkı onun gibi yıkık, korkak, cesur, bocalayan, yalpalayan… Diğer yandan mağrur ve görkemli. Bana her zaman yeryüzü oradan adımlanmaya başlanır gibi geldi. Mekân olmanın ötesinde, toplumsal/politik aidiyetlere, ...