Bu vakitlerde değil de sonbaharın ilk günleri, Eylül ikindileri, palamutların yeni yeni çıktığı, manav tezgahlarının yemyeşil taze otlarla donandığı zaman Ada mevsimi başlar. İyot, çivit ve tuzdan ibaret Ada evlerinin beklenmeyen konuğuysanız, o tuzdan bir parça yakanıza siner, bir daha da çıkmaz. Yazdan kalma son sıcaklarda kurumuş otlar, bir dalda tek tük kalmış incirler, terk edilmeye hazırlanan iskele, boyası solmuş evin penceresinde capcanlı duran bir sardunya görürseniz Kınalıada’dasınızdır.
Kınalı, lodoslar dağıtır. Kınalılılar, denizle bütünleşmiş insanlardır. Eskilerden söz açmaya çımacıdan, balıkçıdan, sandalcıdan başlarlar. Yokuş başında karşılaştığınız herhangi bir Adalı’ya kulak verin, ilk sandalını on yedi yaşındayken alıp, son sandalını on beş gün önce sattığını anlatıyordur. Kınalıada’da balığı eline alan, büyük bir balıkçılık mirasını da elinde tutar. Reisler, sandalın bir ucundadır, ağlar denizin adağıdır… Kınalıada’da kalafat yeri henüz pas tutmamış, “filizkıran fırtınası” ile “bağ bozumu fırtınası”nın tarihleri unutulmamıştır. İskele Meydanı’ndaki Balıkçı Argiri, hem namlı bir balıkçı olması hem de sandal bakımında uzmanlığıyla Adalıların kalbini çoktan fethetmiştir. Argiri’nin namına, denizle bütünleşmiş bir başka balıkçı, Balıkçı Yorgo yetişir. Yorgo’yu hep kardeşiyle birlikte hatırlarlar. Pavuryacı Hüseyin, tüm zamanların en maharetli deniz adamlarındandır. Oltacı Pandeli ise, olta balıkçılığı ile ev geçindirir. Kınalıada’nın arkası çirozluktur. 1 Mayıs- 1 Haziran arası çiroz zamanıdır. Uskumrular yumurtlamış, zayıflayıp kurumuş olacaklar ki közlerken tutuşmasınlar! Harçlığını midye çıkararak kazananlar da vardır. Bu işin de bir numaralı ismi Orkinos Dimitro’dur. Ağustos-Eylül geceleri lüfere çıkma vaktidir. Lüks lambası ışığına gelen lüferlerden ilhamla yeni bir isim konur, lambalı lüfer denir. Ada’nın kadınları da denizin dilinden anlar. Merametçilerin hemen hepsi kadındır. O kadınlar, ağlarını senede bir kere çam kabuğu ile kaynatırlardı ki bakteriler ölsün. Sokaklara kazanlar kurulur, ağlar kaynatılır, boyanır... Mimoza Restoran’ın çaprazında “Nişan Dayday” ıstakoz satar, ıstakozların sırtına da tebeşirle kaç lira olduğunu yazar. Istakoz evde pişirilmez onu pişirmek balıkçıların işidir.
O yılların çiçeği burnunda Ada delikanlılarının, son volinin tanıklarının kalbinde ise tek balıkçı vardır: Zargana Enver! Zargana nam Balıkçı Enver, gizemli, dünyaya küsmüş, kimseyle pek konuşmayan Ada’nın saygıda kusur edilmeyen şahsiyetlerindendir. Onun hakkında yalnızca iki şey bilinir: Birincisi Karadenizli olduğu, ikincisi votkayı çok sevdiğidir. Diğer balıkçılar rakı içmeyi sever, Zargana Enver, votkadan başka hiçbir içki içmez. Suskunluğuna rağmen Ada delikanlılarının en fiyakalı insanı olmayı başarır. Tıpkı Manuk ve Arman kardeşler gibi, balıkçılıkla ilgilenen pek çok genç onu örnek alır. Öğrencilik yıllarında sandal almak için, Fransızca özel ders vererek, para biriktiren Manuk (Etyemez), bir gün hayalini gerçekleştirir. İki kardeş, yanlarına yakın arkadaşları Hayk (Kalaycıyan)’ı da alıp, sandallarına bir isim düşünürler. Çok sevdikleri balıkçılarının adını vermekte anlaşırlar: Zargana Enver. Böylece Manuk ve Enver kardeşlerin hayatlarında çivit mavisi bir parantez açılır. Zargana Enver sandalı, Marmara sularını rüzgârın koyduğu adlarla öğrenir. Manuk ise, izmaritleri, istavritleri ve hazır olta kullanmamasıyla kısa sürede ünlenir. On yaşından itibaren oltalarını kendi yapar. Ada’nın bir başka genç “balıkçı”sı ile isim benzerliğinden dolayı karıştırıldığı zamanlar olur. Diğerine nedendir bilinmez “Fellah Manuk” derler, böylece sorun çözülür.
Yaşamak güzel şeydir. Kahveler, limanlar, meydanlar, iskeleler adı konmamış, kendi hâlinde bir zamandadır. Zargana Enver sandalı, alıp başını gitmeyi hatırlatır. Uzun bir yolda, küçülmüş gölgenizle karşılaşmak gibi bir his bırakıp geçer. Geçer gider…
Kent mekânı toplumsal/politik aidiyetlere, farklı yaşamlara, kültürel çoğulculuğa cevap verir. Kentlilik duygusu, kimi zaman duygusal bir bağlılık üzerinden yükselir. Bu evde olma hissinin yaratılmasında, o kentte yaşayan insanların geçmişini bilmek önemli rol oynar. Öznenin yaşadığı mekânla ilişki kurması, mekâna anlamlar yükler, yeni kimlikler ol ...
İki bayram arası likörden söz açmanın tam sırası. Kristal kadehler ve havanlar elden geçirilsin, tozları alınsın, yaşamın diyalektiği kabul edilerek yan yana konsun. Baharat havanı nereden çıktı demeyelim, ihtiyacımız olacak. Kavalyesiz de bırakmayalım, kahve havanını hazırlayalım. Öyle ya, eski bir tariften söz açmak bunu gerektirir. Üç kuşaklık t ...
Liz Behmoaras’lı anıları çok yakın şeyler gibi hatırlıyorum, çok uzak şeyler gibi bazen… Senede iki, en fazla üç kere Moda’ya gelir, muhakkak arar, “eğer uygunsam” Moda Caddesi’nde buluşurduk. O vakitler Moda İskelesi’nin büyük, beyaz ferforje kapısından geçip, artık kullanılmayan, bu boş iskeleyi ziyaret etmeyi âdet edinmiştik. Buraya varmadan bir ...
Refik Halid Karay, dünyayı İstanbul’dan adımlamaya başladı. O, İstanbul’u, yaşayan, olağanüstü bir varlık gibi hayal ederdi. Soluk alan, sürekli korunup gözetilmesi, özenilmesi gereken kutsal bir varlık. Boğaziçi’nde kendi halinde, ağaçların arasında dinlenen evler, tepelere doğru birer anı gibi ilerleyen sessiz sokaklar, hayattan sarsıcı insanlık ...
Sayısız sanatçıya ilham veren İstanbul, geçmişinin çok eskilere dayanması ve çok kültürlü bir kent olması açısından ilginç özellikler taşır. Her ne kadar çok kültürlülük özelliğinin gittikçe aşındığı gözlemlense de en azından anı kitaplarında canlılığını koruyan bir dinamiktir. Bu özellik en çok yeme-içme kültürüne yansır. Gün görmüş, eyyam sürmüş ...
İstanbul’u hiçbir zaman insanlığın evrensel serüveninden ayrı düşünmedim. Kentimizi hep o büyük serüvendeki insanlık hâllerine benzetirim. Tıpkı onun gibi yıkık, korkak, cesur, bocalayan, yalpalayan… Diğer yandan mağrur ve görkemli. Bana her zaman yeryüzü oradan adımlanmaya başlanır gibi geldi. Mekân olmanın ötesinde, toplumsal/politik aidiyetlere, ...