Refik Halid Karay, dünyayı İstanbul’dan adımlamaya başladı. O, İstanbul’u, yaşayan, olağanüstü bir varlık gibi hayal ederdi. Soluk alan, sürekli korunup gözetilmesi, özenilmesi gereken kutsal bir varlık. Boğaziçi’nde kendi halinde, ağaçların arasında dinlenen evler, tepelere doğru birer anı gibi ilerleyen sessiz sokaklar, hayattan sarsıcı insanlık dersleri alan, “İstanbul’un yerlisi” karakterler, kentin çokkültürlü hayatının kanıtı objelerle süslenmiş ev içleri, lavanta, günlük ve beyaz sabun kokusu denildiği zaman aklıma hep O, gelir. Büyük yazarımızın yokluğu, geçerli bütün dillerin konuşulduğu, çok dilli, çok dinli, çok kimlikli, çokkültürlü İstanbul’un da bir anlamda ölümüdür. Öyledir… İstanbul, romanlarında hep baş köşededir. Karay, Tepebaşı gazinolarını da Boğaziçi yalılarını da anlatırken, bu mekanları birbirine çok zıt karakterlerin karşılaşma ve diyalog alanı haline getirmeyi başarır. Onun romanlarında, Boğaz köylerinin iskelelerini pas tutmamış, filizkıran fırtınası ile bağbozumu fırtınasının tarihleri unutulmamıştır. Kanlıca’da son volinin tanığı, henüz çiçeği burnunda bir delikanlıdır. İstanbulluların, Marmara sularını rüzgârın koyduğu adlarla öğrendiği zamanlardır...Boğaziçi yalılarını, bahçeyi süsleyen kiler, hatta “ince kiler”i ile birlikte anlatır; “(…)ince kiler denilen işle meşgul olurdu; yani meze de hazırlardı. Havyar, yumurta, patlıcan, patates, beyin salataları gibi şeyleri o hazırlar. Kalamata zeytini, ançüez, fıçı sardalyesi, balık yumurtası, sığır dili, çiroz, kuru balıkların çeşidi, turşular, peynirler vesaire onun kilerinde hazırlanır.” Gurmedir. Çay davetlerini, baloları, Boğaziçi gezintilerini, Pera pastanelerini çok sever. Okurlarına yeme-içme kültürünün sosyo-kültürel hayattaki yeri konusunda çok değerli bilgiler verir. Bu nedenle onun romanlarında evler, kırk odalı, kırk odasından da bir insanın çıktığı görkemli evlerdir. Kiler, çekmece, sofa, taşlık, büfe, dolap, veranda, avlu adeta canlıymışçasına başroldedir. Aslında onun eserlerinde sebze-meyvenin bile ruhu vardır, canlıdır. Makyajlı Kadın romanındaki bamya tasviri bunun en tipik örneğidir: “Bamya pek sevimlidir. Bana çevik, zeki, haşarı bir mahluk tesiri yapar. Bu itibarla adeta zerzevatların keçisidir.” Refik Halid’de kutlamalardan anmalara, bayramlara kadar yemeğin hep özel bir yeri vardır. Kahveden ziyade, çay sevgisiyle hatırladığım Karay’ın, Sonuncu Kadeh romanındaki Makbule Hanım karakterinin kahve keyfini anlattığı bölüm, aslında bir Osmanlı evinin yaşam tarzının, zevkinin, dünyasının yansımasıdır: “Makbule ablanın kahve pişirmesi şimdiki usule uymamaktadır. Kahve şerefine, limon kabuğuyla tertemiz, pırıl pırıl ovulmuş tutulan kıpkırmızı bakır mangaldaki küllü kömürler yarı canlı haldedir, azıcık eşeler, çıtırdatır. Sonra raftan bir tepsi getirir, cezve, fincanlar, kahve, şeker bunun içindedir. Tepsinin hem altını, hem üstünü sakız gibi beyaz bir örtü kapatır. (…)Cezveyi ateşin harlı tarafına sürmez. Isınan sudan birer miktarını fincanlara koyup soğukluğunu gidermeyi unutmaz. Şimdiki zamanda kim buna tahammül gösterir?” Kaşık koleksiyoneridir. En çok sedef kaşıkları sever. Masa başında uzun çalışmayı sevmez, “Hep böyle gezine gezine çalışmayı severim” der. Refik Halid Karay’ın sofrasında yemeği takdir etmek vardır. “En fazla canımı sıkan tip de şudur. Özene bezene , mükemmel surette yapılmış yemeği, nefasetinin farkına varmadan yahut bir kelime ile olsun kıymetini takdir lüzumu duymadan ahçı dükkanında imişçesine hapur hupur yutup susan veya sohbete dalan insan…Masrafa da, emeğe de, işte o zaman yazık olur.” İstanbul’un ve taşranın gündelik hayatı, kahramanlarının beslenme alışkanlarda görünür kılınır. Karay, hem İstanbul’un hem de Anadolu’nun damak tadını yakından tanımaktadır. Bu nedenledir ki Üç Nesil Üç Hayat’da keşkeği överken, Mutfak Zevkinin Son Günleri’nde çiroza iltifat eder, Karaköy poğaçasını göklere çıkarır. Karay, çoktandır unuttuğumuz kapı önü akşamlarını mı hatırlatmaz, alıp başını gitmeyi mi… Öyle mekânlar ve insanlar anlatır ki, uzun bir yolda küçülmüş gölgenizle karşılaşmak gibi bir his bırakıp, geçer.. “ ‘Bir tarhana çorbası pişirseniz,’ Ve babamın böyle söylediği karlı kış sabahının öğlesinde sofraya o çorba konurdu. İstanbul tarhanadan yüz çevirmeye başladı. Neden? Ev kadını, ev kileri, ev sevgisi, ev yemekleri merakı azaldığı için…” Yeme içme kültüründe var olan anlamların ve seremonilerin kimler tarafından hangi süreçlerle üretildiği, nasıl aktarıldığı ve bütün bunlarla kimlik arasında nasıl ilişki kurulduğunu sorgular. “Mutbak medeniyeti” derken kastettiği tam da budur!
Büyük felaketler ile baş döndürücü tutkuların, eğlencelerin yan yana anıldığı ülkenin olağanüstü günlerine tanıklık eder. Bütün bunların etkisiyle, kendini bir yazar olarak yeniden kurar. Muhalif bir kişiliği vardır. Uzun süre görmezden gelinir. Son yıllarda artan okur ilgisine rağmen, hak ettiği değeri bugün bile tam anlamıyla bulamaz. Yarın bu büyük yazarımızın doğum günü! Uzun bir masanın etrafında, okurlarının bir araya geldiğini düşünelim… Hayatın bir köy kahvesinde zeytin kırmak kadar yalın, Boğaziçi’nde bir evin salonunda kristal kadehleri “mutluluğa” kaldırmak kadar görkemli olduğunu hatırlayalım. Refik Halid’e özlemle…
Sayısız sanatçıya ilham veren İstanbul, geçmişinin çok eskilere dayanması ve çok kültürlü bir kent olması açısından ilginç özellikler taşır. Her ne kadar çok kültürlülük özelliğinin gittikçe aşındığı gözlemlense de en azından anı kitaplarında canlılığını koruyan bir dinamiktir. Bu özellik en çok yeme-içme kültürüne yansır. Gün görmüş, eyyam sürmüş ...
İstanbul’u hiçbir zaman insanlığın evrensel serüveninden ayrı düşünmedim. Kentimizi hep o büyük serüvendeki insanlık hâllerine benzetirim. Tıpkı onun gibi yıkık, korkak, cesur, bocalayan, yalpalayan… Diğer yandan mağrur ve görkemli. Bana her zaman yeryüzü oradan adımlanmaya başlanır gibi geldi. Mekân olmanın ötesinde, toplumsal/politik aidiyetlere, ...